Birkaç gün sonra Orhan Kemal'in doğum günü. 15 Eylül
1914'te Adana'nın Ceyhan ilçesinde doğmuş. Babası Abdülkadir Kemalî,
avukat, 1920-23 tarihleri arasında Kastamonu milletvekili.
Çok geçmeyecek, Abdülkadir Kemalî, siyasî sebepler dolayısıyla
Suriye'de yaşayacak, ailesiyle birlikte. Bir kaçış, kaçmak zorunda
kalış.
Orhan Kemal biraz da bu sebepten orta okul son sınıftayken
öğrenimini yarım bırakır; Suriye ve Lübnan'da on sekiz yaşına kadar
kalır. Sonra 1932'de Adana'ya dönüyor. Askerliği sırasında beş yıl
hapis cezasına çarptırılacak. Kayseri, Adana, Bursa cezaevlerinde
yatmış. Nâzım Hikmet'le tanışma o dönemde.
Adana'da pamuk fabrikalarında, muhasebe bürolarında ekmek kavgası;
Ekmek Kavgası bir öykü kitabının ismi. 1950'de İstanbul'a geldi;
ömrünün sonuna kadar yazarlıkla geçindi.
Orhan Kemal'i 1967'de, Kapalıçarşı'nın Nuruosmaniye kapısında, tam
kırk iki yıl önce tanıdım, mevsim güz başlangıcıydı, serince bir
gün. Öğretmenim Vedat Günyol'la birlikte Yeni Ufuklar'ın küçük
yazıhanesinden çıkmış, yolu uzata uzata, Sirkeci'ye yürüyorduk.
Orhan Kemal fotoğraflarındaki gibiydi, yakışıklı, şapkalı, hafif
bıçkın.
Orhan Kemal'i belki de çok sonra tanıdım, eserinin özüyle.
O günlerde yine ekmek kavgası veriyordu. Edebiyat çevrelerinde
'çalakalem' yazdığına dair fısıltılar alıp yürümüştü. Orhan Kemal'in
eskidiğini, edebiyatının klişeleştiğini -iki kadeh içtikten sonra-
ileri sürenler bile vardı.
Acaba öyle miydi? O dönemin acı ve anlamlı değerlendirişini Memet
Fuat yazmış; 1964'te:
"Orhan Kemal'den ise iyi öyküleri ayırmak gittikçe güçleşiyor.
Kendine özgü havası, taklit edilmez bir yanı olan bu öncülük etmiş
sanatçı, kalleş bir yazı ortamının bütün vuruşlarını yiyen, direne
direne ezilen bir yazar durumunda. Yeterince okuyamayan, durmadan
yazıp yazdıklarını elden çıkarması gereken bir yazar."
Ben de 1980'lerde şöyle yazmışım: "Bu yoğun ve çetin çalışma bir
yandan kalemini biledi, bir yandan da yazdıklarına ayırmak istediği
zamanı kısıtladı." Ancak anlıyor, hissediyordum Orhan Kemal'i.
1970'te tedavi için gitmiş olduğu Sofya'da öldü. Cenaze töreni
görkemli geçti. Şişli Camii'nden Zincirlikuyu Mezarlığı'na yürüyerek
gittiğimizi hatırlıyorum. Hazirandı.
Şüphesiz ki soylu, ruh yüceliği olan bir insandı. Çok
alçakgönüllüydü. 1969'da Cumartesi Yalnızlığı'm Sait Faik Hikâye
Armağanı'nı kazanamayınca, armağanı Faik Baysal'la paylaşan Orhan
Kemal'e atıp tutanlar arasındaydım: Bugün derin utanç, büyük
pişmanlık yüreğimde. Ama yine Cağaloğlu'ndaki son karşılaşmamızda
Orhan Kemal sevgiyle, iyilikle geçiştirmişti. Bu uzun bir akşamdır,
Gar Lokantası'nda noktalanan. Bülent Oran'la o akşam tanıştım sonra
çok andık...
Edebiyata 1939'da şiir ve hikâyeyle başlayan Orhan Kemal, ününü
romanlarıyla kazanmıştır. Bununla birlikte hikâyeciliğini hep
sürdürmüş. Bu alanda unutulmaz eserler kaleme getirmiştir. Memet
Fuat, Türk hikâyesinin iki ustası sayardı Sait Faik'le Sabahattin
Ali'yi, ikisinin sentezi Orhan Kemal'di. Dolayısıyla yeni bir
'okul'du Orhan Kemal.
'Olay'dan büsbütün vazgeçmemiş, sanat-kârane çizginin ille
korunduğu, yalın bir anlatımın, karşılıklı konuşmanın ağırlık
kazandığı öyküler, çoğu kez İstanbul'un hayatından, kimileyin de
Adana, Çukurova'dan trajik sahnelerle örülüdür. Onun öyle öyküleri
var ki, 'bugün'ü de en çok onlar dile getiriyor. "Çikolata"yı, "Önce
Ekmek"i, "Çamaşırcının Kızı"nı, "Elli Kuruş"u bugün kimse
'yazamıyor'. İstanbul'un, büyük kentin varoşlarına, yiten göçen eski
semtlere, umarsız ama özlemli yaşamalara, sınıf atlama
girişimlerinin çaresiz sonuçlarına geniş bir yelpaze açan Orhan
Kemal, çarpık kentleşmenin ilk işaretçisi. (Belki de hâlâ tek
işaretçisi.)
