Ana Sayfa

Vatan Kitap Eki - Buket Uzuner - 5 Şubat 2009

 

Babamın ayakkabıları ve Orhan Kemal

 



Tam iki hafta önce babamı bir kutuya koydular ve götürdüler. O gün kardeşimin doğum günüydü, babamı götürdüler.

Tam iki hafta önce babamı bir kutuya koydular ve götürdüler. O gün kardeşimin doğum günüydü, babamı götürdüler. Ona sormadan alıp götürmelerine itiraz bile edemedim. Hatta aşağıya inip onu koydukları ahşap kutuyu yeşil bir kamyonete koymalarına yardım bile ettim. Babamı götürdüler arkasından baktım. Bu onu son görüşümdü.
Hep kocaman görünürdü bana babam. 1960 ve 70 yıllarında siyah-beyaz yün balıksırtı uzun paltosu, mutlaka siyah fötr şapka ve deri eldivenleriyle karlı Ankara kışlarında kocaman adımlarla yürüyen, her zaman Rebul lavanta kolonyası kokan, zamanın moda Clark Gable / Ayhan Işık bıyıklı, çocuklarının her sorununda arkasında duran, ancak yalnızken onlara derslerini veren, iri yarı, çok yakışıklı, otoriter ama yufka yürekli yani tam “baba” bir adamdı. Babam öyleydi. Benim ilk aşkımdı, çocukken yıllarca annemden kıskandığım, gözdesi olmak için annemle rekabet ettiğim, sonuna kadar da “canının içi” ve “kızların kızı” olduğum erkekti babam.
“Nerdesin kızım, Orhan Kemal okuma saatimiz geldi, hâlâ ortada yoksun sen?”
Ben erkenden genç kızlığa adım atarak babamdan başka erkeklerle ilgilenmeye başlayıp, onun da beni kıskanmaya ve ilişkimizin bu yüzden birkaç yıl buz gibi soğuduğu yıllara gelene kadar, baba-kız beraber yapmaktan keyif aldığımız pek çok şey vardı: evde sakatat yenmesini sevmeyen annemden kaçarak işkembe çorbası ve beyin salatası yemeğe kaçmalarımız, onun altın kaplama kapaklı dolma kalemiyle bana güzel elyazısı öğretmesi, kucağına oturup lostrada ayakkabılarımızı boyatmamız, ayaklarının üzerine basıp boyumu uzatarak dans etmemiz, pazar sabahları annemin hazırladığı kıymalı ve peynirli içleri mahalle fırınında pide yaptırmamız ve onun çok sevdiği “Bülbül aşıkmış güle, gül naz eder bülbüle” şarkısını el ele dinlememiz... Ama illâ Orhan Kemal! Çünkü en dargın olduğumuz, bana sol düşüncelerim ve erkek arkadaşlarım yüzünden en kızdığı ilk gençlik yıllarımda bile daima buluşmamıza neden olan Orhan Kemal kitapları! Babam, annemin Reşat Nuri Güntekin, Hüseyin Rahmi Gürpınar düşkünlüğüne biraz da burun bükerek, hayatı kendisi gibi büyük zorluklar ve yokluklar içinde geçtiği için özdeşleştiğini sandığım Orhan Kemal’in edebi gerçekçiliğine hayrandı. “Bereketli Topraklar Üzerinde” onun en sevdiği kitabıydı. Boğaz tokluğuna, insana yakışmayacak koşullarda sefil hayatlar yaşayan ırgatların hikâyeleri babamı derinden etkiler, aslında benim de bunları yazmamı imâ ederdi. Bense ona, her yazarın kendi bildiği, iyi tanıdığı hayatların acı ve sevinçlerini anlatmakta ustalaşabileceğini imâ ederdim. Babam ve annem, bütün iyi ebeveynler gibi kardeşimle bana kendi hayatlarından daha iyisini sunmaya çalıştılar, bu yüzden benim kitaplarımda sorun ve meselelerini anlattığım insanlar babamın yazarı, benim de ustalarımdan Orhan Kemal’in karakterlerinin kentli çocukları oldu.

BANA EN ÇOK DOKUNAN
Babamı bir kutuya koyup götürdüler. Meğer o kadar kocaman biri değilmiş! Boşlukta yüzer gibi geçen saatler... Artık babam yok. Odası boş, dolmakalemi ve antetli kağıtları, şapkası ve eldivenleri, kitapları, radyosu, saati sahipsiz kalmış. Evin içi üzgün komşu sesleriyle doluveriyor, akın akın insanlar geliyor, annemin yüzü boşalmış, kaşık kadar kalmış, ertesi gün camide başına hangi eşarbı örteceğini soruyor bana ve bu konuda hazırlık yapmadı diye dövünüyor. Annem delirdi galiba, diye üzülüyorum ama kolumu bile kımıldatamadan, donmuş gibi seyrediyorum. Hiçbiri başa örtülmek için alınmamış rengârenk güzel eşarp ve şallarla bir çiçek bahçesine dönmüş yatağın başında sayıklar gibi konuşuyor annem: “Ah neden camide hangi eşarbı örteceğimi önceden düşünemedim ki ben?” diyor pişmanlıkla...
Bu sırada birisi elime babamın bir çift ayakkabısını tutuşturuyor. Âdettenmiş; gidenin ayakkabısı sokağa bırakılır, ancak ihtiyacı olan birisi onu alıp giderse o zaman ruhu evini terk eder, başka diyarlara göçermiş. Ayakkabıları alıp yağmurlu sokağa çıkıyorum, babacığımın ayakkabılarını arkası eve, burnu yola doğru bırakıyorum sokağa. Nedense bana en çok dokunan da bu oluyor ve ilk defa orada ağlıyorum. Tıpkı Magrit’in resimleri gibi içi boş, sokakta yapayalnız kalmış 42 numara bir çift erkek ayakkabısı! Artık sahibi olmayan bir çift ayakkabı. Babamın ayakkabıları! Yağmurun altında sokakta yapayalnız. Yukarı çıkıp, programlanmış bir robot gibi gereken her işi yerine getirirken camdan sık sık sokağa bakıyorum; acaba babamın ayakkabıları orada mı diye... Akşam oluyor, sokak kararıyor, herkes evine giriyor, ama onlar hâlâ sokakta duruyor. Yağmur hiç durmadan dolu dizgin yağıyor, sanki İstanbul ağlıyor, ayakkabılar evin önünde bekliyor, yani babam hâlâ gitmemiş. Robot gibi çalışıyor, şeker, börek ikram ediyor, arada annemi dikkatle izliyor, kardeşimle devamlı göz temasında bir denge kurmaya çalışıyorum ama aslında aklım hep sokakta, babamın ayakkabılarında. Dualar okunuyor, içler çekiliyor, çaylar içiliyor, ertesi gün için eşarp seçiliyor. Gidip yine bakıyorum karanlık sokağa; aaa gitmişler! 28 Ocak 2009 gecesi, saat 23:00, babamın ayakkabıları gitmiş, yok! Gülümseyerek el sallıyorum babama, içimdeki Pagan seviniyor. Güle güle babacığım!
İşte tam o saat öksüz kalıyorum!



 


[email protected]