Bulutların perdelediği bir gökyüzü, sınırların
ötesinde bir savaş, dışarısıyla bağları kopmuş bir
kalabalık ve şair olmak için yanıp tutuşan, kendi
içeride aklı dışarıda bir insan, bu yazıda fabrika
işçiliğinden yazarlığa uzanan bir insanın ve bu
serüvende yoldaş olan iki insanın hikâyesini
okuyacaksınız. Mehmet Raşit Öğütçü ve Nazım Hikmet
Ran, biz onları, Orhan Kemal ve Nazım Hikmet olarak
tanır ve biliriz. Türk dilinde eser veren çağımızın
en büyük yazar ve şairi Nazım Hikmet, uzun yıllar
İstanbul hapishanelerinde yattıktan sonra
bacaklarındaki ağrılar nedeniyle Bursa hapishanesine
gelmek ister, kaplıcaların siyatiğine iyi geleceğini
düşünerek geldiği Bursa’da, iki büyük sanatçının
doğuşuna vesile olacak ve bu yazımıza konu olacak
birçok şey yaşayacaktır. Orhan Kemal, 1938 yılında
henüz bir yıllık evliyken ve askerlik görevini
yaparken Ceza Yasası’nın 94. maddesine muhalefetten
yargılanarak beş yıla hüküm giydi. Şimdi ne bu kanun
maddesini, ne bu kanunu hazırlayanları ne de Mehmet
Raşit’e (Orhan Kemal) bu cezayı verenleri tanırız
ama bir fabrika işçisi olarak hapishaneye giren ve
bu ceza sayesinde, Nazım Hikmet ile tanışan Orhan
Kemal’i verdiği eserleriyle çok yakından tanıyor ve
saygı duyuyoruz.
Nazım Hikmet’in sanatının zirvesindeyken, yazarlığa
öykünen tasdiknameli bir Anadolu genciyle kurduğu bu
dostluk, onun hem alçak gönüllülüğünü hem de
insanlara verdiği değeri gösteren bir tavırdır.
Orhan Kemal, Nazım ile anılarının başında şunları
anlatır. “Bir sabah kâtip, yeni gelen evrakları
karıştırırken Oooo dedi, gözün aydın! Üstadın
geliyormuş. Büsbütün şaşırmıştım, benim üstadım
filan yok ki… “Canım Nazım Hikmet işte” dedi, “senin
üstadın sayılmaz mı?” İnanmamıştım Elinde tuttuğu
belgeyi uzattı. Sahiden geliyordu…”
Orhan Kemal bu haberi almasının ardından Nazım’a
dair hislerini yoklar, “Herkes gibi onun uzaktan
hayranlarındandım. Herkes gibi, ‘nedenini bilmeden’
ona kızıyordum, fakat ihtimal, herkes gibi nedenini
bilmeden, yahut pek az bilerek, seviyordum onu:
müthiş, muazzam, doyuran sanatını.” Haberi hapishane
arkadaşı ve şairlikte rakibi olan İzzet ve Necati’ye
duyurur. Necati ise Nazım’a dair kulaktan dolma
bilgilerini aktarır. “Şiir okurken duydun mu sen
hiç, O okurken insanın yüzü dalga dalga olur! Hem
biliyor musun, ağlayan bir çocuğu kucağına alsa,
çocuk susuverirmiş!” Nazım gelmeden ona dair tevatür
kabilinden hikâyeleri yerleşmişti zihinlere.
