Ana Sayfa

İnternette Orhan Kemal


Cumhuriyet Kitap (06-06-2002)

Işık Öğütçü

 

Sözün Gücü

Orhan Kemal gerçekçi edebiyatımızın ölümsüz ismi. 25 roman, 11 hikaye, 1 anı, 1 günlük - şiir, 2 oyun ile yayımlanacak olan mektuplar, Senaryo tekniği - Senaryolar, Tamamlanmamış eserler – düz yazılar, röportajlar ve hakkında yazılanlar olmak üzere 44 kitap. Yazdığı senaryoların sayısını yaşasaydı kendisi de hatırlayamazdı sanıyorum. Orhan Kemal bir röportajında şunları söyler ”Sanat dalları dilediğince çeşitli olsun. Sanatçı ’tek’ tir. Ve içinde yaşadığı dünyanın, müsbet bilim ışığında, kendince bir yorumunu yapacak, yaygın bir deyimle ‘filozoflaşacak’ tır.

Bu kadar yapıt veren bir sanatçının çeşitli konularda söylemleri de önemlidir. Burada roman ve hikaye için söyledikleri başta olmak üzere çeşitli konulardaki görüşlerini bir demet olarak hazırladım. Sözün ne kadar güçlü, ne kadar önemli olduğunu, hele bunları Orhan Kemal söylemişse başka bir tadı olduğunu göreceksiniz. Uzun lafa ne gerek var işte Orhan Kemal:

“Hikayelerimi nasıl yazıyorum? Gezerken, konuşurken, tavla oynarken... Şuur altında gelişiyor hikayeler... Sabahın erken saatlerinde de kağıt üzerine aktarıyorum onları...”

“Kahvelerde insanlara daha yakın olma gücünü kazanıyorum farkında olmadan.”

“Bugün hikayeden çok, çalışmalarımı roman üzerine toplamış durumdayım. Sokakta yürürken, tramvayda otobüste bir konuşma duyduğum zaman bundan işlenecek bir şeyler çıkartıyorum. Parkta, kahvede nerde olursam olayım derhal oturup duyduğum konuşmayı not ediyorum. Sonra bunların üzerinde uzun uzun düşünmem gerekiyor. Hikayelerin çizgileri böylece ortaya çıkmış oluyor.” 1949

“Umumiyetle sanatı ciddiye alan her sanatçı gerek memleketi, gerek dünyası ile ilgili olmalıdır. Sanatçının gayet tabi olarak dünyanın sosyal, ekonomik ve politik meseleleri ile ilgisi olması gerekir. İnsanlara hikayeci çok iyi bir sanatçı olmak bir yana, çağın ileri kültürünü edinmiş olmalıdır.” 1949

“Hikaye her şeyden önce bir dil meselesidir. Onun için hikayecinin kendi dilini çok iyi bilmesi ve dilin nereye gittiğini hiç olmazsa sezmesi gerekir. Dilin sadeleşmesi taraftarıyım. Ama bu, dilin anlaşılmaz hale gelmesine taraftar olmak değildir. İstediğimizi vermek için bir ortalamayı bulmaya mecburuz.” 1949

“Hayatımın eserlerime tesir ettiğine şüphem yok. Zaman zaman düşünürüm: Onaltı yaşımdan itibaren ekmeğimi kazanmak zorunda kalmasaydım ne olurdu? Mesela baba evinin rahat ekmeğiyle tahsilimi normal şartlar altında yapıp, yüksek bir diploma sahibi olsaydım... Belki de herhangi bir memur olur, dümdüz bir hayat sürerdim. Yahut, gene yazar olur ihtimal hikayeler, romanlar, yazardım ama, konularım herhalde bugünkü konular olmaz, rahat ekmekle yetişip yaşayan insanların hayatları, yahut da, o insanları eğlendirmek, onlara hoşça vakit geçirtmek endişesi güden konular olurdu. Çünkü bilip, tanıdığım çevreler bu çevreler olacaktı.” 1954

“Hikaye ve romanlarımda bazen şöyle sorarlar:

-Bu anlattıklarınız gerçekten oldu mu?

Cevap veririm:

-Okuduğunuz şeyler, gerçekten olabilir mi olamaz mı?

-Olabilir, olup duruyor...

