Ana Sayfa

Haftalık Sol Dergisi - Asaf Güven Aksel - 29 Mayıs 2009

 

Orhan Kemal

 

 

Orhan Kemal, milletvekili ve bakanlık yapmış Abdülkadir Kemali Bey ile ortaokul mezunu aydın bir kadın olan Azime Hanım'ın oğludur. 15 Eylül 1914'te Adana'nın Ceyhan ilçesinde dünyaya geldi. Babası siyasal nedenlerle 1931'de Suriye'ye kaçınca, orta öğrenimini yarıda bıraktı ve Suriye'de bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği yaptı. Bir yıl sonra tek başına Türkiye'ye dönerek Adana'da çırçır fabrikalarında işçilik ve katiplik yaptı. Bu yıllardaki birikimleri, ilerde romanlarına hayat vermiştir. 1937'de çırçır fabrikasında (Milli Mensucat) bir işçi olan Nuriye ile evlendi. Bir yıl sonra ilk çocuğu Yıldız doğdu.

1938'de Niğde'de askerliğini yaparken "Maksim Gorki ve Nazım Hikmet kitapları okumak", "yabancı rejimler lehinde propaganda ve isyana muharrik" suçundan 5 yıl hapis cezasına mahkum edildi. 1940'ta, Bursa Cezaevi'nde tanıştığı Nazım Hikmet'in toplumcu görüşlerinden etkilendi; kendisinden Fransızca, felsefe ve siyaset dersleri aldı. Orhan Kemal'i şiir yerine roman ve öykü yazmaya teşvik eden de Nazım Hikmet oldu.

İlk öykülerini Orhan Raşit takma adıyla yayımladı. İlk kez 1943'te İkdam Gazetesi'nde "Asma Çubuğu" öyküsünde Orhan Kemal adını kullandı.

1943'te tahliye olunca Adana'ya döndü. Amelelik ve hamallık gibi işlerde çalıştı. 1944'te doğan oğluna Nazım adını verdi. 1949'da üçüncü çocuğu Kemali'nin doğumundan sonra, 1950'de ailesiyle İstanbul'a yerleşti ve ölümüne kadar kitap ve makale yazarak geçindi. 1957'de dördüncü çocuğu Işık doğdu.

1958'de Sait Faik Hikaye Armağanı'nı Kardeş Payı adlı öyküsü ile aldı.

1966'da "hücre çalışması ve komünizm propagandası" yaptıkları gerekçesi ile iki arkadaşı ile birlikte tutuklandı. "Suç teşkil eden bir cihet bulunmadığı" yolundaki bilirkişi raporu üzerine bir ay sonra serbest bırakıldı.

1967'de 72. Koğuş oyunu ile Ankara Sanatseverler Derneği tarafından en iyi oyun yazarı seçildi. 1969'da Türk Dil Kurumu Ödülü'nü ve Sait Faik Hikaye Armağanı'nı Önce Ekmek adlı kitabı ile aldı.

Bulgar Yazarlar Birliği'nin çağrısı üzerine gittiği Sofya'da, tedavi görmekte olduğu hastanede 2 Haziran 1970'te öldü.

Anısını yaşatmak için İstanbul'da Orhan Kemal Müzesi açıldı.1972'den bu yana adına bir roman yarışması (Orhan Kemal Roman Armağanı) düzenlenmektedir.

İspirto Aleve Değdikten Sonra…

Çaresizleri, kıpkızıl açları yazmıştır dersek, tanım doğru olmaz pek. Her gözlemci bunu yapabilir. Orhan Kemal, onların, kendilerini kaleme alışlarıdır. Bu yüzden, edebiyatımızda kolay rastlanamayan bir özelliğe, sadeliğe, duruluğa sahiptir yazdıkları. Süslemeye gerek duyulmayacak kadar, kendiliğinden çarpıcı hayatlardır anlattığı.

