MATBAA İŞÇİLİĞİNDEN YAZARLIĞA: ORHAN KEMAL
Orhan Kemal’in matbaa ile tanışması, belki de tüm yazarlardan farklı
olarak çok erken yaşlarda başladı. Babası bilineceği gibi birinci
Büyük Millet Meclisi milletvekili ve daha sonrasının sıkı muhalifi
Abdülkadir Kemali’dir. 1930 yılında Serbest Fırka’nın kurulmasına
paralel olarak Adana’da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kuran Abdülkadir
Kemali, aynı günlerde bir de matbaa satın alarak Ahali gazetesini
çıkarmaya başladı.
Asıl adı Mehmet Raşit [Öğütçü] olan Orhan Kemal, işte bu matbaa ile
15-16 yaşlarında tanışır: “(...) Babamın ilân sayfalarına kadar
uzanan makaleler yazdığını biliyordum... Matbaaya yazılar verir,
provalar alır, tashihler götürürdüm...”(1) Bu dönem daha sonra
yazacağı Baba Evi adlı romanına da şöyle yansımıştır: “Matbaaya
makaleler götürür, provalar getirir, düzeltmeler götürürdüm. Babam,
birtakım kalın kitapları okuyarak sabahladığı günler, kaşlarını
çatarak ve kan çanağına dönmüş gözleriyle, elime tutuşturduğu
yazılardan sonra, “Matbaaya çok acele götür, ver ve bir gazete al
gel!” tembihine rağmen, sokakta gecikmeyi icap ettirecek mevzular
bulurdum mutlaka. Ben bunları aramazdım şüphesiz, lakin sokakta o
kadar çok, bir çocuğu alıkoyup geç bırakacak o kadar çeşitli konular
vardır ki… Mesela, futbol, kamuş vuruşmak, çikolata çekişmek…
Gecikince dayak yiyeceğimi bilirdim…”(2)
1930 yılı Orhan Kemal’in ailesi için pek hareketli geçer. Serbest
Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasına rağmen, Abdülkadir Kemali
muhalefetini sürdürür. Baskılar artıp durum tehlikeli bir hale
gelince 1931 baharında Suriye’ye kaçar. Ardından Beyrut’a göçülür.
Aile maddi açıdan zor durumda kalınca Orhan Kemal de çalışmak
zorunda kalır. İbrahim Efendi adlı bir tanıdığın yardımıyla
Matbaat-ül Haceriye’ye yerleştirilir.
Gerisini yine Baba Evi romanından aktaralım:
“Hiçbir zaman minnet etmeyen babamın, “Âlâ… Babası matbaa sahibi
olmuştu, varsın oğlu matbaa işçisi olsun…” diye, müthiş bir kahrı
içinde saklayarak, adeta yüzüne tükürürcesine konuştuğu İbrahim
Efendi, güler yüzlü, kabarık saçlı bir adamdı ki, ayakta durduğu
zaman koca bir horozu hatırlatır, Türkçeyi Arapçada olduğu gibi,
ayınları çatlatarak [sesi gırtlaktaboğumlamaya çalışmak], gürültüyle
konuşurdu.
O gün İbrahim Efendi önde, ben arkada, Beyrut’un güneş dolu
caddelerinden Burç Meydanı’na indik. Dar bir sokağa saptık.
Karşılıklı yüksek apartmanların arasında sıkışmış kalmış, koyu
gölgeli bir aralıktı… Bu aralıkta da bir hayli yürüdükten sonra,
küçük küçük aktarların, meyhanelerin, balık işportalarıyla muz
hevenklerinin yanı başında, rakı ve turşu kokan bir çıkmazda, dar
kapısının üstündeki mermer levhada Arapça “MATBAATÜL-HACERİYYE”
yazılı tahta bir binanın taş merdivenlerini, gene o önde ben arkada,
çıktık; birdenbire bir mürettiphaneye girdik. Sağda, giyotine
benzeyen büyük bir makine, kâğıt kesme makinesi, solda sonradan
yaldız makinesi olduğunu öğrendiğim tekerlekli, volanlı, pırıl pırıl
bir sandığa benzeyen bir başka makine, karşıda sıra sıra mürettip
kasaları…
İbrahim Efendi, mürettiphanedekilere eliyle selam verip, solda, yarı
örtük bir kapıya yürürken, bana, “Bekle!” dedi.
Eli yüzü karalı, elleri dirseklerine kadar sıvalı mürettipler harıl
harıl çalışırlarken arada bana bakıyorlardı. Ürküyordum… Bir kenarda
ehemmiyetsiz, ufacık kalakalmıştım. İbrahim Efendi’nin gürültülü
sesi geliyordu. Eli yüzü karalı insanlar bana baktıkça sanıyordum
ki, orada niçin dikildiğimi biliyorlar, içlerinden bana gülüyorlar…
“Dil bilmez, mürettiplikten anlamaz, hatır için kayırılmak istiyor,”
diye düşüneceklerinden korkuyordum.”
