Ana Sayfa

Taraf Gazetesi / Pazar eki - Sibel Oral - 27 Eylül 2009

 

Yaşam Kavgasıyla 95 Yıl: Orhan Kemal


Kalemi bükülmez bir halk yazarı. Sayfalar boyu hep bir kavga, hep bir mücadele; hem de toplumsal gerçekliğin yanıbaşında. Sadece o romanlardaki satırlarda mı? Hayır, hayatın tam da içinde! Haydi şimdi bugünün gerisine gidelim. Yıllar önceden ileriyi gören ve yazan adamın yanına.

Zaman, siyah beyaz bir zaman. Memur oğlanlar, işçi kızlar, emekçi, kederli adamlar ve kadınlar yol alıyorlar bu siyah beyaz zamanın içinde. Beyaz dediğimiz tam beyaz da değil aslında; griye, hatta siyaha yakın. Caddelerde, kenar mahallelerde, kahvelerde görüyor, biriktiriyor bir adam. Romanlar, öyküler yazıyor; kahırlı bir ülkenin kahırlı insanlarını anlatıyor. Ekmek Kavgası’nı, Çamaşırcının Kızı’nı, 72.Koğuş’u, Kardeş Payı’nı, Mahalle Kavgası’nı yazıyor. Ve bizler, bizden önceki kuşaklar gibi onunla öğreniyoruz roman okumayı, köylünün işçinin çilesini, Filiz’in hayallerini. İstanbul’un sararmış sokaklarını, taşranın ucunu bucağını, Çukurova’nın bereketli insanlarını döküyor toprağa. “Çukurova’da her bahar harikadır. Gök masmavi, kırmızı topraklar yemyeşildir. Çukurova’nın bereketli toprağına dört kilo çiğit at, seksen kilo kütlü, yani tohumlu pamuk versin!” diye yazıyor Orhan Kemal Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanında.

Bu kadar zorlukla, yoksullukla, sürgünlükle, yoklukla sürüp gitmiş bir yaşam nasıl oluyor da bu kadar verimli olabiliyor diye düşünmeden edemiyor insan. O kadar roman, hikâye, yüzlerce karakter hangi yaşanmışlığın ürünü olsun ki yıllar boyu kuşaktan kuşağa okunsun. Evet okunsun. Daha çok okunsun! O kadar yokluğa, yoksunluğa rağmen ta o yıllardan toplumu sosyolog gibi çözümleyen, yıllar sonra başımıza bela olacak olan çarpık kentleşmeyi bile o yıllardan gören Orhan Kemal okunmasın da kim okunsun? Ama romanları, öyküleri televizyona uyarlanmasa da okunsun! Zamanında Orhan Kemal’in önüne engeller koyan, işsiz bırakanlara, kaleminin hakkını vermeyenelere, emeğinin değerini bilmeyenlere inat okunsun. Emekçilerin, kenar mahallelerin bile kenarlarındaki insanların, çaresizliğin kapanına sıkışmış ev kadınlarının, kentin kargaşasında ayakta kalmaya direnen genç kızların, bıçkın mı bıçkın delikanlıların, ırgatların, dört duvara hapsolmuşların yaşamıydı Orhan Kemal’in satırları. O her yerdeydi. Şehirde, köyde, kasabada, tarlada, fabrikada, köhne bir mutfakta, kendini asan iplikhane işçisi üç çocuklu Zehra’nın boynundaki urganda yahut kırık bir kaldırım taşında. Ve hâlâ her yerde Orhan Kemal. Bu bereketli toprakların en bereketli yazarı bu yıl 95 yaşında. Bereketi ise edebiyatımıza ve insan odaklı bakışımıza en güçlü miras. Sürgünler, işsizlikler, yoksulluklar, hapislikler, üzüntüler ise bize kalan utanç.

