Ana Sayfa

İnternette Orhan Kemal


Binyıl Kitap ( 2 haziran 2000 )

Ahmet Ümit

 

Unutturulmaya çalışılan bir yazar: ORHAN KEMAL
Edebiyatımızın ağır işçisi

Hiç kimsenin kuşkusu olmasın, Ahmet Hamdi Tanpınarları, Halide Edipleri Hüseyin Rahmileri, Orhan Kemalleri, Sait Faikleri, Sabahattin Alileri, Nazım Hikmetleri unutan ortak bellek, yarın, bugünün yazarlarını da hiç duraksamadan silip atacaktır. Çünkü vefasızlık virüsü en acımasız kültürel geleneklerden biridir ve kamusal bilince bir kez bulaşınca bir daha kolay kolay gitmez...

Sık sık köklü bir roman geleneğimizin olmayışından, edebiyatımızın cılız olmasından söz edilir. Oysa batı edebiyatı kadar görkemli olmasa da edebiyatımız hiçte küçümsenecek durumda değildir. Ama farkında olana. Farkında olana diyorum çünkü, yazarlarımızın çoğu edebiyat tarihimizi bilmezler. Kendi dilimizde sanatçıları bilmenin önemini bile kavrayamamışlardır. Biraz da bu yüzden olacak, tüketim kültürünün, güncel olan ama kalıcılığı çok tartışılacak değerlerine yaslanarak, edebiyatımızın yaratıcılarını tarihten çıkarma, bellekten silme çabalarına karşı çıkamazlar. Edebiyatımızın kilometre taşı olan yazarlarımızın, bir unutulmuşluk duvarı ardına gömülmeye çalışılmasına tepki göstermezler. Bunun nedeni ise cahillik, ister vefasızlık, isterse kıskançlık olsun sonuçta kaybedenin edebiyat olduğunu algılayamazlar.

Gerçekten de, anadilimizde yapıtlar veren yazarlarımızı unutmak edebiyatımızı çoraklaştırmaktan başka bir anlama gelmez. Geçmişimizi bilmeden yaratmak, ancak, erken doğuma yol açabilir, ölü doğmuş yapıtların çoğalmasına neden olur. Medyanın desteğiyle ne kadar gizlemeye çalışırsak çalışalım prematüre ürünlerimiz bir gün olur bütün ürkütücülüğüyle karşımıza dikilir.

Yanlış anlaşılmasın edebiyatımızın büyük ustalarıyla aynı türden ürünler vermekten söz etmiyorum. Yeni olana ulaşmanın bir anlamda bu ustaların yapıtlarını yadsımaktan geçtiğinin de farkındayım. Ama bilmediğimiz, öğrenmediğimiz bir tarzı, üslubu, anlayışı nasıl yadsıyabiliriz ki? Üsluplarını, tarzlarını, anlayışlarını benimsemesek de ortak yazınsal kültürümüzü oluşturan bu ustaları bilmeden, anlamadan, eleştirmeden edebiyatta denenmemiş olana, biricik olana, yeni olana ulaşmamız imkansızdır.

Hiç kimsenin kuşkusu olmasın, Ahmet Hamdi Tanpınarları, Halide Edipleri, Hüseyin Rahmileri, Orhan Kemalleri, Sait Faikleri, Sabahattin Alileri, Nazım Hikmetleri unutan ortak bellek, yarın, bugünün yazarlarını da hiç duraksamadan silip atacaktır. Çünkü vefasızlık virüsü en acımasız kültürel geleneklerden biridir ve kurumsal bilince bir kez bulaşınca bir daha kolay kolay gitmez.

Çok değil, on beş, yirmi yıl önce her yazdığı olay olan, kitapları üst üste baskılar yapan, bir çok yabancı dile çevrilen Orhan Kemal' de son yıllarda unutulmuş - unutturulmuş yazarlarımızdandır. Oysa Orhan Kemal ülkemizde köyün çözülüşünün insan üzerindeki etkilerini yalın bir dille, özgün bir biçimde anlatan yazarlarımız arasında yer alır. Onun temel özelliği gerçekçiliğidir. Gerçekçiliğinin ise iki ana kaynağı vardır: İlki kendisinin de emekçiler arasından geliyor olması, yani bizzat yaşadıkları; ikincisi ise o dönem sanatta geçerli anlayışın gerçekçilik olması, özellikle Nazım Hikmet’ in yapıtları üzerindeki etkisi. Bunu daha iyi anlamak için Orhan Kemal’ in yaşam öyküsüne göz atalım.