Volanlar ve iniltili dev makineler
İbrahim Efendi, matbaa sahibiyle uzun uzun konuşur ve sonunda Orhan
Kemal’i işe aldırır. Haftalığı iki yüz elli kuruştur.
“Vazifem, kâğıt kesme makinesinde kol çevirmekti. Vişne çürüğü
fesini daima sol kaşına doğru yıkan ustamsa, zayıf, uzun boylu,
dehşetli şakacıydı. Herkese takılır, sık sık kahkahalar atardı.
Makinenin demirine takılı ceketinin iç cebinde daima rakı şişesi
bulunurdu. Kesilecek kâğıt yığınlarını makinenin demir tablasında
düzeltir, bıçağın altına sürer, sıkıştırır, bana, “Yallaaah!”
dedikten sonra rakısını cebinden alır, dikerdi. Bense olanca
kuvvetimi zayıf kollarıma toplar, bütün gayretimle kolu çevirip
kâğıdı kesene kadar, o, şişeyi aldığı yere koyar ve seslenirdi:
“Kâfiii!”
Gene bütün nefesimi keserek kola atılırdım. Müthiş bir hızla dönen
demir tekerleğin sert daireler çizen kolu ellerime fena hâlde
çarpardı. Duyduğum acıyı, sıkılan dişlerimin arasında zapta
çalışarak, yeni bir hamleyle kola atılır, yakalamaya çalışırdım.
Hâlâ hızını alamamış kolsa, beni çoğu kez yanımdaki duvara çarpardı.
Bu iş, irikıyım insanların harcıydı şüphesiz. Fakat böyle bir şey
hissettirirsem, “Mademki bu işi yapamıyorsun, o hâlde başka işimiz
yok!” derler de yol verirler diye ödüm kopardı.”
Sabahın köründen akşamın yedisine kadar makinenin kolunu çeviren
Orhan Kemal, kötü çalışma koşullarına karşın işini sever:
“Sabahları, herkesten evvel geldiğim sıralar, Elham Kulhüvallahi
okur, üflerdim. Fakat kolun demir ve tahta sessizliği fevkalade bir
ciddilik içinde, tahtasını demirine bağlayan uçtaki tek somunuyla
bana ters ters bakar, dualarıma filan boş verirdi.
Zaten şuna dikkat ediyordum ki, makinelerin bulunduğu yerde dualar
pek zavallı kalıyordu. Muazzam volanların ve iniltili dev
makinelerin santral dairesinde Allah, çiviye takılmış bir tülbent
kadar aciz ve zavallı geliyordu bana. Makinede Allah’a isyan ediş,
mazeret tanımayan, affetmeyen, miskinliği parçalayan sistemli bir
hırs görüyordum. Onda hiçbir duanın stop ettiremeyeceği bir kudret
vardı. Bu kudret beni ürkek bir hayranlığa götürüyordu. Makineyi
seviyordum. Makine, insan kolunun gelişmesi, insanın en namuslu
dostu, yardımcısı, kölesiydi ama makineden gene de korkuyordum.(...)
Akşam paydosunda, yani sabahın altısında akşamın yedisine kadar on
iki saatlik işten sonra ötekiler gibi, ceketim omzumda, elim yüzüm
kir pas içinde onlar gibi olabilmek için ceketimi omzuma atar,
onlara benzemek için elimi yüzümü bilhassa karartırdım- kaldırımları
çiğnerken, aşırı bir gururun hazzını duyar, sızlayan kollarımın
ağrısını unuturdum.
Bir karaca kadar çevik, amirsiz bir insan kadar rahat, eve, geçimini
sağladığım insanların yanına döner, sonra da yatağıma kavuşurdum.”
Orhan Kemal’in bundan sonraki yaşamı, önce mensucat fabrikalarında,
ardından da hapishanelerde geçecektir. 1943 güzünde tahliye olduktan
sonra önce Adana’da yaşamaya başlar. Hikayeleri ve romanlarıyla
tanınması da bu tarihten sonra olacaktır. 1950 yılında ise eşi ve
çocuklarıyla İstanbul’a gelirler.
Babıali Günleri
Orhan Kemal’in hayatını sadece yazar olarak kazandığı parayla
sürdürmeye çalışması, o günün koşulları içinde pek kolay olmaz.
Gazeteler, film şirketleri, yayınevleri arasında koşuşturarak geçer
günleri. Kahve köşelerinde yazar bir çok yazısını. Akşamları ise
meyhanelerde arkadaşlarıyla buluşur.
