Ana Sayfa

Arkadaş - Mehmet Önder - Mayıs / Haziran 2009

 

NAZIM HİKMET VE ORHAN KEMAL

 



Bulutların perdelediği bir gökyüzü, sınırların ötesinde bir savaş, dışarısıyla bağları kopmuş bir kalabalık ve şair olmak için yanıp tutuşan, kendi içeride aklı dışarıda bir insan, bu yazıda fabrika işçiliğinden yazarlığa uzanan bir insanın ve bu serüvende yoldaş olan iki insanın hikâyesini okuyacaksınız. Mehmet Raşit Öğütçü ve Nazım Hikmet Ran, biz onları, Orhan Kemal ve Nazım Hikmet olarak tanır ve biliriz. Türk dilinde eser veren çağımızın en büyük yazar ve şairi Nazım Hikmet, uzun yıllar İstanbul hapishanelerinde yattıktan sonra bacaklarındaki ağrılar nedeniyle Bursa hapishanesine gelmek ister, kaplıcaların siyatiğine iyi geleceğini düşünerek geldiği Bursa’da, iki büyük sanatçının doğuşuna vesile olacak ve bu yazımıza konu olacak birçok şey yaşayacaktır. Orhan Kemal, 1938 yılında henüz bir yıllık evliyken ve askerlik görevini yaparken Ceza Yasası’nın 94. maddesine muhalefetten yargılanarak beş yıla hüküm giydi. Şimdi ne bu kanun maddesini, ne bu kanunu hazırlayanları ne de Mehmet Raşit’e (Orhan Kemal) bu cezayı verenleri tanırız ama bir fabrika işçisi olarak hapishaneye giren ve bu ceza sayesinde, Nazım Hikmet ile tanışan Orhan Kemal’i verdiği eserleriyle çok yakından tanıyor ve saygı duyuyoruz.


Orhan Kemal


Nazım Hikmet’in sanatının zirvesindeyken, yazarlığa öykünen tasdiknameli bir Anadolu genciyle kurduğu bu dostluk, onun hem alçak gönüllülüğünü hem de insanlara verdiği değeri gösteren bir tavırdır. Orhan Kemal, Nazım ile anılarının başında şunları anlatır. “Bir sabah kâtip, yeni gelen evrakları karıştırırken Oooo dedi, gözün aydın! Üstadın geliyormuş. Büsbütün şaşırmıştım, benim üstadım filan yok ki… “Canım Nazım Hikmet işte” dedi, “senin üstadın sayılmaz mı?” İnanmamıştım Elinde tuttuğu belgeyi uzattı. Sahiden geliyordu…”

Orhan Kemal bu haberi almasının ardından Nazım’a dair hislerini yoklar, “Herkes gibi onun uzaktan hayranlarındandım. Herkes gibi, ‘nedenini bilmeden’ ona kızıyordum, fakat ihtimal, herkes gibi nedenini bilmeden, yahut pek az bilerek, seviyordum onu: müthiş, muazzam, doyuran sanatını.” Haberi hapishane arkadaşı ve şairlikte rakibi olan İzzet ve Necati’ye duyurur. Necati ise Nazım’a dair kulaktan dolma bilgilerini aktarır. “Şiir okurken duydun mu sen hiç, O okurken insanın yüzü dalga dalga olur! Hem biliyor musun, ağlayan bir çocuğu kucağına alsa, çocuk susuverirmiş!” Nazım gelmeden ona dair tevatür kabilinden hikâyeleri yerleşmişti zihinlere. Velhasıl Nazım gelmiş ve geliş haberi de Bursa hapishanesine yayılmıştır. Haberi alan Orhan Kemal’in önce kalemi elinden düşmüş, ardından tavanın döndüğünü zannedecek kadar heyecanlanmıştır, çünkü kafasında Simavna Kadısı Oğlu’ndan, Benerci’den, Jokont’tan mısralar vardır ve artık bu mısraların yazarı yanı başındadır. Necati Nazım’ın eşyalarını gösterir bunlar pötikareli bir çuvala sarılı yatak dengi, derisi eskimiş iki bavul ve bir sepetten ibarettir. Demek o da herkes gibi bir insanmış diye düşünürler, şiirden başka şeyler, fani şeylerde düşünebilir, yatak dengi, bavul ve sepeti olabilirdi. Sonra Necati’nin anlattıklarını hatırlayıp kendine geldi “Rahatsız edilmeye hiç gelmez, yataklarını topladığı gibi diğer koğuşa gidiverir” bu özellikler büyük ve meşhur adamlara has hususiyetlerdi. Fakat ne olursa olsun, onunla tanışıp ahbaplık etmese de, hiç olmazsa yüz be yüz görecek, sesini duyacaktı ya!” Kendi kendine “Koğuşuna gitmeyiveririm, hiçbir şey sormam, şiir filanda okumam” diye aklından geçirdi. O sırada Cezaevi Müdürü’nün odasından çıkan Nazım Hikmet ile tanışmalarını Orhan Kemal şöyle anlatır “El sıkıştık. Ayaklarının topuklarını hazıroldaki bir er gibi birleştirerek, kendisini resmi törene zorladığı belli olan bir durumda ciddileşmeye çalışarak, “Ben Nazım Hikmet!” dedi. Bütün bunlar o kadar çabuk oluvermişti ki… Zeki gözleri salondakilerin üzerinde dolaşıyordu. Salondakiler bir hayliydiler. Onu evvelce başka hapishanelerden tanıyanlar, hiç olmazsa namını işitmiş olanlar… Nazım, bu bir sürü bu bir sürü insan arasındaki tanışlarını gördükçe onlara koşuyor, sarmaş dolaş oluyorlar, uzun yıllar birbirinden ayrı kalmış baba-oğul yahut kardeş-ağabey hasretinin heyecanıyla öpüşüyorlardı.