...derken hapishane

Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal, 1914 yılında Adana’nın Ceyhan ilçesinde dünyaya gelir. Yaşamını ve sanatını da etkileyen politikayla tanışması çok küçük yaşlarda olur.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ inde 1.dönem Milletvekilliği yapan babası Abdülkadir Kemali Bey 1930 yılında demokrasi denemesi sırasında Ahali Fırkası’ na katılınca Suriye ve Lübnan’ da gönüllü sürgünlük yaşamak zorunda kalırlar. Bir yıl sonra yurda dönen Orhan Kemal, çırçır fabrikalarında işçilik, dokumacılık, katiplik, ambar memurluğu gibi işlerde çalışmaya başlar. O sıralarda en büyük merakı polisiye roman okumak ve futbol oynamaktır. İşler artınca spora veda eder ama okumaktan asla vazgeçmez.

“Ve kendi kendimi yetiştirme çabası... Elime ne geçirdimse okudum... Bilimsel kitaplardan felsefeye, sosyolojiye kadar ne buldumsa okudum. Sanıyorum annemden gelen “müsbet bilimlere eğilim” olacak, metafizikle bağlantım hemen hemen hiç olmadı... Kendi kendimi müspet bilimlerin ışığı ve doğrultusunda yetiştirmeye çalıştım. Genel olarak Marksizm ile ilintim çok sonraları başladı. Hayata bakış bazı sonuçlara varış, derken hapishane... Hapishane benim için bir üniversite oldu diyebilirim... Hikayeci, romancı kabiliyetim orada keşfedildi...”

Hapishane yılları Orhan Kemal’in yaşamında bir dönüm noktasıdır. Hapishaneye ilk şiirleri yazdığı askerlik sırasında girer. Askerde Nazım Hikmet’ ten, onun şiirlerinden övgü ile söz edince “Yabancı rejimler lehinde propaganda yaptığı” gerekçesiyle yargılanır ve beş yıl hapse mahkum olur. Ama rastlantı tanrısı bu defa onu yalnız bırakmaz. Bursa’ da yatarken Nazım Hikmet, bulunduğu ceza evine nakledilir. Kısa sürede Nazım ile dost olup, odasına taşınmayı başarır. Ama bu Orhan Kemal’ in beklediği gibi eğlenceli saatlerin değil, sıkı bir eğitim döneminin başlaması demektir. İlk şiirlerini Nazım’ a okuduğunda aldığı tepki şaşırtıcı olduğu kadar ilginçtir de.

“Okumaya başladım... Heceyle yazılmış şiirlerdi bunlar; taşkın hislerimi samimiyetle. İnsan gibi değil de, ”ilahileştiğini” iddia edenlerinkine benzetip onlar gibi komikleştirerek dile getirdiğim şiirler... Dörtlük henüz bitmemişti:

-Kafi kardeşim, kafi... bir başkasına lütfen...

Halbuki en güvendiklerimden biriydi... İçimde bir şeyler yıkıldı.

Bir başkası... İlk, ikinci, üçünçü mısraların yarısı.

-Berbat!

Kanım tepeme çıktı ,başım döndü,ufaldım.

Tekrar bir başkası...

-Rezalet

...

-Peki kardeşim, bütün bu laf ebeliklerine, hokkabazlıklara, affedin tabirimi ne lüzumu var?

Samimiyetle duymadığınız şeyleri niye yazıyorsunuz? Bakın, aklı başında bir insansınız, duyduklarınızı, hiçbir zaman duyamayacağınız şekilde yazıp komikleşmekle kendi kendinize iftira ettiğinizin farkında değil misiniz?

