Sevgili,
15 Eylül günkü Cumhuriyet’in 17. sayfasında okudum Işık Öğütçü’nün
95. yaşına basan babasına yazdığı yazıyı.
Orhan Kemal’e “Doğum günün kutlu olsun baba” diye seslenen Işık
Öğütçü, mektubunu şöyle bitiriyordu:
“Aslında sadece ben değil, Türk ve dünya edebiyatına bıraktığın
kalıcı eserler ve insanlığın kültür mirasına katkılarından dolayı
Türk ve dünya halkları da 95. yaşında ‘iyi ki doğdun Orhan Kemal…’
diyerek seni coşkuyla selamlıyorlar…”
Işık Öğütçü’nün yazısında Orhan Kemal imzalı üç kitabı anlatan bir
öykü var.
“Yazarları tarafından imzalanmış pek çok kitabım var. Ama en değer
verdiğim üç kitap babamın imzaladıklarıdır: Küçük Prens, 72. Koğuş
ve Cemile” diyen Ögütçü’nün yazısını okurken, geçmişe dalıp gittim.
Antoine de St. Exupery’nin dostu Leon Werth’e ithaf ettiği, çoğu
kişinin çocuk kitabı olarak algıladığı, aslında, içindeki çocuk
ölmemiş olan bütün yetişkinler için yazılmış olan dünya edebiyatının
başyapıtlarından “Küçük Prens”i görünce yıllar öncesine gittim.
Üstelik, üstündeki çeviren Cemal Süreya baskısını görünce, Cemal
Süreya’lı az, ama öz anılarım minnetle canlandı içimde.
***
Anılar deyince hep anımsadığım bir de olay var. On yıl kadar önce,
eskiden öğrencisi olduğum Galatasaray Lisesi’nin Tevfik Fikret
Salonu’nun sahnesindeydim, bir konuşma için. Salonda konuşmaya
başlamamı ilgiyle bekleyen öğrenci kardeşlerim vardı. Birden,
dinleyici sıralarında oturduğum yıllara gittim ve konuşmama şöyle
başladım:
-Yıllar önce, bu salonda sizin gibi dinleyici sıralarında oturduğum
günleri anımsıyorum. Sahnede konuşanların anılarını ilgiyle izler,
benim de anılarımın olacağı günleri iple çekerdim.
Devam ettim:
-Artık benim de anlatacak anılarım var. Oysa sizin gibi o sıralarda
otururken gençliğim varmış da fark etmiyormuşum.
Bilmem öğrenci arkadaşlarım konuşmamdaki hüznü fark ettiler mi?
İlk gençliğimde okuduğum, “Küçük Prens”i zaman zaman hâlâ okuyor,
Sait Faik’e arada keyifle yine dalıyorum.
Orhan Kemal de tekrar tekrar döndüğüm, sayılı yazarlar arasında.
Bazen de, Semaver Kumpanya’nın Işıl Kasapoğlu yönetimindeki
“Murtaza”sında olduğu gibi, bu gerçekten büyük yazarımıza yeni
boyutlar katılmasını keyifle izlediğim oluyor. Ama Orhan Kemal’in
“Cemile”sinin öyküsü apayrı. Bir gün Orhan Kemal Müzesi’nin
altındaki kitapçının raflarında çok genç yaşlarımda keyifle okuduğum
Cemile’yi görünce yeniden okurum diye aldım. Yarısından fazlasını,
kimi bölümlerini daha önceki tümcelerden anımsayarak, okumaya
başladım. Ama ne oldu bilmiyorum, sonuna gelmeden bir şekilde kitap
gitti, bitiremedim.
***
Sonra bir daha aldım kitabı Sevgili, inan bana yine aynı şey oldu,
yine bitiremedim.
Öyküyü de sonunu da, kahramanlarının gerçek yaşamlarını da bilsem de
kitabı bitirmek istiyorum, bitiremiyorum, adeta bir Kafka öyküsüne
dönüştü olay. Işık Öğütçü’nün yazısından sonra, karar verdim, bayram
ertesi, bizim semtteki Orhan Kemal Müzesi’nin altındaki kahveye
gideceğim, güzel bir sade kahve söyleyeceğim, yanda Orhan Kemal
kitaplarının satıldığı yerden “Cemile”yi alacağım ve bu sefer
bitirmeden yerimden kıpırdamayacağım.
Bir daha okumak için eve alacağım eser ise, çok değerli rahmetli
hocamız ve yazarımız Türkel Minibaş’ın öğrencilerine ders kitabı
olarak okuttuğu “Gurbet Kuşları” olacak. Böylelikle yaşamımda
müstesna yeri olan Orhan Kemal’i anacağım 95. yaşında.
Ben hayatımda Orhan Kemal’i, ölümünden kısa bir süre önce bir kez,
birkaç dakika süreyle gördüm. Sovyet Konsolosluğu’nda bir
davetteydik Mehmet Barlas ile birlikte. Orhan Kemal yanımıza geldi
ve Barlas’a,
-Mehmet yazılarını çok beğeniyorum, bir de genç bir çocuk var Ali
Sirmen, ona da bayılıyorum, dedi.
Mehmet de beni işaret ederek,
-İşte Ali Sirmen bu yanıtını verdi.
Sonra ne mi oldu?..
Daha yirmili yaşlarını bitirmemiş ben, Orhan Kemal’in hakkımdaki
sözlerinden dolayı öylesine çarpılmıştım ki, sonra ne olduğunu bugün
bile hatırlamıyorum. |