Başrollerinde Özgü Namal ve Mehmet Aslantuğ’un rol aldığı
“Hanımın Çiftliği” daha ilk bölümüyle reyting rekorları kırdı
Buket Aşçı
Türk Edebiyatı’nın görkemli yazarlarından Orhan Kemal’in aynı
isimli, üç ciltlik eserinden televizyona uyarlanan dizi için dönemin
Adana’sı bire bir canlandırıldığı gibi romandaki çiftliğin de aynısı
yapıldı. Açıkçası 56 yıllık kısa hayatına 49 kitap sığdırmayı
başaran büyük yazara da bu yakışırdı. Biz de hem bu nedenle hem de
ayın 15’inin yazarın 95’inci doğum gününe denk gelmesinden ötürü
oğlu Işık Öğütçü ile kurduğu Orhan Kemal Müzesi’nde buluştuk;
“Hanımın Çiftliği”ni ve Orhan Kemal’in hayatını konuştuk.
Orhan Kemal’in oğlusunuz, onun kitaplarını satır satır okuyup
karakter tahlilleri yaptınız. “Hanımın Çiftliği” romanının yeni
uyarlamasını nasıl buldunuz?
Biliyorsunuz; “Hanımın Çiftliği” üç cilttir; “Vukuat Var”, “Hanımın
Çiftliği” ve “Kaçak.” Diziye ilk iki kitap uyarlanıyor. Yani biz şu
anda “Vukuat Var”ın ilk sayfalarını seyrediyoruz. Ve izlerken bir
anda fark ettim ki babamın romanını satır satır okuyorum.
Kadrosuyla, oyuncularıyla, yöresel konuşmalarla dört dörtlük
uyarlama olmuş. Hiçbir sırıtma yok. Her şey bire bir aynı mı? Tabii
ki değil. Beni şaşırtan ise Muzaffer Bey oldu. Muzaffer Bey, kitapta
sert bir karakterdir, insafı olmayan, acımasız bir toprak ağası.
“Mehmet Aslantuğ onu canlandırabilir mi?” diye çok düşünmüştüm.
Çünkü Aslantuğ’u hep bir salon beyefendisi olarak görmüşümdür. İlk
bölümde gördüm ki Mehmet Aslantuğ role yakışmış. 1954 yılının
karakterini çok iyi canlandırmış.
Özgü Namal Güllü’ye yakışmış mı? Daha uzun boylu, biraz etine dolgun
olması gerekmez miydi?
Evet, ama Güllü sadece fiziksel olarak değil karakter olarak güçlü
bir kişiliktir. Özgü Namal çok güçlü bir oyuncu, oynadıkça
devleşenlerden... Doğru bir tercih. İlk bölüm gösterdi ki, Özgü
Namal’ın oyunculuğu Güllü’nün güçlü karakterini çok iyi karşılıyor.
Babasına karşı durduğu sahnede Güllü’nün karakterini ortaya koydu.
Orhan Kemal’in romanlarında tanık olduğu olay ve kişilerin önemli
bir yer tuttuğunu görürüz. “Eskici ve Oğulları”nda arkadaşım Destan
Harmancı’nın dedesi yer alıyor. Aynı şey, “Hanımın Çiftliği” için de
geçerli mi?
Şu ana kadar böyle bir söylem duymadık. Ama babam gerçekten
gözlemlerine göre yazardı, bu romandaki çiftlik ya da Güllü için
“Şunun hikâyesidir” diyemeyiz belki ama muhakkak dönemin
Adana’sından, hayatından izler taşıyordur. Mesela karakterlere
baktığımda kendi ailemden izler görürüm.
Kimleri benzetirsiniz...?
Güllü’nün sevgilisi Kemal'i büyük abim Nazım olarak.
Abim,parlamayan, kızmayan, insanları anlamaya çalışan, hoşgörülü çok
tatlı biridir. Babamın “Eskici ve Oğulları” isimli romanında tam
tersi iki oğul vardır. Küçük oğul agresiftir, sürekli parlar,
sinirlidir. O da benim bir büyüğüm olan Kemali Abime benzer.
“Hanımın Çiftliği”ndeki Kemal’in yanında olan ve ona yol gösteren
bir de Muhsin Usta vardır. İlerleyen bölümlerde daha iyi göreceğiz.
Aslında o, babamın romanlarında kendini sık sık gösteren aydınlık,
mantıklı, sağduyulu bir kahramandır. “Avare Yıllar”da adı İlyas
Usta’dır, “Arkadaş Islıkları”nda İzzet Usta... Bu ustalar da aslında
tek kişidir; babamın çok değer verdiği arkadaşı,ustası Nazım
Hikmet’tir. Yani Muhsin Usta da aslında Nazım Hikmet’ten başkası
değildir.