Bu dostluk hikâyesinin en can alıcı yanı ve bize verdiği ders bu tanışma aşamasında gerçekleşmiştir. Meşhur ve saygın insanların bencil ve kendini beğenmiş olabileceği önyargısının yanlışlığını anlayan Orhan Kemal, Nazım’ın eşyalarını sırtlayarak onu kalacağı koğuşuna götürecektir, eşyaları yerleştirdikten sonrada Orhan Kemal’in odasında toplanıp sohbete başlarlar ve Orhan Kemal’in hazırladığı yemeği beraberce yerler, Nazım’ın isteği üzerine Nazım ve Orhan Kemal yemeklerini ortak yapmaya karar verirler. Nazım’ın cana yakınlığını Orhan Kemal şöyle aktarır “Ben ilk tanıştığım herkesi, bilhassa meşhurları şiddetle yadırgarım. Bunun nedeni malum şüphesiz ama Nazım Hikmet’le nasıl hiç farkına varmadan senli benli oluverdiğime hala şaşarım. İnsan onunla öyle kolay, öyle rahat konuşabiliyor ki…” Nazım yalnızlıktan fena halde sıkıldığını söyleyerek aynı koğuşta kalmayı teklif eder Orhan Kemal’in bu teklifi sevinçle karşılamasının ardından Nazım sevinçle cezaevi yetkilileriyle konuşmak için gitmiş ve izin almıştır…

ÜSTAT VE ÇÖMEZ

Orhan Kemal’in deyimiyle üstat ve çömezin ilişkisi başlamıştır. Nazım, Orhan Kemal’in edebiyata ilgisini öğrendikten sonra onunla özel olarak ilgilenmeye başlamıştır. Tahsili, lisanı ve birçok alandaki yetkinliğini anlamaya çalışmış ve ardından da şiirlerini dinlemek istemiştir. Nazım, şiirlerini dinledikten sonra Orhan Kemal’in şiirlerini berbat bulduğunu söylemiş ve sanat konusunda bizlere de ders olacak şu sözleri söylemiştir “Sizde, sanat için iyi kumaş var, kesin. Demin şiirlerinize fazla haşin davranmıştım… Beni hoş görün, sanat konularında hiç şakam yoktur… Bu itibarla… Evet, sizde iyi bir sanatkar için gereken, iyi bir kumaş…”