Velhasıl Nazım gelmiş ve geliş haberi de Bursa
hapishanesine yayılmıştır. Haberi alan Orhan
Kemal’in önce kalemi elinden düşmüş, ardından
tavanın döndüğünü zannedecek kadar heyecanlanmıştır,
çünkü kafasında Simavna Kadısı Oğlu’ndan,
Benerci’den, Jokont’tan mısralar vardır ve artık bu
mısraların yazarı yanı başındadır. Necati Nazım’ın
eşyalarını gösterir bunlar pötikareli bir çuvala
sarılı yatak dengi, derisi eskimiş iki bavul ve bir
sepetten ibarettir. Demek o da herkes gibi bir
insanmış diye düşünürler, şiirden başka şeyler, fani
şeylerde düşünebilir, yatak dengi, bavul ve sepeti
olabilirdi. Sonra Necati’nin anlattıklarını
hatırlayıp kendine geldi “Rahatsız edilmeye hiç
gelmez, yataklarını topladığı gibi diğer koğuşa
gidiverir” bu özellikler büyük ve meşhur adamlara
has hususiyetlerdi. Fakat ne olursa olsun, onunla
tanışıp ahbaplık etmese de, hiç olmazsa yüz be yüz
görecek, sesini duyacaktı ya!” Kendi kendine
“Koğuşuna gitmeyiveririm, hiçbir şey sormam, şiir
filanda okumam” diye aklından geçirdi. O sırada
Cezaevi Müdürü’nün odasından çıkan Nazım Hikmet ile
tanışmalarını Orhan Kemal şöyle anlatır “El
sıkıştık. Ayaklarının topuklarını hazıroldaki bir er
gibi birleştirerek, kendisini resmi törene zorladığı
belli olan bir durumda ciddileşmeye çalışarak, “Ben
Nazım Hikmet!” dedi. Bütün bunlar o kadar çabuk
oluvermişti ki… Zeki gözleri salondakilerin üzerinde
dolaşıyordu. Salondakiler bir hayliydiler. Onu
evvelce başka hapishanelerden tanıyanlar, hiç
olmazsa namını işitmiş olanlar… Nazım, bu bir sürü
bu bir sürü insan arasındaki tanışlarını gördükçe
onlara koşuyor, sarmaş dolaş oluyorlar, uzun yıllar
birbirinden ayrı kalmış baba-oğul yahut
kardeş-ağabey hasretinin heyecanıyla öpüşüyorlardı.
Bu dostluk hikâyesinin en can alıcı yanı ve bize
verdiği ders bu tanışma aşamasında gerçekleşmiştir.
Meşhur ve saygın insanların bencil ve kendini
beğenmiş olabileceği önyargısının yanlışlığını
anlayan Orhan Kemal, Nazım’ın eşyalarını sırtlayarak
onu kalacağı koğuşuna götürecektir, eşyaları
yerleştirdikten sonrada Orhan Kemal’in odasında
toplanıp sohbete başlarlar ve Orhan Kemal’in
hazırladığı yemeği beraberce yerler, Nazım’ın isteği
üzerine Nazım ve Orhan Kemal yemeklerini ortak
yapmaya karar verirler. Nazım’ın cana yakınlığını
Orhan Kemal şöyle aktarır “Ben ilk tanıştığım
herkesi, bilhassa meşhurları şiddetle yadırgarım.
Bunun nedeni malum şüphesiz ama Nazım Hikmet’le
nasıl hiç farkına varmadan senli benli oluverdiğime
hala şaşarım. İnsan onunla öyle kolay, öyle rahat
konuşabiliyor ki…” Nazım yalnızlıktan fena halde
sıkıldığını söyleyerek aynı koğuşta kalmayı teklif
eder Orhan Kemal’in bu teklifi sevinçle
karşılamasının ardından Nazım sevinçle cezaevi
yetkilileriyle konuşmak için gitmiş ve izin
almıştır…
ÜSTAT VE ÇÖMEZ
Orhan Kemal’in deyimiyle üstat ve çömezin ilişkisi
başlamıştır. Nazım, Orhan Kemal’in edebiyata
ilgisini öğrendikten sonra onunla özel olarak
ilgilenmeye başlamıştır. Tahsili, lisanı ve birçok
alandaki yetkinliğini anlamaya çalışmış ve ardından
da şiirlerini dinlemek istemiştir. Nazım, şiirlerini
dinledikten sonra Orhan Kemal’in şiirlerini berbat
bulduğunu söylemiş ve sanat konusunda bizlere de
ders olacak şu sözleri söylemiştir “Sizde, sanat
için iyi kumaş var, kesin. Demin şiirlerinize fazla
haşin davranmıştım… Beni hoş görün, sanat
konularında hiç şakam yoktur… Bu itibarla… Evet,
sizde iyi bir sanatkar için gereken, iyi bir kumaş…”
Nazım, “sizde, sanat için iyi kumaş var”, dedikten
sonra Orhan Kemal’e şu teklifle gelir “Sizinle
yakından ilgilenmek istiyorum… Yani kültürünüzle…
Evvela Fransızca, sonra diğer kültür konuları
üzerinde düzenli dersler yapacağız… Tahammülünüz var