Orhan Kemal’in bu dönemde yazdığı hikaye ve romanlarda özel olarak
matbaalarla ilgili bir bölüme rastlanmaz. Halbuki arkadaşlarının
anılarından (Nurer Uğurlu, Fikret Otyam, Muzaffer Buyrukçu, Y.Kenan
Kayacanlar) öğrendiğimize göre, matbaa çalışanlarının, Niğdeli
matbaa hamallarının boş vakitlerini geçirdikleri kahvelerde geçer
günleri. İkbal Kahvesi, Kömürcünün Kahvesi bunlardan adını
bildiklerimiz.
Öykü ve romanlarında yer almayan matbaa işçilerinden biri, 12
Ağustos 1960 tarihli bir düz yazısında karşımıza çıkar.
“Kısa, kalın, yumuk gözlü bir adam. Otuzla otuz beş arası. Mesleği
basımevi makinistliği. Evini, yaşayış şartlarını, düşkünlüklerini
gayet iyi biliyorum. Çok düzenli yaşayan, yurdu ve dünyası üzerine
belirgin fikirleri var. Büyük baskı makinesinin başında öylesine
büyük bir dikkatle dikilir ki, makineden en küçük bir hatanın
geçmesi mümkün değil. Boş zamanı yoktur. Çalışmasının öylesine
hakkını veren belki daha başkaları vardır, ben böylesine henüz
rastlamadım, çalışmak, iş çıkarmak onun için gerçekten bir “namus
meselesi”. Sabahın beşinde uyanır. Yaz, kış böyledir bu. Ev halkını
uyandırmamak için bir kedi sessizliğiyle musluğa geçer, elini yüzünü
yıkar, kurulanır, gazocağına çaydanlığı oturtur, sonra da odasına
döner. Basımevinden kazanıp evine harcadığından ayırdığı paralarla
alınmış kitaplarından birini çeker, başlar okumaya.”
Orhan Kemal, adı verilmemiş olan bu matbaa işçisiyle bir konuşmaya
oturur yazısında. “Onu basımevinin loş alacakaranlığında, yerleri,
duvarları hırslı hırslı sarsarak çalışan kocaman baskı makinesinin
başında buldum. Tozlu ampullerin sarı sarı aydınlattığı bodrum katı
serindi. Ta yanına kadar sokulduğum hâlde beni görmedi. Kendini
işine öylesine vermiş. omzuna dostça vurunca, sanki rüyadan uyanarak
yumuk gözlerini çevirdi:
“Ooo, merhaba. Buyurun!”
Gözleri makinesinde. Makine kocaman ve obur bir dev iştahasıyla
boyuna kâğıtlar yiyerek yutuyor, yiyerek yuttuğu kâğıtları kusuyor.
Bir kıyıdaki basit tahta iskemlelere ilişip sigaraları yakıyoruz.”
Gazeteleri pek sıkı takip eden bu işçi, Amerika’nın ünlü politika
yazarlarından Walter Lippman’ın yazılarını bile takip etmektedir.
Aslında başına ne geldiyse, hep bu okuma sevdası yüzünden gelmiştir.
CHP döneminde DP’li olmakla, DP döneminde de komünist olmakla
suçlanmıştır. Şimdilerde 27 Mayıs darbesinin ardından umutlarını
yeni bir Anayasa’ya bağlamıştır. Bir gün üniversiteye gidip
eğitimini tamamlamak istemektedir. Orhan Kemal’in “işinden bıktın mı
yoksa,” diye sorgulamasına hemen cevap verir:
“Hayır hayır, rahata kavuşmak endişesi değil. Üniversiteyi bir
şeyler öğrenmek için istiyorum. Yoksa işimden memnunum.”
Kalktı makineyi stop etti. Ufak bir falso başlamıştı baskıda,
düzeltti, tekrardan yanıma geldi, oturdu.”(3)
Orhan Kemal, hayatı boyu geçim derdiyle yaşamış, o dönem bütün
matbaa ve gazetelerin bulunduğu Babıali’nin tozlu sokaklarını
durmaksızın adımlamıştı. Edebiyatımızdaki yeri hiç bir zaman
unutulmayacak denli güçlüdür. Bugünlerde eserelerinin yeniden toplu
basımıyla ve televizyona uyarlanan romanlarıyla yeniden gündemde.
Onu hatırlamanın
NOTLAR:
(1) Akt. Nurer Uğurlu, Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, Cem Yayınevi,
İstanbul, t.y., s. 38
(2) Orhan Kemal, Baba Evi (Küçük Adamın Romanı 1), Everest
Yayınları, İstanbul 2008 (23. Baskı), s.21. Bundan sonraki
alıntılarda romanın aynı baskısından yapılacaktır.
(3)Orhan Kemal, “Walter Lippman ve İşçi,”, Önemli Not!
(Tamamlanmamış Yapıtlar ve Seçilmiş Düzyazılar), Everest Yayınları,
İstanbul 2007, s.194-198
|