Ana Sayfa

Vatan Gazetesi / Kitap Eki  - Işık Öğütçü - 16 Eylül 2009

 

İyi ki doğdun baba!




Çocukken babamın yazar olduğunu bilmezdim. Yaşantımın anımsadığım ilk hatıra kırıntıları Unkapanı’nda oturduğumuz Cibali Fırın Sokağı’ndaki o iki katlı kâgir evde yaşadıklarımdır.
Babamın Konstantin’in fareleri diye nitelendirdiği bu Bizans’ı görmüş fareler ile birlikte o evde yaşayıp giderdik.Çok iyi hatırlarım mutfağın zeminini kemire kemire bir gün mutfağın çökmesine neden olmuşlardı.Bunlar fare değil kedi azmanı cardınlardı.Bu hareket içinde babam yazarda yazardı:
“Islak kirpikleriyle gece yarısından sonraki İstanbul’a dalgın dalgın baktı. Evet, büyük, güzel, çok güzel bir şehirdi İstanbul. Uçurum kenarlarında bitmiş göz alıcı çiçekler gibi. İnsanı kendine çekiyor, sonra da uçuruma yuvarlanışına sadece bakıyordu ..”

Kış ayları bir türlü geçip gitmez gibi gelirdi.Bilhassa zemheriler. Haliç’in kıyısında bulunan kömür tevzii deposundan taşkömürünü karneyle alırdık. Sonbaharda elde avuçta para mevcutsa, babam ile veya daha sıklıkla annemle bu kömür deposuna giderdik. Bir veya bir buçuk ton kömür almak için sıraya girerdik. Burada da işinizi iyi bilmeniz gerekirdi. Yoksa kaşla göz arasında kömürün tanesi yerine tozunu arabaya yüklerlerdi.Genelde bu kömürü taşıyan at arabaları olurdu. Arabanın yanında yürüyerek eve gelir,kömürü kömürlük kapağının önüne yıktırır,sonra da ev halkı kömürü delikten içeri atardık.Tabii daha önce alınmış beş çekilik odun kömürlükte istif edilmiştir. Sobada odunu sabah sabah tutuşturmak, o soğukta o kadar zordur ki! Pazar günleri babam evde olur,sobayı yakmaya uğraşır, odun tutuşmaz o zaman kalayı basardı sobacıya, oduncuya, poyraza, çekmeyen bacaya devire devrana. Küfürü yiyen namussuz soba bir süre sonra tutuşur, babamın birden siniri geçerdi.Ev halkı yavaş yavaş uyanır. Sobanın üzerinde kızarmış ekmekle yapılan sade kahvaltıdan sonra sohbet edilirdi. Annem babamın kallavi kahvesini hazırlar getirirdi. Babamın keyfi gelmiştir artık. En küçük olduğum için her türlü şımarıklığı yapardım.O da benimle çocuk olur, Suat Yalaz’ın “Karaoğlan”ını beraber okur,bana anlatırdı. Ona ablamın verdiği makaralardan oyunlar yapardım. Kibrit kutularını arka arkaya takar,tren yapar makaralara çarptırırdım.Çocuk dünyamla baş başa kaldığım zaman o usullacık yukarı odasına çalışmaya giderdi. Biraz sonra daktilo tıkırtıları başlardı. Benim kibrit kutularından trenler bu tıkırtılarla raylar üzerinde canlanır ovalar, dağlar,tüneller geçerek giderdi. Bazen bu tıkırtılar hafifler, anlardım ki benim kibrit kutusu trenlerim yokuş çıkmaktadır. Bazen de bir türkü olur her yeri kaplar, gürül gürül akan bir nehirdir. Suyla beraber akardı trenim. Bu sırada babamın daktilosu dile gelir, yazarda yazardı:
“Boşnakça bir halk türküsüydü bu. Bu türküde bir Avşar kilimindeki renklerin cümbüşü vardı. Bu türküde hasret vardı, bu türküde arzu, bu türküde aşk.. Bu türkünün motifleri Hint’de, Çin’de, Kazablanka’da, New York’da, Po Vadisi’nde, Güney Amerika Bozkırları’nda, Orta Anadolu’da da vardı. Bu türkü insanlığın hasretlerini, arzularını belirten nakışlarla işli bir türküydü…”