mı? Var. Bunun üzerine her gün yedi sekiz saat,
bazen daha çok ders yapmaya başlarlar ve Orhan Kemal
kısa bir süre sonra yazdıklarının daha az pürüzlü
olduğunu hissetmeye başlar. Bu çalışmaların devam
ettiği günlerden bir gün Nazım Hikmet, hapishanede
şair olmaya çalışan üç rakip arkadaşı sınava tabi
tutar. Sınava konu olan altı mısradan oluşan bir
şiir parçasıydı. Nazım’ın istediği bu şiire
mısraların yerlerinin değiştirilmesiyle en uygun
şeklin verilmesiydi. Orhan Kemal bu imtihanı şöyle
ifade eder “Her birimiz ayrı bir köşede, olanca
dikkat ve kabiliyetimizle uğraşarak mısraların
yerlerini değiştirip ‘en uygun şekli’ vermeye
çalıştık. Bunun bir imtihan, üçümüz arasında bir
yarışma olduğunun farkındaydık. Hepimiz ayrı bir
şekle karar kılmıştık. Üç rakip, üçümüz de heyecan
içinde, üçümüzde birbirimizden nefret ederek,
gözlerimiz Nazım’da, kâğıtlarımızı verdik. Nazım
kâğıtlarımızı aldı, okudu, ölçtü biçti, sonunda,
‘aferin’ dedi, aferin sana, en iyi şekil bu…’
İmtihanı BEN kazanmıştım.” Orhan Kemal bu
başarısının ardından zamanını yazmaya daha çok
ayırır. Bir küs bir barışık, bazen acı bazen tatlı
geçen bu günlerden bir gün, bir tesadüf gerçekleşir
ki bu tesadüf Orhan Kemal’in yaşamında önemli bir
yer tutar. Bir gün Nazım Hikmet’in eline Orhan
Kemal’in yazdığı bir roman başlangıcı geçer, o
sırada hapishane avlusunda bulunan Orhan Kemal’in
yanına gelen Nazım soluk soluğa “siz mi yazdınız
bunu?” diye sorar. Orhan Kemal çekinerek “evet” der.
Orhan Kemal’in şiirlerini beğenmeyen Nazım o zaman
“Birader, neden bahsetmediniz bundan. Siz düz yazı
yazın düz yazı!” der ve o gün o tesadüf ve ardındaki
emek bizlere Orhan Kemal’in roman ve hikâyelerini
kazandırır.
Aylar ve mevsimler geçiyor, pencereden görünen
dallar ve yapraklar biçim değiştiriyor, en iyi
öğrenme ve gelişme yolunun öğretmekten geçtiğine
inanan Nazım ve öğrencisi Mehmet Raşit (Orhan Kemal)
içerinin şartları, yapılan dersler ve dışarıdan
gelen savaş haberleriyle değişiyor, gelişiyor, bazen
seviniyor bazen de isyan ediyorlardı. Büyük bir
savaş vardı II. Cihan Harbi denilen bu acımasız
savaşın haberleri cezaevi radyosundan içeriye
ulaşıyor ve ne zaman özgür olacağını bilemeyen Nazım
ve öğrencisi için bazen hüznü bazen sevinci
beraberinde getiriyordu. Nazım ile aralarındaki
yakınlaşmaya güvenerek aklına her geleni soran Orhan
Kemal, bir gün “Üstat, siz dışarıdayken, mesela bir
kahveye giriverirmişsiniz, sokulurmuşsunuz en fakir
birisine, cebinizden para çıkarır, adama dermişsiniz
ki: ‘Sen de çıkar bakayım paranı!’ Adam çıkarırmış
üç otuz parasını, sonra birleştirirmişsiniz iki
parayı, yarı yarıya paylaşırmışsınız. Doğru mu?”
Nazım bu soru karşısında “Asla” dedi “asla… Sizi
şeref ve namusumla temin ederim, böyle zıpırca bir
tek hareketim olmadı!” Bu ve bunun gibi birçok
olayla Nazımdan sanat ve kültür derslerinin yanında
insanlık dersleri de aldığını her fırsatta bizlerle
paylaşan Orhan Kemal, Nazım’ı şöyle anlatır “Nazım
inanmış insandı. Herhangi bir davaya inanmış
kimselere saygısı vardı. “Mehmet Akif’e saygısı
bundandı. Mehmet Akif’i fikirlerinin doğruluğundan
değil, davasına inanmış, “karakter sahibi” bir insan
olduğundan dolayı takdir ederdi.” Çalışmaları
esnasında Nazım, Orhan Kemal’e dil ile ilgili bugün
bizlere de ders olacak şu bilgileri verir “Dilde
ölçü halk olmalıdır. Halkın yadırgadığı, her günkü
konuşma dilinde kullanmadığı kelimeleri almamaya
bilhassa dikkat etmeli”, derdi. Mesela, en sevdiği
yeni kelimelerden birisi “olağanüstü” idi. Bu
kelimeyi sık sık kullanırdı. Esası Türkçe olan
kelimelerin birleşmesiyle meydana gelmiş ve zaten
halkın kullanmakta olduğu kelimelere bayılırdı.
