Çocukken babamın yazar olduğunu bilmezdim. Yaşantımın anımsadığım ilk
hatıra kırıntıları Unkapanı’nda oturduğumuz Cibali Fırın
Sokağı’ndaki o iki katlı kâgir evde yaşadıklarımdır.
Babamın Konstantin’in fareleri diye nitelendirdiği bu Bizans’ı
görmüş fareler ile birlikte o evde yaşayıp giderdik.Çok iyi
hatırlarım mutfağın zeminini kemire kemire bir gün mutfağın
çökmesine neden olmuşlardı.Bunlar fare değil kedi azmanı
cardınlardı.Bu hareket içinde babam yazarda yazardı:
“Islak kirpikleriyle gece yarısından sonraki İstanbul’a dalgın
dalgın baktı. Evet, büyük, güzel, çok güzel bir şehirdi İstanbul.
Uçurum kenarlarında bitmiş göz alıcı çiçekler gibi. İnsanı kendine
çekiyor, sonra da uçuruma yuvarlanışına sadece bakıyordu ..”
Kış ayları bir türlü geçip gitmez gibi gelirdi.Bilhassa zemheriler.
Haliç’in kıyısında bulunan kömür tevzii deposundan taşkömürünü
karneyle alırdık. Sonbaharda elde avuçta para mevcutsa, babam ile
veya daha sıklıkla annemle bu kömür deposuna giderdik. Bir veya bir
buçuk ton kömür almak için sıraya girerdik. Burada da işinizi iyi
bilmeniz gerekirdi. Yoksa kaşla göz arasında kömürün tanesi yerine
tozunu arabaya yüklerlerdi.Genelde bu kömürü taşıyan at arabaları
olurdu. Arabanın yanında yürüyerek eve gelir,kömürü kömürlük
kapağının önüne yıktırır,sonra da ev halkı kömürü delikten içeri
atardık.Tabii daha önce alınmış beş çekilik odun kömürlükte istif
edilmiştir. Sobada odunu sabah sabah tutuşturmak, o soğukta o kadar
zordur ki! Pazar günleri babam evde olur,sobayı yakmaya uğraşır,
odun tutuşmaz o zaman kalayı basardı sobacıya, oduncuya, poyraza,
çekmeyen bacaya devire devrana. Küfürü yiyen namussuz soba bir süre
sonra tutuşur, babamın birden siniri geçerdi.Ev halkı yavaş yavaş
uyanır. Sobanın üzerinde kızarmış ekmekle yapılan sade kahvaltıdan
sonra sohbet edilirdi. Annem babamın kallavi kahvesini hazırlar
getirirdi. Babamın keyfi gelmiştir artık. En küçük olduğum için her
türlü şımarıklığı yapardım.O da benimle çocuk olur, Suat Yalaz’ın
“Karaoğlan”ını beraber okur,bana anlatırdı. Ona ablamın verdiği
makaralardan oyunlar yapardım. Kibrit kutularını arka arkaya
takar,tren yapar makaralara çarptırırdım.Çocuk dünyamla baş başa
kaldığım zaman o usullacık yukarı odasına çalışmaya giderdi. Biraz
sonra daktilo tıkırtıları başlardı. Benim kibrit kutularından
trenler bu tıkırtılarla raylar üzerinde canlanır ovalar,
dağlar,tüneller geçerek giderdi. Bazen bu tıkırtılar hafifler,
anlardım ki benim kibrit kutusu trenlerim yokuş çıkmaktadır. Bazen
de bir türkü olur her yeri kaplar, gürül gürül akan bir nehirdir.
Suyla beraber akardı trenim. Bu sırada babamın daktilosu dile gelir,
yazarda yazardı:
“Boşnakça bir halk türküsüydü bu. Bu türküde bir Avşar kilimindeki
renklerin cümbüşü vardı. Bu türküde hasret vardı, bu türküde arzu,
bu türküde aşk.. Bu türkünün motifleri Hint’de, Çin’de,
Kazablanka’da, New York’da, Po Vadisi’nde, Güney Amerika
Bozkırları’nda, Orta Anadolu’da da vardı. Bu türkü insanlığın
hasretlerini, arzularını belirten nakışlarla işli bir türküydü…”
Unkapanı’nda, Cibali İlkokulu’nda birinci ve ikinci sınıfları
okumuştum. 1966 yılında ikinci sınıfta okurken, sabaha karşı sivil
görevliler eve gelmiş,evin her yerini aramış ve sonra da babamı alıp
götürmüşlerdi. Nereye mi? Bilmem? Sadece iki kere Sultanahmet
Cezaevi’ne gitmiştik. Birisinde, teller gerisinde gürültülü
konuşmalar içinde babamı görmüştüm. Diğerinde ise, açık bir görüşme
de babamın dibindeydim ama yine kendisini dinleyemiyordum. Sadece
üzgün yüzümle ona hasret, zayıf haline acıyla bakarak yanında
oturmuştum sessizce. Dokuz yaşındaydım. Annemin bize her zaman
tembihi vardı. Şayet okulda veya dışarıda babamın ne iş yaptığını
soracak olurlarsa, “serbest meslek deyin” derdi. Bu ne mesleğiydi
anlamamıştım? Babam muhasebeci miydi? Yoksa başka bir mesleğimi
vardı? Önemsemezdim. Odasındaki dolu dolu kitapları bilirdim. Onu
hep ama hep daktilonun başında görür, bir de sabaha karşı kulağıma
çalınan daktilosunun tıkırtısını duyardım yazarda yazardı:
“Mal mülk para… Kafa zenginliği olmadıktan sonra neye yarardı?