“Alev ispirtoya değmişti artık. “Sarı saçlı, mavi gözlü Rum kızı Eleni, çalıştığı fabrikada üretilen çikolatayı elleriyle uzattığı an, âşık oluşundan bahsediyor. Bu aynı zamanda, fabrikanın yanındaki matbaanın bütün genç erkek işçilerinden bir adım öne geçişidir. Oysa, hepsinin etrafında pervane olduğu bu kıza uzaktan bakıp iç geçiren, üstünden başından utandığı için ona yanaşamayan bir odur. Sonra anlaşılacaktır ki, aşkına eyvallah da, ispirtoyla alevin buluşması, asıl bu cihetten gerçekleşecektir. Eleni, eski pantolonundan kendisinden değil, zenginlerin utanması gerektiğini söylediğinde. “İşte bende ilk sosyal uyanış, galiba bu Rum kızıyla başladı.” Devamında hem ispirto olacaktır, hem ateş. Dökecektir, tutuşturacaktır. Ama ispirtodur, dikkat ediniz! Benzin değil, gaz değil. En yoksul tutuşucu… Alev gitmiş, ona değmiştir. Yanarken en güzel renkleri çıkarana…

Çalmıştır bakkaldan bir çeyrek ekmek küçük oğulcuğu, götürmüşlerdir hapise. Görmüştür o çok sıkı kurs, almıştır âmirlerinden çok sıkı terbiye ve de takdirname, çekecektir oğulcuğu bile olsa cezasını.

Damarlarında, dayısı şehit kolağası Hasan Bey’in kanı dolaşır, bu yasanın ve düzenin milim sapmaz uygulayıcısının, o yüzden, hak ettiği cezanın verilmesini istirham edecektir. Ama içini yakan başkadır bekçinin. Oğlunun aç olduğunu söylemişlerdir! “Kabul edemem açlığını! Velev olsa idi bile aç, çalmayacak idi, etmeyecek idi tenezzül hırsızlığa! Tükürecek idi kan, söyleyecek idi içtim kızılcık şerbeti!”

Yoksulların, açların ağızlarından boşalanın kızılcık şerbeti olmadığını anlatır işte Orhan Kemal.

Murtaza’nın, iflahsızın Yusuf’un, Filiz’in, “âdembaba” koğuşundakilerin, pencere pervazında sevdadan donan Kaptan’ların üzerine döker kendini bir ispirto halinde. Tutuşturur bu topraklara peygamberlerin kucak kucak getirdikleri sabrı. Yansın artık, taşsın artık!

Usul usul bir “arkadaş ıslığı”dır uyandırmak için çaldığı, tiz sesler çıkarmaz. Pehlivan Ali’nin patoza kaptırdığı kolundan çıkan çatırtıyla mı irkilirsiniz artık bu sessizlikte, ırgatbaşının “devir ha, devri ha, devir!” komutlarından mı, önemli değildir. Hepsi, “bizim insanımız”dan çıkan seslerdir ya, asıl kulakları tırmalayan budur. Bizim insanımız…

Çaresizleri, kıpkızıl açları yazmıştır dersek, tanım doğru olmaz pek. Her gözlemci bunu yapabilir. Orhan Kemal, onların, kendilerini kaleme alışlarıdır. Bu yüzden, edebiyatımızda kolay rastlanamayan bir özelliğe, sadeliğe, duruluğa sahiptir yazdıkları. Süslemeye gerek duyulmayacak kadar, kendiliğinden çarpıcı hayatlardır anlattığı. Yaşamıştır, hissetmiştir, onlar olmuştur, daha doğrusu onlardır, kalem tutarlığıyla ayrı bir özellik kazanmıştır, adına yazar denmiştir, yoksa, mümkündür ki, “köse Hasan”ın yerini bir romanda ala.

Önde küçük insanlar, fonda kanla, yoksullukla palazlanan bir sistem. Fonda kalanlara değildir sözleri, ama kurtlu bazlama yiyenlerin, köyden gelip büyük şehirde kırılanların da duyacağı şüphelidir. Sanki bir dilekçedir ortalığa bırakılmış, birileri okur, hallerini anlar, gereğini yapar umudu gibi. İçin için yanan bir ispirto morunu, damga yapıp vurur gibi.