-Şu halde, önemli olan, gerçekten gerçek olmuş olması değil, olabilir veya olamamasıdır!” 1954

“Sanat ve sosyal endişe birbirinden ayrılma bir bütündür. Sosyal endişe, sanatçının insan olması haysiyetiyle yurdu ve düşmanı hakkında vardığı kanaatlerin neticesidir. Her şeyden önce bir fikir adamı olma haysiyetiyle yurdu ve düşmanı hakkında vardığı kanaatlerin neticesidir. Her şeyden önce bir fikir adamı olması gereken sanatçı, sosyal endişelerini sanat yoluyla belirten insandır. Demek oluyor ki, peşin sosyal endişe. Fakat bu, sanatın ikinci plana itilmesi demek değildir. Yukarıda da söylediğim gibi, bu ikisi birbirinden ayrılmaz bir bütündür.” 1954

“Kısaca sanatkar, istediği anda, istediklerini insanlara sanat yoluyla duyurabilen insandır, sadece duyan, hisseden değil. Sanatta bir duyurma aracı...” 1954

“Rahat yazarım. Kendi kendimle barışıksam, yani moralim düzgünse, çalışırken yanımda top atsalar vızgelir. Çoğu sefer kahvede, bir masaya oturur, başlarım yazmaya... insanlarla beraber, onların gürültülü havası içinde yazmak ne güzeldir!” 1954

“Siz sosyal konularla uğraşan bir yazarsınız ve yazdığınız hikaye yahut romanda bir çeşit röportaj demek usul’e çalışıyorsanız... Biraz daha açayım izahımı: Yani, tiplerinizin ruh tahlillerini siz değil, bizzat kendilerine yaptırmak istiyor, bunun için de konuşmanın diyalektiğine başvuruyorsanız, şive farkını muhafazaya mecbursunuz. Ben şahsen tiplerime hacim verdiğim, yani bir çeşit kabartma sinema taktiği kullandığım için, böyle hareket ediyorum. Yani bir yazar olarak kendimi aradan çekip, okuyucumu anlattığım şeylerle baş başa bırakıyorum .Görüyorum ki okuyucum zekidir. Baş başa kaldığım şeylerden, anlaşılması gereken şeyleri –benim şerhü izahım olmaksızın da- anlayabilmektedir.

Ama bu türlü yazmak bir hayli yorucudur, zordur da. Dozu kaçırılır iyi tayin edilmezse muvaffakiyet ümidi azdır. Sonra, konuşturduğun insanları gayet iyi bilmek, biraz da onlardan, gibi olmak lazımdır. Yani hayatı onlar gibi yaşamış, ıstıraplarını onlar gibi çekmiş olmak gerekir. Bir kelimeyle,onları çok iyi tanımış olmak!” 1954

Halkın gören gözü

“Halk elbette yazarın bitmez tükenmez konusudur. Bir yazar kötü yaşadığını gördüğü, halkına yalnız kötü yaşadığını göstermekle kalmamalı, bunun nedenlerini de göstermelidir. Derinlik denen şey de bir parça bu galiba. Bir doktor önce hastasını muayene eder, hastalığın ne olduğunu ortaya kor sonra reçete yazar.” 1963

“Yazar da halktan olduğuna göre halkın içinde eğitim görmüş demektir. Arada ki fark çoğunlukla, kalabalıkların kendi çıkarlarının nerede olduğunu görmemeleridir. Yazarsa halkın gören gözü, duyan duyusu ve elbette söyleyen ağzı olmalı.”1963

“Bir sanatçı, dürüst, namuslu bir sanatçı, inanmış bir sanatçı, inandığı yolda zikzak yapmadan yürür, söyliyeceği kadarını söyler. Çünkü söyliyeceği kadarını söylemekten başka yeteneği yoktur. Toplumun bu ‘üzenlik’ savaşında sanatçı kadar başkaları da bu savaşa katılmak zorunluluğundadır. Tabi bunu kendisi için bir zorunluluk sayıyorsa.” 1964