Muzaffer Bey kime benziyor?
Annemin babası, büyükbabam Malik’e... Malik Bey, Yugoslavya’da,
Saraybosna’da otoriter bir derebeyiymiş. Toprak Ağası. Zaten Babam
“Cemile” romanında da bunu anlatır. Muzaffer Bey’e bakınca ondan
izler görüyorum, ama tabii bire bir o demek doğru olmaz çünkü
Muzaffer Bey, 1950’li yıllarda Adana’da yaşayan bir kişilik.
“Hanımın Çiftliği” çok kritik bir dönemi konu alır. Tek partili
dönemden çok partili döneme geçiliyordur, Marshall yardımı vardır...
Muzaffer Bey, Cumhuriyet Halk Partisi’ne ve Atatürk devrimlerine
gönül vermiş biridir. Buna rağmen, dededen, atadan kalan toprak
ağalığından kopamaz. Sahipsiz topraklara el koymuştur...
Peki ya Güllü’nün annesi?
Güllü’nün annesinde de annemden izler vardır. Çok güzel bir kadındır
Güllü’nün annesi, zaten Cemşir de onu bu yüzden alır. Bu kadını da
biraz anneme benzetirim. Çünkü onun da hayatında tıpkı annem gibi
yokluktan kaynaklanan sıkıntılar vardır.
Güllü’yü benzettiğiniz biri var mı?
O bence direnen, isyan eden herkes olabilir. Güllü çok yaşayan bir
karakter... Onun için şu ya da bu diyemem. Güllü başkaldıran, kural
diye dayatılanları reddeden biri... Tüm zorlukların ortasında bir
kadın olarak ayakta kalmaya çalışıyor. Bunu ilk önce babasına para
vermeyerek, daha sonra bir mal gibi satılmasına direnerek
gösteriyor. İlerleyen bölümlerde bunu daha iyi göreceğiz. Birinci
bölümde Muzaffer Bey’i hamamda yıkayan bir Gülizar gördük. Gülizar,
hem evin işlerine bakar hem de Muzaffer Bey’in özel yardımcısıdır.
Ne metrestir, ne sevgili, hatta kapatma bile değildir...
Evet, hiçbiri değildir. Sadece bir kadın motifidir. Güllü, kaderinin
bir Gülizar gibi olmasını istemez.
Dizi çekimi için romanda geçen çiftliğin bire bir aynısının
yapıldığı söylendi. Siz ne diyorsunuz?
Dediğim gibi romanı satır satır okuyor gibiyim. Zaten babamın
romanlarında hem karakterler hem de çevre çok iyi çizilir. O yüzden
her şey gözünüzde canlanır, dizi de bunun hakkını vermiş.
Sizce Orhan Kemal yaşasaydı ve bu diziyi görseydi ne hissederdi?
Babamın romanları o yaşarken de sinemaya uyarlanmış ve bunları
görmüştü. Ama “Hanımın Çiftliği”ni izleseydi çok sevineceğine, mutlu
olacağına eminim. Çünkü bu sayede o da 1950’lerin Adana’sını
yaşayacaktı. Çünkü baktığımızda nefis bir çekim görüyoruz. Dönemin
Adana’sı o kadar iyi canlandırılmış ki sokakları, sineması, kulübü,
evleri, döneminin arabaları, faytonları (kitapta “kerusa” denir)
hepsini babam da görebilirdi.
Peki “eserden bir kopuş olur” endişeniz var mı? Çünkü bunu “Aşk-ı
Memnu”da da, “Yaprak Dökümü”nde de gördük, bir süre sonra eserden
kopmak durumunda kalınıyor...
Sözleşmede şunu dedik: Orhan Kemal’in dünya görüşüne halel
getirmeyecek birtakım küçük değişiklikler yapılabilir, ama tersi
olmaz. Ama hem yapımcı hem de yönetmen romana ve babama o kadar
değer veriyor ki büyük bir değişiklik yapmak gerekirse de bize
danışacaklardır, eminim.
Ne yazık ki pek çok kişi bu diziyle Orhan Kemal’in adını duyuyor. Bu
yüzden sormak da fayda var, kimdir Orhan Kemal?