Hiçbir zaman sadece mal, mülk düşünmemişti. Kitapları vardı.
Kitaplarının dünyasına kendini kaptırmıştı. Onlar, o kitapları
yazanlar gibi olabilmek istiyordu. Olamazmış, önemli değildi. Günün
birinde olabilmek ümidini yaşatıyordu ya. Yetiyordu…”
1967 yılında, Fatih’te oturduğumuz evden bir gün yola düştük.
Ankara’ya gidiyorduk. 72.Koğuş oyununun galasına. İlk defa babamın
bir oyununu seyredecektim. Babam, annem, ağabeyim ve ben tiyatronun
koltuklarına oturmuştuk. Aşık Mahzuni’nin nefis müziği, Osman
Şengezer’in dekoru ve Asaf Çiyiltepe’nin yönetiminde AST oyuncuları
harikâlar yaratıyordu. Kaptan’ın öldüğü son sahnede gözlerim
yaşarmıştı. Babam ise mutluydu. Kimsenin önemsemediği bir insanlık
dramını gözler önüne seriyordu.Hapishane’de yaşadığı yılları yazmış,
oyunda geçen tüm tipleri tanımıştı. Onun için oyun çok ilgi görmüş,
yıllarca oynamış ve hâlâ oynanmaktaydı. Kendi mutluluğundan çok
halkın mutluluğu daha iyi yaşaması için sanatla verilen mücadelede,
ona çektirilen sıkıntılara bu oyunun başarısı en güzel cevaptı.
Kalemini hiçbir zaman daha iyi bir yaşam için satmamıştı.
Kaybedenlerin yanında daima sessizlerin sesi olarak yılmadan yazdı
da yazdı:
“İzzet Usta;
İnsanlara kızmamaya alışın. İnsanlar kızılmaya değil, acınmaya ve
sevilmeye muhtaçtırlar. Hastasına kızmayan bir doktor olmaya
çalışın. Ekmeğinizi alnınızın teriyle kazanın, kitaplar satın alın,
bol bol okuyun. Benim kim olduğumu öğrenip de ne yapacaksınız? Bir
insan işte…”
Yıllar geçmiş ben on üç yaşına gelmiştim. 1970 yılında, mart ayının
bir cumartesi günü Basınköy’deki evde otururken babam çalışma
odasından gelerek divana oturdu. Elinde yeni yazmış olduğu Murtaza
2’nin müsveddeleri vardı. Yüzü gülüyordu. Yeni yazdığı Murtaza’yı
bize okumaya başladı. O okurken aslında Murtaza’yı yaşıyor ve onda
canlanıyordu , “Yağar idi yağmur, çakar idi şimşek hem da
yıldırımlar…” sözünü hiçbir zaman unutmadım .
15 Eylül onun 95. yaşına bastığı gün. Doğduğu gün
dedesi,Çanakkale’de teğmen olan babasına doğum müjdesini babamın
imzasıyla çektiği şu telgrafla verir, “Ben de dehr’in sitemin
çekmeye geldim dehr’e… Mehmet Raşit” Yani dünyanın sıkıntısını
çekmeye geldim diyerek, hayatında yaşayacaklarının özetini babasına
bildirmiş oluyordu. Çektiği sıkıntılar, halkın içinde olması, onları
sevmesi onu gerçek bir sanatçı kıldı. Böylece 27 roman, 15 öykü, 2
anı, 2 tiyatro, 1 günlük/şiir, 1 düzyazı, 1 inceleme olmak üzere
kırk dokuz yapıtı bizlere hediye etti. Toplumdan alacaklı olarak
ölmesini bildi. Ama inanıyorum ki, bütün alacaklarını da helal
ederdi.
Sağlığında hiçbir zaman diyemediğim bir sözü burada söylemek
istiyorum. İyi ki doğdun baba! Doğum günün kutlu olsun!
|