Bütün kanım tepemden ayaklarıma iniyor ve bir kağıt tomarından ibaret “şiirlerim” elimden desteyle düşüyor, artık okuyamıyordum.

-Sizde dedi sanat için iyi bir kumaş var, muhakkak... Demin şiirlerinize karşı fazla haşin davranmıştım... Beni mazur görün, sanat bahislerinde hiç şakam yoktur... Sizinle yakından meşgul olmak istiyorum... Yani kültürünüzle... Evvela Fransızca, sonra diğer kültür bahisleri üzerinde muntazaman dersler yapacağız. Tahammülünüz var mı?”

İlk öyküler

Orhan Kemal her yedi gün sekiz saat ders çalışır. Bir gün Nazım’ ın eline rastlantı sonucu Orhan Kemal’in bir roman başlangıcı geçer. Şair ilgilenir. Kısa öykü yazmasını söyler. Böylece o zamanki adıyla Mehmet Raşit Öğütçü’ nün öykücülük serüveni başlamış olur. Fransızca’nın yanında dünya edebiyatı, felsefe, ekonomi - politik dersleri de alan genç yazarımızın ilk öykülerini gören Nazım yanılmadığını anlar. İşçileri emekçileri çok iyi tanıyan Orhan Kemal öykülerinde gerçekçi portreler çizmektedir.

Raşit Öğütçü’ nün Orhan Kemal’e dönüşmesi de o yıllara rastlamaktadır. Artık yazarımızın öyküleri çeşitli dergilerde yayınlamaya başlamıştır, ama ne yazık ki bunlardan eline para geçmemektedir. Nazım Orhan’ın “Güllü” ve “Asma Çubuğu” öykülerini İlkdam Gazetesi’nde gece sekreteri olan Kemal Sülker’e gönderir ve telif hakkı alınmasının vurgulayan bir de not ekler. Kemal Sülker öykülerin altına Orhan Kemal takma adını yazarak, Yazı İşleri Müdürüne bunları ben yazdım telif hakları için muhasebeye bildir de paralanalım, der. Böylece Orhan Kemal adı doğmuş olur.

Orhan Kemal hapishaneden çıkınca sık sık işsiz kalarak çeşitli mesleklerde çalışmayı sürdürür. Bu arada öykülerini dergilere yollar. Kalemi günden güne yetkinleşmektedir. Derken roman yazma sevdasına kapılır. Onu ilk destekleyen yine Nazım’ dır. ”Hemen başla,” diye hapishaneden yazar.

İlk romanı “Baba Evi” Orhan Kemal’in hapishaneden çıkışından beş yıl sonra Varlık Yayınları’nca basılır. Onu öyküleri ve romanları izler. Ama geçinmek için hala başka işlerde çalışmak zorundadır. 1950 yılında ailesiyle birlikte İstanbul’la göçünce yanlıca yazarlıkla, geçinmeye karar verir.

Ancak bu düşündüğünden de zordur. Gazetelerde kısa öyküler yazar, küçük çıkarlar peşindeki filmcilere senaryo yetiştirmeye çalışır, üstelik bunlardan dişe dokunur bir parada kazanmaz. Yine de mutludur. Sabahın dördünde herkes uyurken çalışmaya başlar, hevesle bir öykünün yeni bir romanın yazımına girişir. Geleceğe ilişkin umudunu hiçbir zaman yitirmez. Boş zamanlarında da arkadaşlarının yanında alır soluğu. En iyi arkadaşlarından, edebiyatımızın bir başka işçisi Muzaffer Buyrukçu bir anısını şöyle anlatıyor:

“Edip Cansever ile tavla oynamaları bir alemdi. Tanıdık,yabancı seyirciler kuşatırdı çevrelerini . Çaylar, kahveler, kantlar, oraletler içilirken, oyunun gerilimi karşılıklı sataşmalarla artardı. ”Sen mi ökesin ben mi ökeyim, şimdi göreceğiz “Edip Cansever’in moralini bozmaya çalışırdı. ”Bugün formumdayım bay kansöve, seni çiğ çiğ yiyeceğim ”Edip Cansever soyadını Fransızcaya çeviren Orhan Kemal’e, onun aşırı neşesini sürekli kılmak isteğiyle ve az rastlanan soyluluktaki gülüşüyle “İnsan yaşlanınca çenesi düşermiş,” derdi. Orhan Kemal bu cümleyi beğenmemiş gibi yalancıktan yüzünü buruştururdu. ”Buyruk işitiyor musun banal sözleri?”