Unkapanı’nda, Cibali İlkokulu’nda birinci ve ikinci sınıfları okumuştum. 1966 yılında ikinci sınıfta okurken, sabaha karşı sivil görevliler eve gelmiş,evin her yerini aramış ve sonra da babamı alıp götürmüşlerdi. Nereye mi? Bilmem? Sadece iki kere Sultanahmet Cezaevi’ne gitmiştik. Birisinde, teller gerisinde gürültülü konuşmalar içinde babamı görmüştüm. Diğerinde ise, açık bir görüşme de babamın dibindeydim ama yine kendisini dinleyemiyordum. Sadece üzgün yüzümle ona hasret, zayıf haline acıyla bakarak yanında oturmuştum sessizce. Dokuz yaşındaydım. Annemin bize her zaman tembihi vardı. Şayet okulda veya dışarıda babamın ne iş yaptığını soracak olurlarsa, “serbest meslek deyin” derdi. Bu ne mesleğiydi anlamamıştım? Babam muhasebeci miydi? Yoksa başka bir mesleğimi vardı? Önemsemezdim. Odasındaki dolu dolu kitapları bilirdim. Onu hep ama hep daktilonun başında görür, bir de sabaha karşı kulağıma çalınan daktilosunun tıkırtısını duyardım yazarda yazardı:
“Mal mülk para… Kafa zenginliği olmadıktan sonra neye yarardı?
Hiçbir zaman sadece mal, mülk düşünmemişti. Kitapları vardı. Kitaplarının dünyasına kendini kaptırmıştı. Onlar, o kitapları yazanlar gibi olabilmek istiyordu. Olamazmış, önemli değildi. Günün birinde olabilmek ümidini yaşatıyordu ya. Yetiyordu…”

1967 yılında, Fatih’te oturduğumuz evden bir gün yola düştük. Ankara’ya gidiyorduk. 72.Koğuş oyununun galasına. İlk defa babamın bir oyununu seyredecektim. Babam, annem, ağabeyim ve ben tiyatronun koltuklarına oturmuştuk. Aşık Mahzuni’nin nefis müziği, Osman Şengezer’in dekoru ve Asaf Çiyiltepe’nin yönetiminde AST oyuncuları harikâlar yaratıyordu. Kaptan’ın öldüğü son sahnede gözlerim yaşarmıştı. Babam ise mutluydu. Kimsenin önemsemediği bir insanlık dramını gözler önüne seriyordu.Hapishane’de yaşadığı yılları yazmış, oyunda geçen tüm tipleri tanımıştı. Onun için oyun çok ilgi görmüş, yıllarca oynamış ve hâlâ oynanmaktaydı. Kendi mutluluğundan çok halkın mutluluğu daha iyi yaşaması için sanatla verilen mücadelede, ona çektirilen sıkıntılara bu oyunun başarısı en güzel cevaptı. Kalemini hiçbir zaman daha iyi bir yaşam için satmamıştı. Kaybedenlerin yanında daima sessizlerin sesi olarak yılmadan yazdı da yazdı:
“İzzet Usta;
İnsanlara kızmamaya alışın. İnsanlar kızılmaya değil, acınmaya ve sevilmeye muhtaçtırlar. Hastasına kızmayan bir doktor olmaya çalışın. Ekmeğinizi alnınızın teriyle kazanın, kitaplar satın alın, bol bol okuyun. Benim kim olduğumu öğrenip de ne yapacaksınız? Bir insan işte…”

Yıllar geçmiş ben on üç yaşına gelmiştim. 1970 yılında, mart ayının bir cumartesi günü Basınköy’deki evde otururken babam çalışma odasından gelerek divana oturdu. Elinde yeni yazmış olduğu Murtaza 2’nin müsveddeleri vardı. Yüzü gülüyordu. Yeni yazdığı Murtaza’yı bize okumaya başladı. O okurken aslında Murtaza’yı yaşıyor ve onda canlanıyordu , “Yağar idi yağmur, çakar idi şimşek hem da yıldırımlar…” sözünü hiçbir zaman unutmadım .

15 Eylül onun 95. yaşına bastığı gün. Doğduğu gün dedesi,Çanakkale’de teğmen olan babasına doğum müjdesini babamın imzasıyla çektiği şu telgrafla verir, “Ben de dehr’in sitemin çekmeye geldim dehr’e… Mehmet Raşit” Yani dünyanın sıkıntısını çekmeye geldim diyerek, hayatında yaşayacaklarının özetini babasına bildirmiş oluyordu. Çektiği sıkıntılar, halkın içinde olması, onları sevmesi onu gerçek bir sanatçı kıldı. Böylece 27 roman, 15 öykü, 2 anı, 2 tiyatro, 1 günlük/şiir, 1 düzyazı, 1 inceleme olmak üzere kırk dokuz yapıtı bizlere hediye etti. Toplumdan alacaklı olarak ölmesini bildi. Ama inanıyorum ki, bütün alacaklarını da helal ederdi.
Sağlığında hiçbir zaman diyemediğim bir sözü burada söylemek istiyorum. İyi ki doğdun baba! Doğum günün kutlu olsun!



 


[email protected]