Adana’nın Ceyhan ilçesinde 1914 yılında başlayan, Bulgaristan’da
1970 yılının sıcak bir yaz günü son bulan bir yaşamın adı değildir
yalnızca Orhan Kemal. Pamuk işleyen işçinin güneşte kavrulmasını
yazıya döken usta romancı, Bekçi Murtaza’nın mesai arkadaşı,
Cemile’nin yüreğindeki sevdasının tercümanı, El Kızı’nın yoldaşı,
Serseri Milyoner’in vicdanı, Baba Evi’nin vazgeçilmezidir de aynı
zamanda.
Yaşadıklarını, tanıklıklarını sade ve kahramanlarının diliyle yazıya
döken ve Bereketli Topraklar Üzerinde başlayan yaşamını İstanbul’dan
Çizgiler ’ le süsleyerek yazıyla zenginleştiren edebiyat dehasıdır
aynı zamanda.
Onun yapıtlarında gezinirken karşılaştığınız kahramanlarla yarenlik
edersiniz. Öylesine söylemiyorum bunu. Dünyada Harp Vardı ve Yağmur
Yüklü Bulutlar’da Beyoğlu’nda gezinirken bulursunuz yazarı. O an
onun karşılaştığı biri “Ooo, merhaba” deyi verdiğinde merhabayı siz
üzerinize alınır ve devamında gelecek serüvenin içinde
buluverirsiniz kendinizi. Öyküyü ya da romanı yazmaz, anlatır;
üzmez, ağlatır; acındırmaz, yardım hissi uyandırır okuyucuda.
Evet. Orhan Kemal Adanalıdır. Oradan gözlemlediklerini en iyi
biçimde yazın yaşamına katması, İstanbul’un kenar mahallelerinde
yaşayan insanların, acılarını, sevinçlerini, kederlerini, umutlarını
ve umutsuzluklarını, üçkağıtlarını, kibirlerini, dağıtmalarını,
toparlamaya çalışmalarını, zaafları ile güçlü yönlerini anlatır
eserlerinde.
Ellili ve altmışlı yılların İstanbul’unda neler yaşandığını o günden
bugüne nelerin değiştiğini nelerin aynı kaldığını öğrenmek için onun
eserleri çok şeyler söyler bizlere. Dolmuş sırasında beklerken
sıraya kaynak yapmaya çalışan adamın nezaketsizliğini halkın nazik
ama kendine has bir dille alaya almasını okurken güler, dünyalar
güzeli eczacı kalfası kızın, mahalle serserilerince ırzına
geçilmesini öğrenen doktorun gözyaşlarına karışır yaşlarınız,
ağlarsınız. Ya da öykü kahramanını aldatan onu kafa kola getirerek
cebindeki son kuruşu ele geçiren adamı, salt o bağışladığı için
bağışlar; bir meyhanede demlenen üç gence laf atarak onların
sohbetine girmeye çalışıp ta giremeyen adamın sonradan hakaret
gerekçesiyle adamları şikayet etmesine yine salt o şaşırmadığı öykü
kahramanını anladığı için sizler de şaşmazsınız.
Yağmur Yüklü Bulutlar’ın aynı adlı öyküsünün girişinde yer alan
“Batı’nın çok ünlü üniversitelerinden birinin tıp fakültesinden
diplomalı olduğunu göz alıcı renklerle tabelasına yazdıran doktorun
sokak kapısı önünde, beyaz başörtülü bir kadın avuç açmış
dileniyordu,” tümcesindeki vurguyu anlamak aynı zamanda bu
toprakları anlamak anlamıyla da eşdeğerdir. Toplumun bir kesimi
batının bütün gelişmişlik olanakları eşliğinde bir yaşam sürerken,
geriye kalan kesimin, içinde bulunduğu koşulları başka hangi tümce
bu kadar iyi anlatabilir ki!..
Geç Kalma Erken Gel’de bir kadın kocasının geç gelmelerine fena
halde içerlemektedir. Kocasının eve geç gelmelerine engel olmanın
yolunun komşusu olan Avukatın karısının da işi sıkı tutma yolu
olarak seçtiği, “…posta koymaya başladım. Eve geç döndüğü geceler
ben de boyanır, süslenir, sokağa çıkar, eve kocamdan sonra dönerdim.
