1960′lı yıllara kadar Türk edebiyatında zenginlik-yoksulluk
karşıtlığı, en çok “köy romancılığı” olarak adlandırılan akım
ekseninde işlenmiştir. Söz konusu karşıtlık, bir önceki dönemin
kötülük-iyilik çiftinin yerine geçen ezen-ezilen ilişkisinin simgesi
olmuştur. Bu anlayışla yazılan edebi yapıtlarda hastalıktan kırılan,
bir lokma ekmek için dilenen, iş bulamayan hatta fuhşa sürüklenen
yoksul insanlara, onların yaşadıkları bakımsız ve pis mahallelere,
derme çatma evlere ve kentlerin değişip bölünmesine, edebi değerleri
kimi zaman tartışılır olsa da gerçekçi ve eleştirel bir yaklaşım
görürüz.
Orhan Kemal’in, bu dönemdeki gerçekçi yazarlar arasında ayrı bir
yeri var kuşkusuz. Hayatı gibi yapıtları da ilginç ve çok yönlü, çok
boyutlu. Bu yazıya edebi bağlamda esin konusu olan Ekmek Kavgası
adlı öykü kitabını 1949 yılında yayımlamış yazar. Kitap, 4O’lı
yıllarda yazılıp çeşitli dergilerde yayımlanan 24 öyküden oluşuyor.
Ceyhan’da doğan ve asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan yazar,
babasının siyasi nedenlerden dolayı Suriye’ye geçmesi üzerine çetin
günler geçiriyor. İlk gençlik yıllarında ekmek peşinde koşmak Orhan
Kemal’i insanoğlunun en önde gelen ve vazgeçilemez olan bu derdi
“geçim derdi”ni çok yakından ve bütün incelikleriyle tanımasını
sağlıyor. Askerliği sırasında yabancı bir rejimi övdüğü iddiasıyla
yargılanarak beş yıl hapse mahkûm ediliyor. Bursa Cezaevi’nde iken
Nazım Hikmet’le tanışması hayatının akışını ve sanat anlayışını
değiştiriyor.
Ekmek Kavgası’ndaki Öyküler yaklaşık 70 yıl öncesinden günümüze
gelebilen/kalabilen öyküler… Bu, sadece öykülerin edebi değerinden
kaynaklanan bir şey olmamalı. Kitabın adının işaret ettiği kavga, bu
toplumun büyük bir bölümünün neredeyse kaderi haline gelmiş,
getirilmiş.
Yazdıklarında sıradan insanları anlatıyor Orhan Kemal. Kendisi de
onlardan biri aslında. Hem Adana’da hem de İstanbul’da bütün yaşamı
onların arasında geçiyor. Onlar gibi fabrikalarda işçilik,
dokumacılık, kâtiplik yapmış. Büyük bir gözlem gücüne dayanan öykü
ve romanlarında anlattığı insanların psikolojisini, davranışlarını,
karakterlerini daha çok karşılıklı konuşmalara dayanan bir yazış
biçimiyle veriyor yazar. Sosyal gerçekliği insan gerçekliğiyle
uyumlu bir biçimde yansıtıyor. Toprak reformunu yapamamış,
sanayileşmesini de gerçekleştirememiş, “azgelişmiş” bir ülkede
köylü-işçilerin kahırlı yaşamlarını, onların küçük ve dar
dünyalarında bir başlarına çırpınışlarını yansıtıyor. Kişilerini
idealize etmeye yeltenmiyor, yüceltmeye çalışmıyor. Severek,
kahrolarak baktığı belli olan insanları, hoşgörüyle ama olduğu gibi
aktarıyor, Onların birbirlerine güvensizliklerini, yalancılıklarını,
birbirlerini gammazlamalarını, gösterişçiliklerini, palavra
atışlarını, ilkel egoizmlerini bütün çıplaklığıyla gösteriyor.
Öfkelenerek, tiksinerek yaklaşmıyor onlara, anlamaya çalışarak
bakıyor son çözümlemede. Aslında çoğu kendi yaşamından kaynaklanan
ya da bizzat gözlemlenen olaylarla örülü yapıtlarında, bir döneme
tanıklık ettiği söylenebilir.
Orhan Kemal’in anlattığı kişiler için önce ‘ekmek’ gelir. Bu alanda
kavga verir yoksul insanlar; hem de dişe diş bir kavga.
Kitaba da adını veren öykü, askeri alay mutfağının boş arsaya
döktüğü yemek artıklarının bir bolluk görüntüsüyle başlar. Bunları
toplamaya gelen çocuklarla yaşlı kocakarılar, bir de köpekler bu
bolluktan çok memnun ve mutludur. İnsanlar “Paslı teneke kutularını
ağız ağza doldururken köpekler, tokluktan karınlarını güneşe
devirerek uyuklarlar. Günün birinde alay başka bir yere taşınır.
Yerini daha az sayıda askerden oluşan oto bölüğü alır. Alay
zamanındaki bolluk kalmamıştır. Oto bölüğü de gidince yemek yalnızca
oradaki birkaç nöbetçi er için pişmeye başlar. Arsaya hemen hemen
hiçbir şey dökülmez; birkaç kemik, biraz ekmek içi filan.” İşte o
zaman kavga başlar. Bir kemik parçası yüzünden insanlarla köpekler
arasında da kavgalar olur artık. “Yahut bir parça ekmek içine doğru
bir kocakarı, değneğine dayana dayana giderken, aynı ekmek içi
yalınayak bir oğlan tarafından da görülmüş oluyordu. Oğlan
kocakarının değneğini çekiverince kadın yuvarlanıyor, beriki koşup
ekmeği kapıyordu.”
Tarlalarda, atölyelerde, fabrikalarda karşılaşılan sorunların yanı
sıra çalışmak zorunda bırakılan çocuklar da Orhan Kemal’in
öykülerinde ağırlık bir yer tutar. Yazar Uyku adlı öyküsünde hafta
sonu tatilinde de çalıştırılan çocuk işçilerin dramını anlatır. Bu
üzücü ve yasa dışı durumu, çocuklara acıdığından yetkililere haber
vermek isteyen bir ustanın para karşılığı susturulduğunu
vurgulayarak işçilerin kişisel çıkarları açısından nasıl
sömürüldüklerini de dile getirir.
Öykülerde çalışmak zorunda kalan kadınlara da rastlıyoruz. Ezilen,
sömürülen, bedenini satmak zorunda bırakılan, köylülükle kentlilik
arasında bocalayan, dedikoduyu ve işgüzarlığı da elden bırakmayan
kadınlar… Sözgelimi kitapta yer alan Bir Ölüye Dair adlı öyküde,
geçim derdi yüzünden kendini asan, üç çocuklu iplikhane işçisi
Zehra’nın acı sonunu anlatıyor yazar. Kendini asmasının nedeni,
namusuyla çalışıp çocuklarına ekmek yetiştirememesidir Zehra’nın.
Günümüzde de modern yaşamın ürettiği görüntülerin, teknolojik
deformasyonun ötesinde değişen çok bir şey yok aslında.
|