Nazım, “sizde, sanat için iyi kumaş var”, dedikten sonra Orhan Kemal’e şu teklifle gelir “Sizinle yakından ilgilenmek istiyorum… Yani kültürünüzle… Evvela Fransızca, sonra diğer kültür konuları üzerinde düzenli dersler yapacağız… Tahammülünüz var mı? Var. Bunun üzerine her gün yedi sekiz saat, bazen daha çok ders yapmaya başlarlar ve Orhan Kemal kısa bir süre sonra yazdıklarının daha az pürüzlü olduğunu hissetmeye başlar. Bu çalışmaların devam ettiği günlerden bir gün Nazım Hikmet, hapishanede şair olmaya çalışan üç rakip arkadaşı sınava tabi tutar. Sınava konu olan altı mısradan oluşan bir şiir parçasıydı. Nazım’ın istediği bu şiire mısraların yerlerinin değiştirilmesiyle en uygun şeklin verilmesiydi. Orhan Kemal bu imtihanı şöyle ifade eder “Her birimiz ayrı bir köşede, olanca dikkat ve kabiliyetimizle uğraşarak mısraların yerlerini değiştirip ‘en uygun şekli’ vermeye çalıştık. Bunun bir imtihan, üçümüz arasında bir yarışma olduğunun farkındaydık. Hepimiz ayrı bir şekle karar kılmıştık. Üç rakip, üçümüz de heyecan içinde, üçümüzde birbirimizden nefret ederek, gözlerimiz Nazım’da, kâğıtlarımızı verdik. Nazım kâğıtlarımızı aldı, okudu, ölçtü biçti, sonunda, ‘aferin’ dedi, aferin sana, en iyi şekil bu…’ İmtihanı BEN kazanmıştım.” Orhan Kemal bu başarısının ardından zamanını yazmaya daha çok ayırır. Bir küs bir barışık, bazen acı bazen tatlı geçen bu günlerden bir gün, bir tesadüf gerçekleşir ki bu tesadüf Orhan Kemal’in yaşamında önemli bir yer tutar. Bir gün Nazım Hikmet’in eline Orhan Kemal’in yazdığı bir roman başlangıcı geçer, o sırada hapishane avlusunda bulunan Orhan Kemal’in yanına gelen Nazım soluk soluğa “siz mi yazdınız bunu?” diye sorar. Orhan Kemal çekinerek “evet” der. Orhan Kemal’in şiirlerini beğenmeyen Nazım o zaman “Birader, neden bahsetmediniz bundan. Siz düz yazı yazın düz yazı!” der ve o gün o tesadüf ve ardındaki emek bizlere Orhan Kemal’in roman ve hikâyelerini kazandırır.

Aylar ve mevsimler geçiyor, pencereden görünen dallar ve yapraklar biçim değiştiriyor, en iyi öğrenme ve gelişme yolunun öğretmekten geçtiğine inanan Nazım ve öğrencisi Mehmet Raşit (Orhan Kemal) içerinin şartları, yapılan dersler ve dışarıdan gelen savaş haberleriyle değişiyor, gelişiyor, bazen seviniyor bazen de isyan ediyorlardı. Büyük bir savaş vardı II. Cihan Harbi denilen bu acımasız savaşın haberleri cezaevi radyosundan içeriye ulaşıyor ve ne zaman özgür olacağını bilemeyen Nazım ve öğrencisi için bazen hüznü bazen sevinci beraberinde getiriyordu. Nazım ile aralarındaki yakınlaşmaya güvenerek aklına her geleni soran Orhan Kemal, bir gün “Üstat, siz dışarıdayken, mesela bir kahveye giriverirmişsiniz, sokulurmuşsunuz en fakir birisine, cebinizden para çıkarır, adama dermişsiniz ki: ‘Sen de çıkar bakayım paranı!’ Adam çıkarırmış üç otuz parasını, sonra birleştirirmişsiniz iki parayı, yarı yarıya paylaşırmışsınız. Doğru mu?” Nazım bu soru karşısında “Asla” dedi “asla… Sizi şeref ve namusumla temin ederim, böyle zıpırca bir tek hareketim olmadı!” Bu ve bunun gibi birçok olayla Nazımdan sanat ve kültür derslerinin yanında insanlık dersleri de aldığını her fırsatta bizlerle paylaşan Orhan Kemal, Nazım’ı şöyle anlatır “Nazım inanmış insandı. Herhangi bir davaya inanmış kimselere saygısı vardı. “Mehmet Akif’e saygısı bundandı. Mehmet Akif’i fikirlerinin doğruluğundan değil, davasına inanmış, “karakter sahibi” bir insan olduğundan dolayı takdir ederdi.” Çalışmaları esnasında Nazım, Orhan Kemal’e dil ile ilgili bugün bizlere de ders olacak şu bilgileri verir “Dilde ölçü halk olmalıdır. Halkın yadırgadığı, her günkü konuşma dilinde kullanmadığı kelimeleri almamaya bilhassa dikkat etmeli”, derdi. Mesela, en sevdiği yeni kelimelerden birisi “olağanüstü” idi. Bu kelimeyi sık sık kullanırdı. Esası Türkçe olan kelimelerin birleşmesiyle meydana gelmiş ve zaten halkın kullanmakta olduğu kelimelere bayılırdı. Halkın kendi dil kuralına uydurduğu, kendi dil bünyesinin şekil verdiği –Arapça, Farsça- kelimelerin atılıp yerlerine Fransızca, Çağatayca, bilmem nece veya ‘uydurmasyonca’ kelimeler alınmasına karşıydı. Ve hiç şüphesiz, bir dilin tepeden inme emirlere değil, sanatçılar tarafından işleneceğine emindi sanıyorum. Bununla beraber, tepeden inme emirlerle empoze edilmek istenen kelimelerden bir çoğunu tuttuğunu, bununla beraber, bu tarz tepeden inmelerin pek de faydasız olmadığını söylerdi.”