15 Eylül 1914 de Ceyhan'da dünyaya geliyor.Babamın babası ilk
Meclis’in Kastamonu milletvekili Abdülkadir Kemali Bey’di. 1923’te
vekilliği bitince siyasete atılır, ama pek çok kez de soruşturmaya
uğrayıp hapse girer. 1930’da çok partili sistemi deneme sürecinde, o
da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kurar. Ancak bir süre sonra Mustafa
Kemal, ondan da -arkadaştırlar- partisini kapatmasını ister. Böylece
dedemin sekiz buçuk yıllık gönüllü sürgün dönemi başlar: Halep,
Kudüs, Beyrut... Mesela babam 1931-32 arasında Beyrut’tadır ve
lokantacılık yapar. O zaman 18 yaşındadır ve ilk aşkı orada
tanıştığı Eleni isimli bir Rum kızıdır. 1932’de babam Türkiye’ye
gelir, para-pul yoktur ama kendini çok iyi yetiştirir, bol bol kitap
okur. Avarelik de yapar, futbolcudur hem de santrafor. Bize “her
maçta mutlaka golüm vardı” derdi. 1938’de ablam kırk günlükken
askere gider ve orada hem Nazım’ın kitaplarını okuduğu ve “Neden
bizim ülkemiz Balkan ülkelerinden geri” diye konuştuğu için beş yıl
hapis cezası alır. Niğde,Kayseri,Adana ve Bursa cezaevlerinde
kalır.1940 yılında Bursa cezaevine nakledilen Nazım Hikmet'le
tanışır ve beraber 52.koğuşta karşılıklı ranzalarda kalırlar.
1940 yılında Orhan Kemal o zaman romancı değil mi?
Sadece şiir yazan biri... Nazım'a şiirlerini okuyor.Nazım
beğenmiyor. “İnanmadığın şeyleri niye yazıyorsun.Şiirlerin berbat”
diyor. Ama bir gün babamın bir düz yazısını okuyunca “Sen düz yazıya
devam et.Sen de çok iyi bir kumaş var,” diyor. O da ustasının sözünü
tutarak yazmaya devam ediyor.
Orhan Kemal Türk Edebiyatı’nın en üretken yazarlarından biri... 49
kitabı var değil mi?
Evet, hem de 21 yılda 49 kitap. İlk kitabı 1949’da çıktı. 1970’de
vefat etti.
Dünya edebiyatından da Stephen King’in hızlı yazmak gibi bir
özelliği vardır. Ama Orhan Kemal daha hızlıymış. Bunu nasıl
başarıyordu?
Babam sadece kaleminden para kazandı. Bir ara Adana’da Kızılay
Derneği’nde, Bağ ve Bahçeler Derneği’nde çalışmış ama 1950
seçiminden sonra DP artık her yere kendi adamını yerleştirmeye
başlayınca babamı da işten çıkarmışlar. Babam da Adana'da iş
bulamadığı için İstanbul’a göç etmiş. O yüzden 1951-70 arasında hep
kalemi ile yaşadı. Hep yazmak zorundaydı. O yazsın ki, eve ekmek
parası gelsin. Mesela annem semtimizde kurulan pazara akşamları
çıkardı. Akşama kalan sebze ve meyve nispeten daha ucuz olduğu için
böyle bir tercih yapardı. Ekonomik sıkıntımızın had safhalarında
sabah-öğle-akşam üç öğün kıvırcık salata yediğimi bilirim. Sonra
kuru fasulye! Üç gün yediğimiz günler olurdu. Bulgur pilavı da
öyle... Bazen babam bir eserini tefrika olarak gazeteye sattı mı
işte o zaman ödül olarak evde çiğköfte yapılırdı. Gerçi ben
sevmezdim ama babam için büyük kutlamaydı. Yani biz karnımızı
yazdığı bu romanlarla doyurduk, bayramlıklarımızı bu romanlarla
aldık.
Konsantrasyon diye de bir şey var ama... Öyle ha deyince roman
yazılır mı?
Babam için böyle bir sorun yoktu. O, “Ben daktilonun başına
geçtiğimde zaten iş bitmiştir.. Çünkü benim etrafımda gözlemlediğim
zengin bir yaşamım vardı. İş hayatını, işçileri, toprak ağalarını
biliyordum. Böyle bir hayatı kaleme almak da benim için çok kolaydı.
Konu sıkıntısı çekmezdim” derdi.
Peki en hızlı yazdığı roman...
1954’te bir röportajda bu soruyu kendisine de sormuşlar. Şöyle
demiş; “Vukuat Var’ı 20 günde daktiloyla yazdım.” Yani şu an
televizyonda gösterilen dizinin ilk cildini. 400 sayfalık bir
romandır bu... Ama insan düşündüğünde, ne zaman ve nasıl yazdın diye
sormak geliyor içinden. Bu arada ne içtin, ne yedin? Üstadın bu
hızına ve mücadelesine hayran olmamak elde değil.
|