Ana Sayfa

Coşkun ONGUN - Ağustos 2009

 

Dünyada Harp, Yazıda Orhan Kemal Vardı.




Adana’nın Ceyhan ilçesinde 1914 yılında başlayan, Bulgaristan’da 1970 yılının sıcak bir yaz günü son bulan bir yaşamın adı değildir yalnızca Orhan Kemal. Pamuk işleyen işçinin güneşte kavrulmasını yazıya döken usta romancı, Bekçi Murtaza’nın mesai arkadaşı, Cemile’nin yüreğindeki sevdasının tercümanı, El Kızı’nın yoldaşı, Serseri Milyoner’in vicdanı, Baba Evi’nin vazgeçilmezidir de aynı zamanda.
Yaşadıklarını, tanıklıklarını sade ve kahramanlarının diliyle yazıya döken ve Bereketli Topraklar Üzerinde başlayan yaşamını İstanbul’dan Çizgiler ’ le süsleyerek yazıyla zenginleştiren edebiyat dehasıdır aynı zamanda.
Onun yapıtlarında gezinirken karşılaştığınız kahramanlarla yarenlik edersiniz. Öylesine söylemiyorum bunu. Dünyada Harp Vardı ve Yağmur Yüklü Bulutlar’da Beyoğlu’nda gezinirken bulursunuz yazarı. O an onun karşılaştığı biri “Ooo, merhaba” deyi verdiğinde merhabayı siz üzerinize alınır ve devamında gelecek serüvenin içinde buluverirsiniz kendinizi. Öyküyü ya da romanı yazmaz, anlatır; üzmez, ağlatır; acındırmaz, yardım hissi uyandırır okuyucuda.
Evet. Orhan Kemal Adanalıdır. Oradan gözlemlediklerini en iyi biçimde yazın yaşamına katması, İstanbul’un kenar mahallelerinde yaşayan insanların, acılarını, sevinçlerini, kederlerini, umutlarını ve umutsuzluklarını, üçkağıtlarını, kibirlerini, dağıtmalarını, toparlamaya çalışmalarını, zaafları ile güçlü yönlerini anlatır eserlerinde.
Ellili ve altmışlı yılların İstanbul’unda neler yaşandığını o günden bugüne nelerin değiştiğini nelerin aynı kaldığını öğrenmek için onun eserleri çok şeyler söyler bizlere. Dolmuş sırasında beklerken sıraya kaynak yapmaya çalışan adamın nezaketsizliğini halkın nazik ama kendine has bir dille alaya almasını okurken güler, dünyalar güzeli eczacı kalfası kızın, mahalle serserilerince ırzına geçilmesini öğrenen doktorun gözyaşlarına karışır yaşlarınız, ağlarsınız. Ya da öykü kahramanını aldatan onu kafa kola getirerek cebindeki son kuruşu ele geçiren adamı, salt o bağışladığı için bağışlar; bir meyhanede demlenen üç gence laf atarak onların sohbetine girmeye çalışıp ta giremeyen adamın sonradan hakaret gerekçesiyle adamları şikayet etmesine yine salt o şaşırmadığı öykü kahramanını anladığı için sizler de şaşmazsınız.
Yağmur Yüklü Bulutlar’ın aynı adlı öyküsünün girişinde yer alan “Batı’nın çok ünlü üniversitelerinden birinin tıp fakültesinden diplomalı olduğunu göz alıcı renklerle tabelasına yazdıran doktorun sokak kapısı önünde, beyaz başörtülü bir kadın avuç açmış dileniyordu,” tümcesindeki vurguyu anlamak aynı zamanda bu toprakları anlamak anlamıyla da eşdeğerdir. Toplumun bir kesimi batının bütün gelişmişlik olanakları eşliğinde bir yaşam sürerken, geriye kalan kesimin, içinde bulunduğu koşulları başka hangi tümce bu kadar iyi anlatabilir ki!..