Bu dostluk ve öğrenme birlikteliği bazen hapishane avlusunda futbol maçına kadar uzanır ve bundan sonrasını Orhan Kemal anlatır, bizlere “Gol yediğinde ifrit olurdu… Kıpkırmızı yüzü, masmavi gözleri ve yüzünün kırmızılığında kaybolan sarı kaşları… Hele çalım yapar, yutturursak öyle içerlerdi ki, sahada bir faul kralı kesilir, elle, kolla, tekmeyle girişirdi. Bir gün esaslı bir tekmesini yemiştim, hani laf aramızda çok nefis bir tekmeydi…”


Hapishanenin ruhi durumunu Orhan Kemal şu güzel cümlelerle bizlere aktarır “Koğuş pencerelerinde uçurum karanlığı, el ayak çekilmiş hapishanede “kadınsız erkekler” in hasret dolu gözlerini yumup uykuya geçebilme mücadelesi ve bitmeyen geceler… Geceler haydi neyse… İlle gündüzler… Böyle gündüzleri iyi tanırım. Böyle günler, değil hapishanede, dışarıda, “hürriyet dolu caddeler” in avareliğine kendimi kaptırdığım zamanlarda bile yüzde yüz olumsuz mıknatıslı havasıyla beni bunaltır. Birbirimize sadece bakıp göz göze geldiğimiz, tek kelime söylemeden öylece durduğumuz bir sırada Nazım içini çeker, sonra ne dediği belirsiz, mırıldanırdı. “Anasını… Daha yirmi sene var!” Ve birden bire silkinir, yatağında doğrulur, piposunu aranır, bulur, fakat hala gamlı, piposuna tütün koyar, ateşler, acele acele duman alırken, gözlerime endişeyle tekrar endişeyle bakar: “Adam sen de…” derdi, “şey yap… Şu Fransızcanızı çıkarın da…” ve derslere devam ederek endişelerinin üzerine yürürlerdi.