İlk zamanlar kıyametler koptu. Yılmadım. Dayattım. Sonunda… benim
bildiğim erkeği avucunun içinde tutmanın şartı, onu
kıskandırmaktır!” sözleriyle biçimlenen yolu deneme hevesindeki
kadının, bekçi düdüğüne takılan başarısız denemesi, o kadının
yalnızca kursağında kalış trajedisini değil, aynı zamanda toplumun
kadına bakışını da yüzümüze vurur ansızın, bir gece yarısı…
Kenar mahallelerde komşular arasında eksik ve iflah olmaz bir
duygudur haset. Oralardan söz edilir de bu duygudan söz edilmeden
geçmek olmaz. İşte Boyalı Dudaklar tam da bunu anlatır. Çocuğunun
ölümüyle yıkılan bir anne. Bu haberi öteki komşuya dudaklarını
boyayarak yetiştiren yakın komşu. İki komşu çocuğun ölümüne üzülmeyi
değil de, genç yaşta çocuğunu yitiren annenin kirliliğinden tutun da
evine ve çocuklarına güzelce bakmamasından söz ederken bulurlar
kendilerini. Neden sonra anımsarlar çocuğunu yitiren anneyi.
Başsağlığına gittikleri kadının gözünden kaçmaz komşu karısının
boyalı dudakları. Ağlamalarına son veren acılı anneyi, öykünün
sonlarına doğru bakın nasıl anlatıyor usta yazar: “Meliha Abla
çocuğunun ölümünü unutmuş, alıp vermeye başlamıştı bile.
Yumruklarını beline dayadı, mavi terlikli, tombul beyaz ayağını öne
attı. ‘Bugünden tezi yok; bir daha doğuracağım… Pis kısır karı. Mum
alsın da derdine yansın o.’
Böylece ölümle başlayan öykü konusu bir anda yerini çekememezliğe
bırakıverir. İnsanların birbirlerinin trajedileriyle bu kadar kolay
oynayabilecekleri nasıl olurda olur, hikâyesini yazmak da Orhan
Kemal’e kalır.
Hikâyelerin birinde, birinci tekil şahıs ağzından anlatılan olayda
bir garson’dan söz edilir. Yazar, bir kahvede çay içmektedir. Sert
bakışlı sinirli mi sinirli bir garsonu anlatır. Ve merak eder. “Evli
miydi? Çoluk çocuğu var mıydı? Çoluk çocuktan geçtim anası, babası
kaynanası filan vardı da, bütün bu boğazları beslemek için mi
uykusuzluktan böylesine haraptı.”
Yazarın yaşadığı bu duygu durumunu hangimiz yaşamamışızdır ki…
Sokakta girdiğimiz bir çaycı ya da serinlemek için uğradığımız
dondurmacıda gözümüze ilişen bir dondurmacı çırağının haline üzülür
de, ona yardım etmek istemez miyiz? Kendi derdimizden geçip onun
olası dertlerinin çözümüne odaklanmaz mıyız çoğu zaman. İşin içinden
çıkamadığımız zaman da iyisi mi ona bir bahşiş verip sıyırmaya
çalışırız kendimizi bu duygu durumundan.
Garson öyküsündeki adam, böylece işin içinden çıkmaya çalışır.
Kahvehaneyi terk edecekken bir bahşiş bırakıverir garsona. Ancak
geri teper garson, bu bahşişi. Nefretle yüzüne bakar müşterinin. Ve
çeker gider. Oldukça mahcup olan yazarın imdadına kahveci yetişir.
Kahveci, şaşkın bakışlı müşteriye, garsonun bahşişi sadakayla bir
tuttuğunu söyler. Yazar da usullacık kahveden çıkarken, kahvecinin
garson hakkındaki son sözleri akılına takılı kalır: “Bu dünyada
dikili fidanı yok. Benim kahve ocağında yatar kalkar. Evlenmiyor.
Çoluk çocuk insanın belini büker, düşmanına avuç açtırır diyor.”
Dünyada Harp Vardı öyküsü ikinci dünya savaşının doludizgin sürdüğü
bir dönemde yaşanan hapishane yaşamına götürür okuyucuyu.
