Orhan Kemal’i hatırladığımda, çocuklar yatırıldıktan
sonra küçük bir mutfak masasında daktilosunun başında sabaha kadar
yazan bir adam geliyor. Ona kıyamıyor, kafamda yanına çıtır çıtır
yanan bir soba da koyuyorum. Sobanın üstüne çaydanlığı
yerleştirirken kendimi hovarda hissetmeme ne demeli?
Orhan Kemal, kanımca mükemmel bir 19. yüzyıl romanı kahramanıydı.
Kocamadan gittiği kısa ömrüne onca hayat sığdırdı ki ağrılı bir
geçiş döneminin tanıklığını onun kadar zengin yaşamış bir başka
yazarımız olmamıştır desem yeri.
Babasının siyasi nedenlerle memleketi terk etmesi gerektiğinden 17
yaşında Beyrut’la tanıştı. Orada babasının açtığı lokantada
garsonluk ederken ilk olarak işçilerle tanıştı:
“Ortalık yeni yeni ağarmaya başlarken, Niyazi’yle birlikte evden
çıkardık. O saatte Beyrut’un yeşil tramvayları bile seyrek işlerdi.
Yalnız işçiler, o, dünyanın her tarafında, herkesten az uyuyan,
kadınlı erkekli çoluklu çocuklu kalabalık, onlar kümeler halinde ve
yollarda olurlardı. Aralarına katılırdık... Tıpkı onlar gibi,
ceketlerimiz omuzlarımızda, onların bastıkları parkelere basmak
gururu içinde, iş-güç sahibi insanlardık.”
Sonra bir basımevine işçi girdi.
Adana ’ya döndüğünde de çırçır fabrikalarında işçilik, dokumacılık,
katiplik, ambar memurluğu.
‘Yabancı rejimler lehine propaganda ve isyana muharrik’ suçundan
yargılanarak, 27 Ocak 1939’da beş yıla hüküm giydi. Kayseri, Adana
ve Bursa cezaevlerini onurlandırdı. En önemlisi 1940 yılı kışında
Bursa Cezaevi’nde Nâzım Hikmet’le tanıştı. Düzyazı yolunu bulması
onun rehberliğinde gerçekleşti. Hapis sonrası ‘muvakkat hamal’lıktan
nakliyeciliğe kadar çeşitli işlerde çalıştı.
1950 yılında ailecek İstanbul’a göçtükten sonra ailesinin geçimini
de hep kalemiyle kazanacaktı.
Bu arada dört çocuğu olmuştu.
İşte geceleri o mutfakta oturup romanlarını gazetelere tefrika
halinde yetiştiriyordu. Bu arada 66 yılında ‘komünistlikten’ bir kez
daha tutuklanacaktı.
Unutulmaz oyunlar, romanlar, hikâyeler yazdı. Türk sinemasının da en
parlak siyah-beyazına nice senaryo yetiştirmişliği vardır.
Ben onu ilk olarak 12 yaşında anneme Anneler Günü hediyesi olarak
almış olduğum ‘Sokakların Çocuğu’nu okuyarak tanıdım. Okuma aşkımı
başta ona borçluyum.
Orhan Kemal’in kederden olma sokaklardan doğma çocuklarıyla
tanışmışsanız ömür boyu onların gözyaşlarını omzunuzda, kirli bebek
kokularını burnunuzda taşırsınız. Yazarın sonsuz şefkati, anlattığı
öksüz, boynu bükük, yoksul çocuklarla birlikte sizi de kucaklar.
Orhan Kemal, mükemmel bir anlatıcıdır. Onları mütemadiyen inciten
hayatla itişirken,
bir an o sokak çocuklarının, o vahşice hırpalanan küçük kızların
burunlarını yeninizle silmiş gibi olmanız bundandır. Kirli saçlarını
taramış, başlarını okşamış gibi oluvermeniz. Onlar, sizle birlikte
yaşar. Vahşi dünyaya karşı hayatta kalabilmek için kimileyin hırçın
bir inatla direnirler. Orhan Kemal’in kitapları, hele genç yaşınızda
okumuşsanız size kim bilir kaç kan kardeş kazandırmıştır. İyi bir
yazardır. Ama kitaplarını okurken onun aynı zamanda çok iyi bir
insan olduğunu anlarsınız. Hattâ apaçık görürsünüz. O kimsesiz sokak
çocuklarını anlatırken onlara kıyamaz, sevgisiyle onları kayırır.
Onun kanadı kırık küçük melekleri sadece düşlere sığınarak
yağmur-çamura, soğuğa, açlığa karşı koyar. Vahşi ve yırtıcı
değildirler. Ruhları soyludur. Öldüklerinde masumiyetin ölümüne
ağlarsınız. Yıllar sonra onları hatırladığınızda yüreğiniz sızlar.
Orhan Kemal böylesine iyi bir insan olmasaydı belki çok büyük bir
yazar olabilirdi. O çocukların vahşetle emzirile beslene nasıl
vahşileşebildiklerini, iyice kıstırıldıklarında karanlığın yüreğine
nasıl dalıverdiklerini anlatabilseydi. Yüreği elverseydi. İyiliğin
ahlâkıyla bu kadar dindar olmasaydı. Doğduklarından itibaren hiçbir
güvence duygusuna sarılamadan, hiç okşanmadan büyüyen çocukların,
ister katil olsunlar, ister hırsız, yanlarında durmaktı, yazarın
dini.
Ben de Orhan Kemal’in tanrısına inanıyorum.
|