Aynı gözlem ve tutum, Orhan Kemal'in romanlarında da belirgin
biçimde sürüp gider. 1949-1952 arası yayımlanmış, yazarın
tanınmasına yol açan, her biri içli anlatımlarla donanmış,
özyaşamdan izler taşıyan, birbirinin devamı Baba Evi, Avare Yıllar,
Cemile toplumsal, ekonomik, siyasî sebeplerle yılgınlığa düşmüş,
ülkülerini, düşlerini, büyük isteklerini gerçekleştirememiş bir genç
adamın küçük sevinçlerini, mutluluklarını, ayakta kalış kavgasını
yansıtır. Daha bu romanlar, yazarın halktan kişileri dile getirme
özlemine tanık.
Orhan Kemal'den ilk okuduğum romandı Baba Evi. Ablamın
kitaplığından.
Onun Murtaza, Bereketli Topraklar Üzerinde, Hanımın Çiftliği gibi
çok okunmuş, çok sevilmiş romanlarını elbette göz ardı etmeyeceğim.
Ama ben, sonsuz hayranlık duyduğum Orhan Kemal'i, işte demin
belirttiğim, başkalarının çalakalem yazılmış dedikleri -incelik
dolu- eserlerde yakaladım. Sıradan okurun talep ve beklentisine
karşılık vermek zorunda bırakılmış romancı, Gâvurun Kızı (1959) ve
Küçücük'ten (1960) başlayarak, melodram çatısı altında, İstanbul'da
yüz binlerce, sonra milyonlarca kişinin acı, karamsar yaşayışını
yazdı. Bir an önce zengin olma, sınıf atlama hayalleriyle kavrulmuş
bu bedbaht insanlar şimdi yalnız onun eserinde. Beyoğlu'nun kirli,
kusmuklu caddesinde noktalanan Küçücük, bir genç kızın düşüşünü
anlatırken; âdeta 'yansıma'sı gibi, Suçlu (1957) ve Sokakların
Çocuğu (1963) da yeniyetme bir erkek çocuğunun yitik dünyasına
açılır.
Büyük kente göçenlerin yıkımlı hayatlarını deşen Gurbet Kuşları
(1962); ekmek parası için yazmaktan yaşamaya vakit bulamamış bir
yazarın sonbahar aşkını yansılayan Bir Filiz Vardı (1965),
Yeşilçam'da artist olma düşlerinin çöküşünü sergileyen Yalancı Dünya
(1966) İstanbul'un panoramasında o güne kadar pek işlenmemiş,
deşilmemiş konulara, kişilere, mekânlara, yaşam biçimlerine yol
alır. Yine İstanbul'da zor koşullar altında yaşayanların kırık
hikâyeleri 1965 tarihli Evlerden Biri'nin izleğidir. Unutamadığım
Arkadaş Islıkları (1968) romancının, yetişmekte olan genç kuşaklara,
İstanbul'un kıyı köşe semtlerinde özlemleri, hevesleri sönmeye
mahkûm gençliğe âdeta bir umut kapısı arayışı, yarının mutlaka
çalışmada, üretmede, alınterinde belirmesi temennisidir.
Öykülerde, romanlarda, bütün bu eserlerde vasıflı vasıfsız işçiler,
küçük memurlar, yoksul ev kadınları, çalışma hayatında namus
mücadelesine girmiş genç kızlar, bıçkın delikanlılar, bütün o arka
mahalle, İstanbul'un töresi yitti yitecek alaturka, düşkün semtleri
inanılmaz bir canlılıkla bize yansır, bizde yaşamaya koyulur.
Hele Devlet Kuşu (1958) sınıf atlamanın yarattığı sarsıntıları
sergilerken, toplumun 'mutsuz' büyük çoğunluğunun hangi açmazlar
dolayısıyla böyle bir seçime yöneldiğinin, yöneltildiğinin ip
uçlarını söyler. Orhan Kemal, yalnızca romanın başlangıcındaki
tespitleriyle, Türk toplumunu bugüne sürükleyen oluşumları,
dönüşümleri görmüş, göstermek istemiştir.
Devlet Kuşu çizgisinde, ama özen açısından bu romanın gerisinde
kalmış -yine de çok sevdiğim- Serseri Milyoner, İki Damla Gözyaşı,
Sokaklardan Bir Kız, Kötü Yol, hep, romancının geniş okur kitlesine
ses yöneltişi ve 'uyarı'sıdır. Hafif edebiyatın verilerinden
yararlanmış, ama gayeleri bakımından bambaşka boyutlar edinebilmiş
bu romanlar üzerinde yazık ki pek durulmadı. Asıl Orhan Kemal'i,
başarıları vurgulanmış eserleri ölçüsünde, bence, bu tarz, melodram
kokan, ne var ki gerçeklikleri bugün de süren romanlarında aramak
gerekir.
Necatigil can alıcı şiirinde "Yazmaya Orhan Kemal olacaktı" diyor.
Gerçekten öyle: Yalnız Orhan Kemal yazabilirdi...
[email protected] |