Mehmet Raşit Öğütçü’yü biz Orhan Kemal olarak biliriz. 15 Eylül 1914’te doğar, 2 Haziran 1970’te ölür. Peh, ortaokul mezunu bile değildir. Babası, ilk açılan Meclis’te milletvekili, sonra muhalif, parti kurucusu, gazeteci, “bir daha muhalefet etmeyeceğine dair” verdiği senede rağmen, İstiklal Mahkemeleri’nden kurtulmak için Suriye’ye kaçan Abdülkadir Kemali. Orhan Kemal, Suriye’de bulaşıkçı, matbaa işçisi. Döner gelir Türkiye’ye, Çukurova’da çırçır işçisi, dokumacı, kâtip. Evlenir, eşi fabrikadan bir işçi, sonra roman kahramanı Cemile. Askerdir Niğde’de, Gorki ve Nâzım okumaktan mahkûmdur Bursa’da, “yabancı rejimler lehine propaganda ve isyana muharrik” suçundan. Tahliye olur, ameledir, ambar işçisidir, hamaldır. Üstelik “muvakkat hamal”. Boşuna demiyoruz, “o insanları” herkes yazar, ama Orhan Kemal, kendisi olarak yazar diye. Beş yıl göze alıp Gorki okumasında bir hikmet vardır… “Romanlarımdaki iyimserlik bana, halkımızı yakından çok iyi tanımaktan geliyor. Daha açıkcası ben halkın kendisi, bir parçasıyım.”

Bir de Nâzım okumuştur, sahi. Bir çocuğunun adı Kemali ise babasından devralınmış, birininki de Nâzım’dır, ikinci kez kendisine hayat verene hürmet gibi. Bursa Cezaevi’nde tanışırlar, “boşver şiiri, hikâye yaz, roman yaz” la başlayan ya da biten bir eğitim süreci yaşanır. “Benimle inceden inceye uğraşıyordu. O kadar ki, ‘yarı aydın’lığımdan, gelen ‘vıdıvıdıcı’ tabiatımla, birtakım huy ve telakkilerime varana kadar her şeyimle..” “Avare yıllar”ın bitişidir de bu, 1941 harbi için “ne tuhaf şey!” denilmesinin 2000’lerin özlemi arasına yazılışı da.

Köyün ya da kente geçen köylünün anlatıldığı nice yapıtta, diyalog kişilerini bilmediğinizde kimin konuştuğunu anlayamamanıza çok rastlanır. Sahicilik duygusundan koparır bu sizi. Şivede, ağızda, kurulan cümleden yansıyan bilinçte, bir zorlama, bir yazarın istediğince aktarma olmasın derseniz, Orhan Kemal edebiyatının gücünün kaynağını arıyorsunuz demektir. “-Dert’ –Dert karnına –Senin karnına –Senin” cilveleşmesi, ondandır, bu basit sözlere destan havası vermek ona mahsustur. O, bir budak deliğinden, bir buzlu camdaki kırığın ardından izletebilir size yaşananları.

1966’daki adresi “Orhan Kemal, Tevkifhane – Sultanahmet, Şehir”dir. “Hücre çalışması ve komünizm propagandası!” Ne demişti “Bir Filiz Vardı”nın romancısı. “Gerçekçilik, içinde yaşadığın topluma yer yer ayna tutmaktan ibaret değil ki. Asıl gerçekçilik, asıl yurtseverlik, içinde yaşadığın toplumun bozuk düzenini görmek, bozukluğun nereden geldiğine akıl erdirmek, sonra da bu bozuklukları ortadan kaldırmaya çalışmak. Yurtseverlik, yurdunun insanlarını sevmek, yani, insan gibi yaşamalarını sağlamaya çalışmak. Buna engel olanlarla savaşmak…” Yukarıdaki aktardık, “iyimserim” diyordu. “Karıcığım ve sevgili çocuklarım; bugünkü gazeteler sizi dehşete düşürecek haberlerle dolu ise de kulak asmayın. Hepsi mulalagalı” diye başladığı mektubunu, “Işıkçığım üzülmesin. Çıkınca bisikletini mutlaka alacağım. Haydi hayırlısı” diye bitirmesinden bellidir.

Böyle baktı,böyle yaşadı, böyle yazdı Orhan Kemal. “İnandığım doğruların adamı oldum, böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağımda hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir.” Ne yapsın o kuruşu, “Ay benimle olduktan sonra, yıldızın kuyruğunda çarpim” diyen adam

 


[email protected]