Halkın kendi dil kuralına uydurduğu, kendi dil
bünyesinin şekil verdiği –Arapça, Farsça-
kelimelerin atılıp yerlerine Fransızca, Çağatayca,
bilmem nece veya ‘uydurmasyonca’ kelimeler
alınmasına karşıydı. Ve hiç şüphesiz, bir dilin
tepeden inme emirlere değil, sanatçılar tarafından
işleneceğine emindi sanıyorum. Bununla beraber,
tepeden inme emirlerle empoze edilmek istenen
kelimelerden bir çoğunu tuttuğunu, bununla beraber,
bu tarz tepeden inmelerin pek de faydasız olmadığını
söylerdi.”
Bu dostluk ve öğrenme birlikteliği bazen hapishane
avlusunda futbol maçına kadar uzanır ve bundan
sonrasını Orhan Kemal anlatır, bizlere “Gol
yediğinde ifrit olurdu… Kıpkırmızı yüzü, masmavi
gözleri ve yüzünün kırmızılığında kaybolan sarı
kaşları… Hele çalım yapar, yutturursak öyle
içerlerdi ki, sahada bir faul kralı kesilir, elle,
kolla, tekmeyle girişirdi. Bir gün esaslı bir
tekmesini yemiştim, hani laf aramızda çok nefis bir
tekmeydi…”
Hapishanenin ruhi durumunu Orhan Kemal şu güzel
cümlelerle bizlere aktarır “Koğuş pencerelerinde
uçurum karanlığı, el ayak çekilmiş hapishanede
“kadınsız erkekler” in hasret dolu gözlerini yumup
uykuya geçebilme mücadelesi ve bitmeyen geceler…
Geceler haydi neyse… İlle gündüzler… Böyle
gündüzleri iyi tanırım. Böyle günler, değil
hapishanede, dışarıda, “hürriyet dolu caddeler” in
avareliğine kendimi kaptırdığım zamanlarda bile
yüzde yüz olumsuz mıknatıslı havasıyla beni
bunaltır. Birbirimize sadece bakıp göz göze
geldiğimiz, tek kelime söylemeden öylece durduğumuz
bir sırada Nazım içini çeker, sonra ne dediği
belirsiz, mırıldanırdı. “Anasını… Daha yirmi sene
var!” Ve birden bire silkinir, yatağında doğrulur,
piposunu aranır, bulur, fakat hala gamlı, piposuna
tütün koyar, ateşler, acele acele duman alırken,
gözlerime endişeyle tekrar endişeyle bakar: “Adam
sen de…” derdi, “şey yap… Şu Fransızcanızı çıkarın
da…” ve derslere devam ederek endişelerinin üzerine
yürürlerdi.
Orhan Kemal, anası babası ve hatta bir yıllık eşi ve
yavrusundan çok artık Nazım için endişeleniyordu, ne
de olsa diyordu kendi kendine bana, karıma ve
yavruma bakacak bir babam var dışarıda ya üstat?
Nazım’a Piraye’den gelen haberler, parasızlık, soğuk
ve verem olmak üzere olan yavrusuna dairdi. Orhan
Kemal, Piraye yengesinin gerçekten zor durumda
olmasa metanetini bozup Nazım’a bu haberleri
ulaştırmayacağını bilir ve bu nedenle üzülür,
kahrolur ama yapabileceği bir şey yoktur, yaşanacak
ve nerede olunursa olunsun emek ile mücadele
verilecektir. Bir mahkumun verdiği fikri uygun
görüp, tahliye olan bir mahkûmun dokuma tezgâhıyla
dokumacılığa başlayan Nazım, emek ve üretimin
kutsallığını da Orhan Kemal’e uygulayarak
öğretiyordu. Bu konuda Orhan Kemal, Nazım Hikmet’i
şöyle anlatır “İnsanlar vardır, kuramcıdırlar bir
takım kurallar, ilkeler peşinde koştuklarını iddia
ederler, fakat pratikte kuramlarıyla taban tabana
zıttırlar. Nazım, teoride ve pratikte aynı olmaya
çalışırdı.” Hapisteki dostları dokuma tezgâhı
sebebiyle Nazım’a ‘Patron’ diye takılmaya
başlamışlardır, Orhan Kemal bu meseleyi şöyle
anlatır Nazım, bu laflara gülerek “Evet ben patron
oldum, artık bozuldu tabiatım benim” derdi.