“Sanat öncülüğü, bence öncü sanatçının içinde yaşadığı toplumun sosyal, ekonomik itmesiyle meydana gelen bir çeşit görevdir. Öncü sanatçı da, her bakımdan bu niteliğe sahip kişidir. Öncü sanatçı, çıkarcı politikanın önündedir; hatta kendi toplum düzen ya da düzensizliğinin. Sindirim problemine gelince... Toplumun çıkarlarına bir öncülükse bu, toplum ister istemez bunu idrak edecek, öncü sanatın fikir planını benimsedikten başka, tadına da varacaktır. Varacaktır ama, bu, ha deyince olmuyor. Öncü sanat meydan savaşlarında yılmadan dövüşmesini bilecek, savaşı kazanacak nitelikte olacaktır. Bu bizde de, dünyada da böyle. Öncü sanatçı, hak belediği yoldan kolay kolay dönmeyen, hele kişisel çıkarları ardında koşmayı aklının kıyısından geçirmeyen, bileği bükülmez bir kişi olmalıdır.” 1965

“Sanat eserinin bildirisi değil de, bence, sanatçının bizzat kendisi önemli. Toplumcu bir yazarım. Bireyin gerçek mutsuzluk ya da mutluluğunun, içinde yaşadığı toplum düzeninden gelebileceğine inanıyorum. Hikaye, roman, tiyatro oyunlarımın da bu inançtan hız alacağı doğal.

Çağımızın pek çok toplumları gibi, içinde yaşadığım kendi toplum düzenimizin de insanlarımızı mutlu kılmaktan uzak olduğu su götürmez. Ben hikaye, tiyatro, roman, oyunlarımla bozuk düzenimizin nedenini insanlarımıza göstermek, onları uyarmak, gösterip uyarmakla da kalmayıp bu bozuk düzeni düzeltmeye çaba göstermelerini, bu çabayı el birliğiyle göstermemiz gerekliliğini yanıtlarım; yanıtlamaya çalışırım.” 1966

“Hangi türden olursa olsun, sanat eserinin, onu yaratan sanatçının fikri aşamasından gelen bir ’Propaganda’ aracı olmasına imkan var mı? Toplumcu bir yazarım demiştim.Toplumcu bir yazar da, düzensizliği yerdiği bir toplumun düzene girmesini istemekle o toplumu teşkil edenlerden ‘Her birinin’ ekonomik hürlüğünü istiyor demektir. Bu sistem, bu sisteme karşın olan ‘Çıkarçılar’a, yani mutsuz insanlar mahşeri içinde yalnız kendi mutluluklarını düşünen ,ellerine geçirmişlerse bunu kaçırmak, balaklarıyla paylaşmak istemeyenlere karşı olacağından, davranış elbette politik ve şüphesiz tiyatro yazarı, eseriyle fikirlerini savunuyordur. Ama bu savunu bir ekonomi, bir sosyoloji bir bilmem hangi bilim kitabı kuruluğunun bilimsel kesinliğiyle değil, söz sanatının sahneye uygulanmış ve estetik yönü ön plana alınmış, artistik bir savunusu olabilir. Yani sanatçının tutumu ’Eğlendirici’ olmaktan çok ‘Düşündürücü’ olmalıdır. Ya da bir başka deyimle, gerekiyorsa ’Güldürüp ağlatarak düşündürmelidir.” 1966

Sanatçının ödevi

“Genel olarak dil, söz sanatlarının baş aracıdır. Bir anlaşma aracı. Bizim gibi, yüzyıllar boyu çeşitli kültürlerin etkisinde kalmış, bu etki hala sürüp giden bir ülkenin yabancı kelimeler ve kurallarla paçal olmuş dilini arıtıp durultmak görevi elbette ilkin sanatçının ödevi. Bu bakımdan, dilimizin artırılıp durulması gereği üzerinde oyun yazarlarının da ciddi ciddi dumaları kaçınılmaz. Ben, hikaye ve romanlarımda olduğunca, tiyatro oyunlarımda da ‘Rahatça anlaşılma’ dan yanayım. Kökü türkçe olan ve halk tarafından kolaylıkla anlaşılan kelimelerden üremiş yeni kelimeler ve deyimleri kullanmakta hiçbir sakınca duyma.” 1966

“Gerçekten de, okurlar meraklıdır. Haksızda sayılmazlar. Ben, masa başından çok, gezer dolaşırım. Yani iş, masa başına geçip yazmaya kaldığı zaman, mesele çoktan hallolmuştur. Gezer dolaşırım. Gezip dolaşırken kafam boyuna çalışır. Ya, yıllar önce beni şiddetle ilgilendirmiş bir konuyu düşünmekteyimdir, ya da hemen o gün kafama bir şey takılmıştır. Ama daha çok, yıllar önce kafama takılan, beni zaman zaman şu ya da bu vesileyle kendisi üzerinde düşündüren bir konudur da, nasıl yazsam diye, biçimi üzerinde dururum. Öyle ya, öz belirgin. Biçim? Çünkü daha önce çeşitli biçimlerde bir şeyler yapmışsınızdır. Daha önce yazdıklarınızda kullandığınız biçimlerden ayrı, başka çok başak olmalıdır. İşte gezip dolaşırken beni düşündüren noktalar bunlardır:

1) Öz-Niçin yazıyorum bu konuyu? Ne demek istiyorum?