Hapishaneye çeşitli nedenlerle düşenlerin durumlarını izleriz akan
satırlarda:
“Ellerinde mısır koçanları, çöp tenekelerinden kapışılmış kuru
ekmek, zeytin çekirdekleriyle sürgünler Başgardiyana da, düdüğüne de
boş veriyorlardı. Zararlı tırtıllar, ya da sürgünler gibiydiler. Çiğ
mısır koçanlarını dişliyor, zeytin çekirdeklerini kırıp içlerini
ağızlarına atıyorlardı.
Dünyada harp vardı!
Alman Nazilerinin motorlu birlikleri, tarihsel bir öfkeyle
Avrupa’yı, ne Avrupa’sı bütün dünyayı bir yandan kuzeyin uçsuz
bucaksız bozkırlarına, öte yandan Atlantik’in, Akdeniz’in çivit
maviliklerine sürüyorlardı.
Dünyada harp vardı!”
İkinci dünya savaşının ülkemize yaptığı etkileri buna benzer vurucu
satırlarla okuyucuya sunan yazar, dünyada yaşanan bu savaş halinin
cezaevine yansımasını da aynı vurucu sözcüklerle okuyucuya sunarken
içeridekilerin ruh hallerini de gün yüzüne çıkarır. Mahpusların
içeride yaşadıkları ruh durumlarını, gelgitlerini bir şiir edasıyla
anlatır. 72. Koğuş’ta anlamını bulan o derin ruh hali anlatımı
karmaşık olmayan bir kurguyla yansır belleklerimize ve
yüreklerimize. “Dünyada harp, tutuklular evinde açlık, savrulan
kamalar yarım somun için cana kıyıyormuş… Kimin umurunda…”
Cezaevine düşen hele bir de öykü anlatıcısının koğuşuna düşen bir
adamın havasından geçilmemektedir. Adam sürekli bir karısıyla, bir
parasıyla bir de karısının hediyesi yastığıyla övünür durur. Nasıl
olur da kumara sardırır. Para pul suyunu çeker.
Parası tükenince, ondan bundan borç almaya başlar. Ancak borcunu
geri ödeyemediği, sürekli ütüldüğü için artık borç veren de çıkmaz
kendisine. Karısının dantelle kenarlarını ördüğü yastığını rehin
bırakır birkaç kez. Sonra geceleri dayanamaz, çalar yastığını. Bir
öyle iki öyle. Üçüncüye ele verir yakayı. Dayak üstüne dayak.
Yastığı alamaz bir daha.
Parası ve sürekli övündüğü karısının dantelini ördüğü yastığını
yitiren adamın sonu öyküsünün son satırlarına öyle bir yansır ki; o
öykünün etkisinden kurtulmanız olanaksızdır artık. Öykünün sonu
yalnız toplumsal bir kesiti acı biçimde karşımıza çıkarmaz, aynı
zamanda bir ömür etkiler okuyucusunu.
Behçet Çelik’in, Adana ve Orhan Kemal’i konu alan yazısında,
(Adana’ya Kar Yağmış, Adana Üzerine Yazılar, İletişim) altını
çizdiğim şu satırlar Orhan Kemal’in okuyucu üzerindeki etkilerini
saydam biçimde ortaya koyuyor. “Orhan Kemal’in romanlarında,
hikayelerinde işçilerin nasıl sömürüldüğü kadar köylülerin,
çiftçilerin de haklarının nasıl gasp edildiği de anlatılır. (…) Onun
anlattığı fabrikalar, insanı insanlıktan çıkaran yoksulluk,
ağaların, beylerin düzenine tepki duymama yol açıyordu. Orhan
Kemal’in romanları, hikâyeleri en azından yaşadığımız dünyanın hiç
de adil olmadığını, içinde yaşadığım toplumsal çevreden farklı bir
dünya farklı bir Adana olduğunu, ama bunun da böyle gitmemesi
gerektiğini söylüyordu bana.”
Yazarlar, okuyucularını hem edebi anlamda hem de yaşamsal anlamda
etkilerler. Okuyucuyu etkilemeyen bir kitap ya da yazar düşünmek
olanaksızdır. Ancak bu etkinin, okuyucunun yaşamına yön vermesindeki
boyutlar, iyi bir yazarın engin yazı gücünü de gösterir aynı
zamanda. Yaşama doğrusal bir yön vermek ve edebiyatla iç içe olmak
için Orhan Kemal’in edebi sesine her zamankinden daha çok kulak
vermeliyiz.
[email protected]
|