ERKEN BAŞLAYAN KAVGA
Bu koskoca mirası kuşaklardan kuşağa bırakan Orhan Kemal nasıl bir adamdı peki? Sıradan bir çocukluk ve gençlik dönemi değildi elbette onu böylesi farklı kılan. O da aynen Yaşar Kemal gibi işçilikten geliyordu. Çırçır fabrikalarında işçi, hamallık, amelelik, bulaşıkçılık ve katiplik yaptığı bazı işler arasındaydı. Gerçek adı Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal, 1914’te Adana’nın Ceyhan ilçesinde dünyaya gelir. Babası Adliye Bakanlığı yapan ve 26 Eylül 1930’da Adana’da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kuran Abdülkadir Kemali Bey’dir. Siyasi nedenlerle ailece 1931’de Suriye’ye kaçmak zorunda kalınca, Orhan Kemal de orta öğrenimini yarıda bırakır, Suriye’ye giderek bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği yapar. Bir yıl sonra tek başına Türkiye‘ye, toprağı Çukurova’ya döner. Onu bekleyen çırçır fabrikalarında işçilik ve katipliktir. 1937’de çırçır fabrikasında kendi gibi bir işçi olan Nuriye ile evlenir ve bir yıl sonra kızı Yıldız doğar. Ekmek kavgası başlamıştır ama kavga sadece ekmekle değildir aslında. Türkiye’deki birçok aydının ve yazarın başına gelen ve yıllar sonra da gelecek olan onun da başına gelmiştir. Suçludur Orhan Kemal. Suçu Maksim Gorki ve Nâzım Hikmet kitapları okumaktır. Üstelik yabancı rejimler lehinde propaganda yapmak da cabası. Kitapları okumanın bedeli koskoca beş yıldır. Tuhaftır ki kitabını okuduğu için suçlandığı şairle 1940 yılında Bursa Cezaevi’nde tanışır. Mavi mavi gülümseyen adam ona elini uzatır ve kendini tanıtır: “Ben Nâzım Hikmet.”

İŞSİZLİK VE SÜRGÜNLER
Elbette yaşamının dönüm noktalarından biri olur bu tanışma. Yazın yaşamına askerdeyken şiirle başlamış İlk şiirlerini Yedigün, Yeni Ses, Yeni Mecmua ve Ses dergilerinde yayımlamıştı. Fakat daha sonra Nazım Hikmet’in etkisiyle öykü ve romana yönelmişti. O zamanlar Raşit Kemali imzasını kullanan Orhan Kemal, ilk kez 1943’te İkdam gazetesinde Asma Çubuğu öyküsünde Orhan Kemal adını kullanır. Bu arada ikinci çocuğu da olmuştur. Adı: Nâzım. 1945 yılında 35 günlük askerlik görevini tamamlar sonrası ise sürgün, adresi de Çorum’dur. Adana’ya dönünce sebze nakliyeciliği, Verem Savaş Derneği’nde katiplik yaptıysa da sonrası yine işsizliktir. Bu arada üçüncü çocuğu Kemali doğmuştur, üç yıl sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşir. Ona göre ise İstanbul’a itiliyordur. Kendisi o yılları şu şekilde anlatıyor: “Yazı işlerine baktığım, bu sayede kıt kanaat geçinmeye çalıştığım çeşitli derneklerdeki işlerime de şıp diye son verilmişti, iktidara yeni geçen Demokrat Parti’liler tarafından.. Sebep politik miydi yoksa benden açılacak yer ya da yerlere kendi partililerini mi kayıracaklardı bilmiyorum.. Verem Savaş Derneği, Bağ ve Bahçeler derneği, bir de o zaman ki adıyla Etibba Odası’ndan aldığım paraların toplamı, vergiler çıktıktan sonra ya 160 ya da 180 liraydı. Bu paradan da olmuştum. Bir de beni bir türlü İstanbul’a salıvermek istemeyen babam ölmüştü..”

HALKTAN YANA OLMANIN BEDELİ
Artık İstanbul’dadır Orhan Kemal. 1957 yılında dördüncü çocuğu Işık doğar. Geçimini yazarak sağlamaya çalışmaktadır. Durmadan yazar. Öyküler, senaryolar, romanlarla koca bir dünya kurar.
Kardeş Payı ile 1958 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanır. Bu arada 1966 yılında bir ihbar üzerine “hücre çalışması ve komünizm propagandası” yaptıkları gerekçesi ile iki arkadaşı ile birlikte tutuklanır. Rahat yüzü yoktur. Bir ay sonra suç teşkil eden bir cihet bulunmadığı için bilirkişi kararıyla serbest bırakılır. Ertesi yıl 72. Koğuş oyunu ile Ankara Sanatseverler Derneği tarafından en iyi oyun yazarı seçilir. 1969 yılında Önce Ekmek’ le hem Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü, hem de Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanır. Bir taraftan cezalandırılıyor, bir yandan da ödüllendiriliyordur Orhan Kemal. Öykü ve romanlarıyla her zaman halkın, emekçinin, köylünün yanındadır Orhan Kemal. Sadece yanında değil içindedir de. Bunun da bir bedeli vardır elbet. Halkı algılayışını ve halkla bütün bir yazar oluşunu ise şu satırlarla özetler: “Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir. Bir yazı için çok gereklidir halkın içinde kalabilmek. Ve halkın değişimini algılamak. Eskimemek için. Hatta değişimi yakalamak, bu değişimin dışına düşmemek gerekmektedir. Ve bunun ötesinde bir yazar olarak yaşamın günü gününe sürer gider. Her gün çalışmak, her gün yazmak, her gün boğuşmak gerekir ekmekle. Bu ara halktan yana olduğum için de çok güç bir fatura ödetirler...”