2 )Biçim-Nasıl söylemeliyim?

Yukarıdaki öz ve biçim çözümlenmişse, hele bir de nasıl başlıyacağım kafamda satırlaşıvermişse değme keyfime. Bir kol çengi, sırasına göre canım o ana çektiği İstanbul’ un artık hangi lokanta, ya meyhanesiyse, atarım kapağı. Fazla içmem. Neşemi sürdürmek, daha iyi düşünmek için pek pek iki duble. Bu iki duble içilirken, konu kendi kendini yazar da yazar.

Size bir örnek: Bereketli Topraklar Üzerinde’ nin ilk yazılışında Adana’ daydım. Kafamda bu öz ve biçimi tesbit etmişim de romanı yaşıyorum. Köse Hasan’ ın ölüm sahnesine takılmışım. O sırada tam seyhan kıyısındayım. Kendi kendime mırıldanarak, Hasan’ ın hemşerisine vasiyetini en iyi şekil de vermek için nasıl dedirtmeliyim diye, bir ,beş ,on tekrarlar yapıyorum. Birden istediğim klişe düştü kafama ‘-Kardaşalar, bereber tuz ekmek yedik. Ola ki, benim size hakkım geçmiştir. Benim iflahım kesik... ’falan der ya? Oralara gelince birden Köse Hasan oldum sanki. Elimde kızım için aldığım saç tokası. Hemşerilerime bunu kızıma götürmelerini vasiyet ediyorum. Öyle, dokundu ki başladım ağlamaya. Çevremde insanlar. Görmelerinden de çekiniyorum. Açtım adımlarımı ama, hemen kağıda hem kaleme sarılıp o pasajı noktaladım.” 1968

Konuların kaynağı

“Gerçekten de konularımın kaynağı ne? Halk diyeceğim ama bu tam karşılığı olmayacak. Zaman zaman ‘Halk’ la hiç ilintisi olmayan konuları belki fantezi olarak işlemişimdir. O halde konularımın kaynağı ne? Bunu şöyle mi belirtsem acaba? Sanatçı olarak, herkes gibi yaşadım. herkes gibi, herkes kadar düşündüm yurdumu, evreni. Herkes gibi bazı genellemelere vardım. Daha doğrusu birtakım ’Doğru’ lara demek daha yerinde. Bir açım oldu. Bu açıdan çevreme baktım, konuları seçtim. Evet, evet bu ‘Şeçtim’ sözçüğü yerinde. Sanatçı her önüne gelen konuyu işlemez, seçme yapar. Bu konuyu neden aldım? Niçin işleyeceğim? İşlemekten amacım ne? Daha açık bir deyimle, yurtaşımla, insanlığa ne demek istiyorum? Ne demek isteyeceğim diye sorar. Bunu her sefer sormaz şüphesiz. Onda bu bir huy haline gelmiştir. Konusunu alır işler. Yani sanatçı, konusunu ister halktan ister fantazilerden alsın, insanlara güldürü, ya da düşündürü yoluyla bir şey, ya da bir şeyler söylemek amacıyla hareket eder. Yukarıdakiler göz önünde tutulmak şartıyla diyebilirim ki, konularımın genel kaynağı ‘insan’dır” 1970

Sanatımın amacı... Şöyle özetlemekte bir sakınca var mı acaba? Halkımızın genel olarakta insan soyunun müsbet bilimler doğrultusunda en bağımsız koşullar içinde, en mutlu olmasını isteme çabası.

Ünlü Lincoln’ ün demokrasi tarifi gibi: Halkın, halk için, halk tarafından yönetimi der o. Biz neden şöyle demiyelim? ’İnsanlığın,i nsanlık tarafından, insanlık için yönetilme çabası adına sanat.’ 1970


[email protected]