Ana Sayfa

Alkış - Nazım K. Öğütçü - Mayıs, Haziran 2010

 

BABAMIN AĞLADIĞI GÜN…

 


Unkapanı’nın girintili , çıkıntılı, oldukça çamurlu ve çocuk sesleriyle dolu sokakları o gün sakindi.İnsanların üzerine yıkılacakmış gibi duran; kara kara ahşap evlerde ,şaşırtıcı bir hareketsizlik vardı.Ertesi gün kurulacak pazarın bile hazırlığı daha başlamamıştı. Mahallede büyük bir sessizlik hakimdi.

Cibali Fırın Sokak 20 numaralı evin alt katındaki tek odada ailecek toplanıp, günlük gazeteler okunmuş , öğle yemeği olarak annemin yaptığı çiğköfteyi büyük bir iştahla yedikten sonra gevşemiştik.Yemek sonrası , ben ders çalışırken , biri altı diğeri on dört yaşında olan kardeşlerim de suskundu. Annem mutfakta bulaşık yıkarken herkes de kendine uygun bir şeylerle meşgul oluyordu. Babam divana uzanmış , baharın getirdiği güzel yorgunluğun, aile ortamı içinde bir arada bulunmanın keyfini çıkarıyordu.Tabii kolay mıydı? Yalnızca kalemiyle geçinen bir yazarın kendisi dahil beş kişinin karnını doyurması. Bu yaşamı sürdürmesi için gerçekten de büyük emek, beceri ve çelik gibi bir irade gerekiyordu. Sabahın dördünde kalk, kallavi fincanına kahveni doldurup yazı makinesinin başına geç. Fabrika düdüğü ile işinin başına koşuşturan Tekel işçilerinden sonra daktilo tıkırtılarını sonlandır ve Unkapanı, Babıâli yokuşuna kadar yürüyerek git. Bu arada insanların günlük yaşamlarını gözlemle, gerekirse bunları küçük notlar halinde cep defterine kaydet.

O da rahat yaşamayı isterdi. Hatta zaman zaman birileri rahata nasıl kavuşacağını kulağına fısıldardı. Ama o “Beynim satılık değil!” demek suretiyle bu fısıltıları cevaplardı. Doğal olarak bu fısıltılar, ilgili yerlere iletilirdi ve onlar da gerekeni daima yapar, birileri de cendereyi biraz daha sıkarlardı.Görünmeyen eller, her fırsatta faaliyetteydi. Hiçbir zaman sanatından da , düşüncelerinden de ,maddi çıkar uğruna ödün vermemişti .Bu ekmek kavgası içinde dinlenmek ,onun da hakkıydı.O da olanakları içinde dinleniyordu. Belki de yazı makinesinin başına geçtiğinde, hangi konuyu yazı makinesine dökeceğini planlıyordu.

Alt odanın bir köşesine yerleştirilmiş, üzerine minderler atılmış tahta kerevet üzerinde oturuyor,ders çalışıyordum.1955 mi 56 da mı aldığımız RİTA marka radyomuz, özenle yerleştirildiği yerinde, alçak sesle müzik çalıyordu.Yani alt evde bir Pazar günü sakinliği yaşıyorduk. Annem güzel bir çiğköfte yapmış, büyük bir iştahla yemiştik ve onun ağırlığı hepimizin üstündeydi. Bilhassa babamın.

Radyo günlük haberlere başlamıştı. Sanırım öğleden sonra saat üç civarı falan.1963 yılının Haziran ayının ilk günleri. Radyo yine politik haberlerle doluydu. Birbiri ardına sıralanmış haberler. Haberlerin bitimine doğru, aniden hepimizi yerinden sıçratan, evdeki hareketsizliği gergin bir suskunluğa sokan yeni bir haber. Şaşırmıştık, dikkat kesilmiştik. Radyo Nâzım Hikmet’ten söz ediyordu.Yani Bursa hapishanesinde babama “Bir oğlun olursa adını Nâzım koyar mısın?”dediği büyük şair. Benim yıllar önce, çocuk yaşta görüp tanıdığım isim babamın, ölüm haberini veriyordu. Donmuştuk .Babam yattığı yerden doğrulmuş haberin gerçek olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. İnanamıyordu.Canından çok sevdiği ,üstadı olan bir büyük insanın ölümünü haber veriyordu radyo. Beyninden yıldırm hızıyla, Nâzım Hikmet’le ortak anıların geçtiği gözlerinden belli oluyordu. Babam uzandığı yerde hüngür hüngür ağlamaya başladı. Kolay mı? O hapis hayatının üç buçuk yılını aynı koğuşta beraberce geçirmişti. Koca bir şiir, sanat ve düşünce deviydi, üstadıydı; bildiklerini kendisine saklamayıp herkese öğretmeye çalışan, her türlü doğallığıyla insan olan kişi .Ölmüştü! Babamı hiçbir zaman ağlarken görmemiştim. Hatta kendi babasının ölümü karşısında bile dayanıklılığını kaybetmemişti. Nâzım’ın mahpus damında şiirleştirdiği bazı dizeleri ilk duyan kişiydi;
 

Onlar ki toprakta karınca,

                           suda balık,

                          havada kuş kadar

                                             çokturlar,

 

korkak,

    cesur,

      cahil,

        hakim

            ve  çocukturlar

 

ve  kahreden,

              yaratan

                    ki onlardır…

Çok şaşırmışlık, biz de kederliydik .Eve bir ölüm acısı çökmüştü. Bu acı içinde düşünmeye başladım.Yıllarca önce, Adana’da Arabacı Mehmet Efendi’nin evinde kiracıyken, top top kumaşlar gelmişti eve, bunları babam satsın diye. Satmış ve gelen parayı Nâzım Hikmet’e göndermişti. O kumaşları ne çok sevmiştim. Sonradan babamın “Nazım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl” kitabından öğrendiğime göre, hapishanede dokumacılığa başlayacağını söylediği zaman babam, Nâzım’ın damarına basmak için “Artık seni de kaybettik, sen de kapitalist oldun!” demişti.
.
İstanbul’a göç edişimiz dedemin ölümü sonrası 1951 yılında gerçekleşti. Dedem sağken İstanbul’a göç etmemize rıza göstermemişti.1951 yılında Haziran ayının ilk hafta sonu Nâzım Hikmet’in Kadıköy Kurbağalıdere kenarındaki evini, yeni doğan oğlu Memet’i, annesi Münevver Hanım’ı ve adaşımı ilk orada görmüştüm. Bizi Yoğurtçu Parkı’na götürmüştü. Bir daha kendini görmemiştim ama, şiirleriyle Nâzım’ı, yaşayan eserleriyle babamı bugün de anmaya devam ediyorum.


Nâzım Kemal Öğütçü

 

 


[email protected]