“Eee,seviye meselesi,senin gibi milletvekilinin oğlu değil ki...”

Edip Cansever dikkatini zarlara verdiğinden Orhan Kemal’e attığım kamışı sezemez, ”Allahaşkına kışkırtma şu düğün serserisini,” derdi.

Edip Cansever‘ in yenilgiye uğratılmasını beklerken kendisine ateş edildiğini toz duman yatışınca anlayan Orhan Kemal başını sallaya sallaya konuşurdu. ”Dost dediğin böyle olur, sağ gösterip sol vurur.”

Orhan Kemal 1970 yılında tedavi için gittiği Sofya’da yaşama gözlerini yumduğunda, arkasında Murtaza, Bereketli Topraklar Üzerinde, 72. Koğuş gibi başyapıtlarının da yer aldığı 200’ ü aşkın öykü, 30’ a yakın roman bıraktı. Orhan Kemal içinden geldiği toplumu, kendisi gibi yaşamını çalışarak kazanan insanları yazdı, ezilen ekmek derdinde olan insanları. Onların git gide acımasızlaşan yaşam karşısındaki tutunma mücadelelerini yazdı. Bir yazar olarak her zaman sömürülenlerin yanındaydı ama içinde hiç kimseye karşı kin, düşmanlık yoktu. Belki de onu kaba gerçekçilikten, didaktik olmaktan koruyan yanı da bu olmuştur. Onun öykülerinde kelimenin tam anlamıyla gerçek insanların, gerçek serüvenleri vardı. Acı bir düdük sesiyle boşalan fabrikaların yorgun paydos saatleri, bahçede yakılan mangalın ölgün pırıltısı, havayı dolduran anason kokusu insan teninin sıcaklığı, umudu hep diri kalan Çukurova köylülerinin buruk gülümseyişleri, ayaklarının altındaki toprağın kaydığını gören ağaların kendi kültürlerinden vazgeçmeleri, yeni yetme fabrikatörlerin acımasız sonradan görmelikleri... Sanayileşmeye adım atan ülkemizde insanın bin bir türlü halini yazdı.

Yalın, hızlı, akıcı bir dil kullanıyordu Orhan Kemal. Kahramanlarının psikolojilerinin diyaloglarla, olayların akışı içinde anlatmayı seçmişti. Kafalarını tek bir biçemle bozmuş, kimi çok bilmişlerin dudak büktüğü bu üslup aslında son derece zor bir tarzdır. Orhan Kemal bunu başarmıştı. Zaten başka çaresi de yoktu. Gazetelerde yazdığı öykülerin kısa olması gerekiyordu, aynı zamanda bu tarz onun edebiyata bakış açısından kaynaklanıyordu. Orhan Kemal’e göre edebiyat dünyayı değiştirmenin araçlarından biriydi. Ama yalnızca bununla sınırlı değildi. Bu yüzden Orhan Kemal’in romanlarında keder kadar neşe de yer alır. Trajik öykülerin yanı sıra “Tersine Dünya” gibi komik yapıtları da vardır. Murtaza’ da olduğu gibi yapıtlarında hicvi kullanmaktan çekinmemiştir

Kendi sözleriyle o, ”insanlığın, insanlık tarafından, insanlık için yönetilmesi çabası adına sanat,” yapsa da edebiyatın çok işlevliliğini hiçbir zaman göz ardı etmemiştir.

Ölümünün 30.yılında Orhan Kemal’i saygı ile anarken, onun gerçek değerinin mutlaka anlaşılması gerektiğini, bunun büyük bir yazara vefa borcu olduğu için değil, edebiyat kültürümüzün güdük kalmaması, zenginliğinin, çeşitliliğinin, derinliğinin yok yok olmaması için gerekli olduğunu düşünüyorum.


[email protected]