Orhan Kemal, anası babası ve hatta bir yıllık eşi ve yavrusundan çok artık Nazım için endişeleniyordu, ne de olsa diyordu kendi kendine bana, karıma ve yavruma bakacak bir babam var dışarıda ya üstat? Nazım’a Piraye’den gelen haberler, parasızlık, soğuk ve verem olmak üzere olan yavrusuna dairdi. Orhan Kemal, Piraye yengesinin gerçekten zor durumda olmasa metanetini bozup Nazım’a bu haberleri ulaştırmayacağını bilir ve bu nedenle üzülür, kahrolur ama yapabileceği bir şey yoktur, yaşanacak ve nerede olunursa olunsun emek ile mücadele verilecektir. Bir mahkumun verdiği fikri uygun görüp, tahliye olan bir mahkûmun dokuma tezgâhıyla dokumacılığa başlayan Nazım, emek ve üretimin kutsallığını da Orhan Kemal’e uygulayarak öğretiyordu. Bu konuda Orhan Kemal, Nazım Hikmet’i şöyle anlatır “İnsanlar vardır, kuramcıdırlar bir takım kurallar, ilkeler peşinde koştuklarını iddia ederler, fakat pratikte kuramlarıyla taban tabana zıttırlar. Nazım, teoride ve pratikte aynı olmaya çalışırdı.” Hapisteki dostları dokuma tezgâhı sebebiyle Nazım’a ‘Patron’ diye takılmaya başlamışlardır, Orhan Kemal bu meseleyi şöyle anlatır Nazım, bu laflara gülerek “Evet ben patron oldum, artık bozuldu tabiatım benim” derdi. Hapishanede Nazım ve Orhan Kemal’i çekemeyenler ve kötü planlar yapanlarda vardı mesela bir gün Nazım Hikmet’e birisi gelip, “Nazım Abi… Öyle mangizleri çok gördük biz yazık değil mi Nazım ağabeyime benim.. Keriz beni haybeci zannetti. Sıkıysa kendin vursana” gibi laflarla bir ağanın kendisine bir miktar para verip Nazım Hikmet’i öldürmesini istediğini bildirir buna benzer olayların en ilginci ise adam öldürmekten cezalı üç mahkûmun meşhur olmak için kendi aralarında Nazım’ı öldürme planları yapması meselesidir. Nazım’ın haberi olunca “Bak sen” diye gülmüş, “adı tarihlere geçsin diye, herif beni vuracak.. Geçse bari… Tarihe geçmek için yapacak başka iş kalmadı da…”

Dışarıda II. Dünya Savaşı, içeride yoklukla, sefaletle ve zihinlerde çıldırmamak için süren bir savaş devam ediyorken, Nazım, Memleketimden İnsan Manzaraları eseri için çalışıyor ve yazdıklarını Orhan Kemal ve diğer dostlarıyla paylaşıyordu dinleyenler çoğu zaman gözyaşlarını tutamıyordu. Eserin yazılış süreci öyle bir hal almıştı ki hapishane insanları birer malzeme olarak kimi zaman özgün hikâyeleriyle kimi zamanda esinlenerek ekleniyordu bu manzaralara, böyle büyük bir eserin yaratımının her aşamasında var olmak Orhan Kemal’e büyük katkılar sağlamıştı hiç kuşkusuz. Nazım’ın sözleri, davranışları, bilgileri Orhan Kemal’e, Orhan Kemal’in yaşam ile ilgili tecrübeleri ve dostluğu da Nazım’a katkı sağlıyor ve soğuk kış günleri bazen tembellik ve bazen de üretimle dolu olarak geçiyordu. Nazım boş durmuyor, Orhan Kemal’in deyimiyle “karşılıksız ve kendisinde bitecek işlere erinmiyor ve hapishane insanlarının dertlerine tercüman olmak için kapılar, merdivenler ve duvarlar aşıyor ama bazen bütün bu gayretlerine karşılık bir teşekkür sözü bile duymuyordu”.

Orhan Kemal, Piraye yengesinin, Ustası Nazım’ı ziyaretlerine anılarında büyük yer vermiş ve bu ilişkiden belli ki çok etkilenmiştir. Nazım’ın Piraye’yi alelade bir kocanın karısını sevmesinden çok başka bir biçimde sevmesine dikkat eden Orhan Kemal bu sevginin zaman zaman bir saygı ifadesi olduğunu fark etmiştir. Orhan Kemal, Nazım’ın annesi ve eşi ile ilgili olarak ta birçok anıya sahip olmuştur. Bilindiği gibi Nazım Hikmet’in annesi ressamdır, o yaşta bir kadının resim yapması o yıllarda ülkemizde olağanüstü bir durum kabul ediliyordu. Ve annesi geldiğinde oğlunun tablosunu yaparken neredeyse bütün hapishane bu yaşlı kadını görmek için geliyor, birçoğu anlamsız garip bakışlarla bakıyor ve çekip gidiyordu. Nazım ile annesinin arasında anne-oğul ilişkisinin yanında bir sanatçı bağıda vardı, bazen bu bağ sanata farklı bakış açıları nedeniyle münahazaraya dönüşüyor ve bir süre sonra Orhan Kemal hakem konumuna geliyordu. Annesinin “vallahi bu çocuk çılgın” sözüyle ortalık yumuşuyor, Nazım’ın yaptığı tabloları getirmesiyle bu tatlı tartışmalar yeniden alevleniyordu.