Geç Kalma Erken Gel’de bir kadın kocasının geç gelmelerine fena halde içerlemektedir. Kocasının eve geç gelmelerine engel olmanın yolunun komşusu olan Avukatın karısının da işi sıkı tutma yolu olarak seçtiği, “…posta koymaya başladım. Eve geç döndüğü geceler ben de boyanır, süslenir, sokağa çıkar, eve kocamdan sonra dönerdim. İlk zamanlar kıyametler koptu. Yılmadım. Dayattım. Sonunda… benim bildiğim erkeği avucunun içinde tutmanın şartı, onu kıskandırmaktır!” sözleriyle biçimlenen yolu deneme hevesindeki kadının, bekçi düdüğüne takılan başarısız denemesi, o kadının yalnızca kursağında kalış trajedisini değil, aynı zamanda toplumun kadına bakışını da yüzümüze vurur ansızın, bir gece yarısı…
Kenar mahallelerde komşular arasında eksik ve iflah olmaz bir duygudur haset. Oralardan söz edilir de bu duygudan söz edilmeden geçmek olmaz. İşte Boyalı Dudaklar tam da bunu anlatır. Çocuğunun ölümüyle yıkılan bir anne. Bu haberi öteki komşuya dudaklarını boyayarak yetiştiren yakın komşu. İki komşu çocuğun ölümüne üzülmeyi değil de, genç yaşta çocuğunu yitiren annenin kirliliğinden tutun da evine ve çocuklarına güzelce bakmamasından söz ederken bulurlar kendilerini. Neden sonra anımsarlar çocuğunu yitiren anneyi. Başsağlığına gittikleri kadının gözünden kaçmaz komşu karısının boyalı dudakları. Ağlamalarına son veren acılı anneyi, öykünün sonlarına doğru bakın nasıl anlatıyor usta yazar: “Meliha Abla çocuğunun ölümünü unutmuş, alıp vermeye başlamıştı bile. Yumruklarını beline dayadı, mavi terlikli, tombul beyaz ayağını öne attı. ‘Bugünden tezi yok; bir daha doğuracağım… Pis kısır karı. Mum alsın da derdine yansın o.’
Böylece ölümle başlayan öykü konusu bir anda yerini çekememezliğe bırakıverir. İnsanların birbirlerinin trajedileriyle bu kadar kolay oynayabilecekleri nasıl olurda olur, hikâyesini yazmak da Orhan Kemal’e kalır.
Hikâyelerin birinde, birinci tekil şahıs ağzından anlatılan olayda bir garson’dan söz edilir. Yazar, bir kahvede çay içmektedir. Sert bakışlı sinirli mi sinirli bir garsonu anlatır. Ve merak eder. “Evli miydi? Çoluk çocuğu var mıydı? Çoluk çocuktan geçtim anası, babası kaynanası filan vardı da, bütün bu boğazları beslemek için mi uykusuzluktan böylesine haraptı.”
Yazarın yaşadığı bu duygu durumunu hangimiz yaşamamışızdır ki… Sokakta girdiğimiz bir çaycı ya da serinlemek için uğradığımız dondurmacıda gözümüze ilişen bir dondurmacı çırağının haline üzülür de, ona yardım etmek istemez miyiz? Kendi derdimizden geçip onun olası dertlerinin çözümüne odaklanmaz mıyız çoğu zaman. İşin içinden çıkamadığımız zaman da iyisi mi ona bir bahşiş verip sıyırmaya çalışırız kendimizi bu duygu durumundan.
Garson öyküsündeki adam, böylece işin içinden çıkmaya çalışır. Kahvehaneyi terk edecekken bir bahşiş bırakıverir garsona. Ancak geri teper garson, bu bahşişi. Nefretle yüzüne bakar müşterinin. Ve çeker gider. Oldukça mahcup olan yazarın imdadına kahveci yetişir. Kahveci, şaşkın bakışlı müşteriye, garsonun bahşişi sadakayla bir tuttuğunu söyler. Yazar da usullacık kahveden çıkarken, kahvecinin garson hakkındaki son sözleri akılına takılı kalır: “Bu dünyada dikili fidanı yok. Benim kahve ocağında yatar kalkar. Evlenmiyor. Çoluk çocuk insanın belini büker, düşmanına avuç açtırır diyor.”
Dünyada Harp Vardı öyküsü ikinci dünya savaşının doludizgin sürdüğü bir dönemde yaşanan hapishane yaşamına götürür okuyucuyu. Hapishaneye çeşitli nedenlerle düşenlerin durumlarını izleriz akan satırlarda:
“Ellerinde mısır koçanları, çöp tenekelerinden kapışılmış kuru ekmek, zeytin çekirdekleriyle sürgünler Başgardiyana da, düdüğüne de boş veriyorlardı. Zararlı tırtıllar, ya da sürgünler gibiydiler. Çiğ mısır koçanlarını dişliyor, zeytin çekirdeklerini kırıp içlerini ağızlarına atıyorlardı.
Dünyada harp vardı!
Alman Nazilerinin motorlu birlikleri, tarihsel bir öfkeyle Avrupa’yı, ne Avrupa’sı bütün dünyayı bir yandan kuzeyin uçsuz bucaksız bozkırlarına, öte yandan Atlantik’in, Akdeniz’in çivit maviliklerine sürüyorlardı.
Dünyada harp vardı!”
İkinci dünya savaşının ülkemize yaptığı etkileri buna benzer vurucu satırlarla okuyucuya sunan yazar, dünyada yaşanan bu savaş halinin cezaevine yansımasını da aynı vurucu sözcüklerle okuyucuya sunarken içeridekilerin ruh hallerini de gün yüzüne çıkarır. Mahpusların içeride yaşadıkları ruh durumlarını, gelgitlerini bir şiir edasıyla anlatır. 72. Koğuş’ta anlamını bulan o derin ruh hali anlatımı karmaşık olmayan bir kurguyla yansır belleklerimize ve yüreklerimize. “Dünyada harp, tutuklular evinde açlık, savrulan kamalar yarım somun için cana kıyıyormuş… Kimin umurunda…”
Cezaevine düşen hele bir de öykü anlatıcısının koğuşuna düşen bir adamın havasından geçilmemektedir. Adam sürekli bir karısıyla, bir parasıyla bir de karısının hediyesi yastığıyla övünür durur. Nasıl olur da kumara sardırır. Para pul suyunu çeker.
Parası tükenince, ondan bundan borç almaya başlar. Ancak borcunu geri ödeyemediği, sürekli ütüldüğü için artık borç veren de çıkmaz kendisine. Karısının dantelle kenarlarını ördüğü yastığını rehin bırakır birkaç kez. Sonra geceleri dayanamaz, çalar yastığını. Bir öyle iki öyle. Üçüncüye ele verir yakayı. Dayak üstüne dayak. Yastığı alamaz bir daha.
Parası ve sürekli övündüğü karısının dantelini ördüğü yastığını yitiren adamın sonu öyküsünün son satırlarına öyle bir yansır ki; o öykünün etkisinden kurtulmanız olanaksızdır artık. Öykünün sonu yalnız toplumsal bir kesiti acı biçimde karşımıza çıkarmaz, aynı zamanda bir ömür etkiler okuyucusunu.
Behçet Çelik’in, Adana ve Orhan Kemal’i konu alan yazısında, (Adana’ya Kar Yağmış, Adana Üzerine Yazılar, İletişim) altını çizdiğim şu satırlar Orhan Kemal’in okuyucu üzerindeki etkilerini saydam biçimde ortaya koyuyor. “Orhan Kemal’in romanlarında, hikayelerinde işçilerin nasıl sömürüldüğü kadar köylülerin, çiftçilerin de haklarının nasıl gasp edildiği de anlatılır. (…) Onun anlattığı fabrikalar, insanı insanlıktan çıkaran yoksulluk, ağaların, beylerin düzenine tepki duymama yol açıyordu. Orhan Kemal’in romanları, hikâyeleri en azından yaşadığımız dünyanın hiç de adil olmadığını, içinde yaşadığım toplumsal çevreden farklı bir dünya farklı bir Adana olduğunu, ama bunun da böyle gitmemesi gerektiğini söylüyordu bana.”
Yazarlar, okuyucularını hem edebi anlamda hem de yaşamsal anlamda etkilerler. Okuyucuyu etkilemeyen bir kitap ya da yazar düşünmek olanaksızdır. Ancak bu etkinin, okuyucunun yaşamına yön vermesindeki boyutlar, iyi bir yazarın engin yazı gücünü de gösterir aynı zamanda. Yaşama doğrusal bir yön vermek ve edebiyatla iç içe olmak için Orhan Kemal’in edebi sesine her zamankinden daha çok kulak vermeliyiz.
[email protected]


 


[email protected]