Hapishanede Nazım ve Orhan Kemal’i çekemeyenler ve
kötü planlar yapanlarda vardı mesela bir gün Nazım
Hikmet’e birisi gelip, “Nazım Abi… Öyle mangizleri
çok gördük biz yazık değil mi Nazım ağabeyime
benim.. Keriz beni haybeci zannetti. Sıkıysa kendin
vursana” gibi laflarla bir ağanın kendisine bir
miktar para verip Nazım Hikmet’i öldürmesini
istediğini bildirir buna benzer olayların en ilginci
ise adam öldürmekten cezalı üç mahkûmun meşhur olmak
için kendi aralarında Nazım’ı öldürme planları
yapması meselesidir. Nazım’ın haberi olunca “Bak
sen” diye gülmüş, “adı tarihlere geçsin diye, herif
beni vuracak.. Geçse bari… Tarihe geçmek için
yapacak başka iş kalmadı da…”
Dışarıda II. Dünya Savaşı, içeride yoklukla,
sefaletle ve zihinlerde çıldırmamak için süren bir
savaş devam ediyorken, Nazım, Memleketimden İnsan
Manzaraları eseri için çalışıyor ve yazdıklarını
Orhan Kemal ve diğer dostlarıyla paylaşıyordu
dinleyenler çoğu zaman gözyaşlarını tutamıyordu.
Eserin yazılış süreci öyle bir hal almıştı ki
hapishane insanları birer malzeme olarak kimi zaman
özgün hikâyeleriyle kimi zamanda esinlenerek
ekleniyordu bu manzaralara, böyle büyük bir eserin
yaratımının her aşamasında var olmak Orhan Kemal’e
büyük katkılar sağlamıştı hiç kuşkusuz. Nazım’ın
sözleri, davranışları, bilgileri Orhan Kemal’e,
Orhan Kemal’in yaşam ile ilgili tecrübeleri ve
dostluğu da Nazım’a katkı sağlıyor ve soğuk kış
günleri bazen tembellik ve bazen de üretimle dolu
olarak geçiyordu. Nazım boş durmuyor, Orhan Kemal’in
deyimiyle “karşılıksız ve kendisinde bitecek işlere
erinmiyor ve hapishane insanlarının dertlerine
tercüman olmak için kapılar, merdivenler ve duvarlar
aşıyor ama bazen bütün bu gayretlerine karşılık bir
teşekkür sözü bile duymuyordu”.
Orhan Kemal, Piraye yengesinin, Ustası Nazım’ı
ziyaretlerine anılarında büyük yer vermiş ve bu
ilişkiden belli ki çok etkilenmiştir. Nazım’ın
Piraye’yi alelade bir kocanın karısını sevmesinden
çok başka bir biçimde sevmesine dikkat eden Orhan
Kemal bu sevginin zaman zaman bir saygı ifadesi
olduğunu fark etmiştir. Orhan Kemal, Nazım’ın annesi
ve eşi ile ilgili olarak ta birçok anıya sahip
olmuştur. Bilindiği gibi Nazım Hikmet’in annesi
ressamdır, o yaşta bir kadının resim yapması o
yıllarda ülkemizde olağanüstü bir durum kabul
ediliyordu. Ve annesi geldiğinde oğlunun tablosunu
yaparken neredeyse bütün hapishane bu yaşlı kadını
görmek için geliyor, birçoğu anlamsız garip
bakışlarla bakıyor ve çekip gidiyordu. Nazım ile
annesinin arasında anne-oğul ilişkisinin yanında bir
sanatçı bağıda vardı, bazen bu bağ sanata farklı
bakış açıları nedeniyle münahazaraya dönüşüyor ve
bir süre sonra Orhan Kemal hakem konumuna geliyordu.
Annesinin “vallahi bu çocuk çılgın” sözüyle ortalık
yumuşuyor, Nazım’ın yaptığı tabloları getirmesiyle
bu tatlı tartışmalar yeniden alevleniyordu.