ORHAN KEMAL NASIL YAZIYOR?
Bir çoğumuz o çok sevdiğimiz edebiyatçıların nasıl bir ruh haliyle, hangi şartlar altında, yaşamın hangi köşelerinden beslenerek yazdığını merak ederiz. Tuhaf bir şekilde aslında bir çoğu da yapıtlarında tüm bunların izlerini gösterir bize. Ama biz yine de delicesine merak ederiz. Şimdi Orhan Kemal şu satırlarla gideriyor merakımızı: “Gerçekten de, okurlar meraklıdırlar. Haksız da sayılmazlar. Ben, masa başından çok, fazlaca gezer dolaşırım. Yani iş, masa başına geçip yazmaya kaldığı zaman, mesele çoktan hallolmuştur. Gezer dolaşırım. Gezip dolaşırken kafam boyuna çalışır... Çoğunluk geceleri, sabaha karşı saat dörtte kalkar, kahvemi kendi elimle pişirir, makinemin başına geçerim. Üç, dört, beş, bazan hızımı alamam altı saat durmamacasına çalıştığım olur. Hele âşıksam! O zaman iş değişir. Parmaklarım yazı makinemin tuşlarında rüzgârlaşır. Rüzgârlaşır, çünkü yazdıklarımı sevdiğime götürüp okutacağım. O okur, ben onun sesinden kendi yazdıklarımı zevkle dinlerim. İnanır mısınız, o okuduğu zaman, yazdıklarım benden çıkar. Sanki o yazmış da bana okuyor!”

YAŞAR KEMAL’DEN ORHAN KEMAL
İkisi de aynı bereketli topraklardan kendi bereketleriyle Türk edebiyatının en temel taşlarından biri oldu. İkisi de işçilikten gelmiş, ikisi de geldikleri yeri vargüçleriyle yazıyorlardı. Romanları sadece Türkiye’nin değil dünyanın birçok ülkesinde okunan bu iki yazar aynı zamanda iyi de birer dosttu şüphesiz. Geçtiğimiz hafta Yaşar Kemal’in yayımlanan yeni kitabı Binbir Çiçekli Bahçe’de dostu Orhan Kemal’i direnç adamı olarak anlatıyordu. “Şu insan soyu içinde Orhan kadar belaya, işkenceye, zulme dayanan çok az insan çıkmıştır bence... Orhan’ın bu dayanıklılığı şimdi bir sürü olayla gözümün önüne geliyor da tüylerim diken diken oluyor.” diye yazıyor Yaşar Kemal. Gerçekten okurken bile insan bir tuhaf oluyor ve düşünüyor. Orhan Kemal’in yaşantısını bu kadar zora sokmak için çabalayanların nedeni ne olabilir ki diye soruyor insan. Evet, insan. Nedeni insan belki de, insan olabilmek. Sarı Mehmet, Dokumacı Kemal gibi insan olamamak. Yaşar Kemal aynı yazıda şöyle devam ediyor ve gerçeği bir kez daha hatırlatıyor: “Senaryocular, en pespaye, aşağılık Avrupa romanlarından çaldıkları senaryoları Yeşilçam’da 5 bine okuturlarken Orhan ancak 500 lira alabilir alnının teri, gözünün nuru o güzelim hikâyelere... Çünkü Yeşilçam esnafı, polisin, hükümetin Orhan’ı sevmediğini bilir. Çünkü Yeşilçam esnafı, o gün öğleyin Orhan’ın evinde çocuklarının ekmek beklediğini bilir...”

Sibel Oral
Taraf Pazar
27 Eylül 2009


[email protected]