Memleketimden İnsan Manzaraları hızla ilerliyor ve Orhan Kemal’in hapishaneden çıkma vakti de yaklaşıyordur. Yazımızın bu bölümüne bir kişi daha dâhil oluyor, bu kişi genç irisi bir köylü çocuğuydu, onu ilk kez Nazım’a yardım ederken fark eden Orhan Kemal, Nazım’ın bu gençle ilgili olarak anlattıklarını şöyle paylaşır bizlerle Nazım “Gördün ya, demir gibi çocuk” dedi “Ne esrar, ne afyon, ne bıçak, ne kumar” işte bu çocuk “Bir tarla yüzünden, biraz da babasının teşvikiyle komşu tarla sahibini öldürmüş, on beş seneye mahkûmmuş. Karakalemle ve murabba usulüyle şunun bunun fotoğrafını büyütürmüş…” Geldi yanıma, “Sana çıraklık etsem bana yağlıboya öğretir misin?” diye sordu. Anlaştık… Yarın veya öbür günden itibaren başlayacak.” Bu çocuk görüşme günü babası geldiğinde siparişleri ısmarlayacağını söyledi. Bu çocuk her sabah gelir Nazım resim yaparken yanında oturur, ona çıraklı ediyordu. Fırçalarını yıkıyor, paletine boya sıkıyor, tutkal ve üstübeçle resim bezi hazırlıyor, bilhassa iri gözlerini büyük bir dikkatle Nazım’ın fırçasına dikerek dinç bir sabırla bakıyor, bakıyordu…


Peki, Nazım’ın sık sık büyük yeteneğinden bahsettiği bu çocuk kimdi? Bu genç, çoğumuzun yakından tanıdığı, yaşayan en büyük Türk ressamlarından İbrahim Balaban’dır. Nazım hapishanede çok kişinin yaşamını ve düşüncelerini etkilemiş ve bu insanlardan Orhan Kemal, İbrahim Balaban ve Kemal Tahir zihnimize ve sanat dünyamıza kazınmıştır. Nazım Hikmet ile dostlukla, emekle ve paylaşımla geçen üç buçuk yılın ardından kendi deyimiyle kafasını bir limon gibi, son damlasına kadar sıkıp bu güzel dostluğu bize aktaran Orhan Kemal’e şükranlarımızı sunuyoruz. Bana yazımda kaynak teşkil eden Orhan Kemal’in 1947 yılında yazdığı “Nazım Hikmet’le 3,5 Yıl adlı eserini okumanızı öneriyorum, bu eser bize hem Nazım Hikmet’in insan yanını, hatalarını ve doğrularını gösterirken, bir insanın yazarlık serüvenini ve bu yolda bildiklerini hiç esirgemeden paylaşan büyük ustayı anlatıyor.

Son olarak şunu belirtmek isterim, bu yazıda kendisine küçük bir yer vermemize karşın, İbrahim Balaban’ın hayatı kitapları dolduracak öneme sahiptir. İbrahim Balaban’a üretimle dolu uzun yıllar temenni ediyor, Nazım Hikmet, Kemal Tahir ve Orhan Kemal’in aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.

MEHMET ÖNDER
ADANA
Ocak / 2009






Orhan Kemal’in hapishanede bıraktığı ustasına yazdığı şiiri:

KOMİK HÜRRİYET

Evet
Demek
Demek üç gün sonra
Evet
Senin dediğin
“Komik ve tatlı
HÜRRİYET!”

“Canım efendim
Üstadım benim!”
Beton, demir ve tozlu ampulleri bırakmak birtakım
insanlara!

Evet
Bu hürriyet,
Kampana, kilit gıcırtısı ve gardiyanlar
Bütün bu şeyleri geride bırakabilmek hasreti!
Fakat
Sana mavi göklerin altından bakmak
Seni hapishanede bırakmak!
Demirsiz ve kilitsiz,
Ampulleri tozsuz
Ve gardiyansız
Bir başka nevi hapishanede ben.
Senin dediğin hürriyet
KO-MİK!
Trenler gelir, gider
İstediğin caddeye düşürebilirsin gölgeni…


Hangi hürriyet?
Geç efendim,
İlahi üstadım benim.

ORHAN KEMAL


 


[email protected]