Memleketimden İnsan Manzaraları hızla ilerliyor ve
Orhan Kemal’in hapishaneden çıkma vakti de
yaklaşıyordur. Yazımızın bu bölümüne bir kişi daha
dâhil oluyor, bu kişi genç irisi bir köylü
çocuğuydu, onu ilk kez Nazım’a yardım ederken fark
eden Orhan Kemal, Nazım’ın bu gençle ilgili olarak
anlattıklarını şöyle paylaşır bizlerle Nazım “Gördün
ya, demir gibi çocuk” dedi “Ne esrar, ne afyon, ne
bıçak, ne kumar” işte bu çocuk “Bir tarla yüzünden,
biraz da babasının teşvikiyle komşu tarla sahibini
öldürmüş, on beş seneye mahkûmmuş. Karakalemle ve
murabba usulüyle şunun bunun fotoğrafını
büyütürmüş…” Geldi yanıma, “Sana çıraklık etsem bana
yağlıboya öğretir misin?” diye sordu. Anlaştık…
Yarın veya öbür günden itibaren başlayacak.” Bu
çocuk görüşme günü babası geldiğinde siparişleri
ısmarlayacağını söyledi. Bu çocuk her sabah gelir
Nazım resim yaparken yanında oturur, ona çıraklı
ediyordu. Fırçalarını yıkıyor, paletine boya
sıkıyor, tutkal ve üstübeçle resim bezi hazırlıyor,
bilhassa iri gözlerini büyük bir dikkatle Nazım’ın
fırçasına dikerek dinç bir sabırla bakıyor,
bakıyordu…
Peki, Nazım’ın sık sık büyük yeteneğinden bahsettiği
bu çocuk kimdi? Bu genç, çoğumuzun yakından
tanıdığı, yaşayan en büyük Türk ressamlarından
İbrahim Balaban’dır. Nazım hapishanede çok kişinin
yaşamını ve düşüncelerini etkilemiş ve bu
insanlardan Orhan Kemal, İbrahim Balaban ve Kemal
Tahir zihnimize ve sanat dünyamıza kazınmıştır.
Nazım Hikmet ile dostlukla, emekle ve paylaşımla
geçen üç buçuk yılın ardından kendi deyimiyle
kafasını bir limon gibi, son damlasına kadar sıkıp
bu güzel dostluğu bize aktaran Orhan Kemal’e
şükranlarımızı sunuyoruz. Bana yazımda kaynak teşkil
eden Orhan Kemal’in 1947 yılında yazdığı “Nazım
Hikmet’le 3,5 Yıl adlı eserini okumanızı öneriyorum,
bu eser bize hem Nazım Hikmet’in insan yanını,
hatalarını ve doğrularını gösterirken, bir insanın
yazarlık serüvenini ve bu yolda bildiklerini hiç
esirgemeden paylaşan büyük ustayı anlatıyor.
Son olarak şunu belirtmek isterim, bu yazıda
kendisine küçük bir yer vermemize karşın, İbrahim
Balaban’ın hayatı kitapları dolduracak öneme
sahiptir. İbrahim Balaban’a üretimle dolu uzun
yıllar temenni ediyor, Nazım Hikmet, Kemal Tahir ve
Orhan Kemal’in aziz hatıraları önünde saygıyla
eğiliyorum.
MEHMET ÖNDER
ADANA
Ocak / 2009
Orhan Kemal’in hapishanede bıraktığı ustasına
yazdığı şiiri:
KOMİK HÜRRİYET
Evet
Demek
Demek üç gün sonra
Evet
Senin dediğin
“Komik ve tatlı
HÜRRİYET!”
“Canım efendim
Üstadım benim!”
Beton, demir ve tozlu ampulleri bırakmak birtakım
insanlara!
Evet
Bu hürriyet,
Kampana, kilit gıcırtısı ve gardiyanlar
Bütün bu şeyleri geride bırakabilmek hasreti!
Fakat
Sana mavi göklerin altından bakmak
Seni hapishanede bırakmak!
Demirsiz ve kilitsiz,
Ampulleri tozsuz
Ve gardiyansız
Bir başka nevi hapishanede ben.
Senin dediğin hürriyet
KO-MİK!
Trenler gelir, gider
İstediğin caddeye düşürebilirsin gölgeni…
…
…
Hangi hürriyet?
Geç efendim,
İlahi üstadım benim.
ORHAN KEMAL
|