Ana Sayfa | |||
İnternette Orhan Kemal |
|||
|
|||
Evrensel (5 Haziran 2000) |
|||
|
|||
Orhan Kemal’in ‘Ekmek Kavgası’ 15 Eylül 1914’ te Adana’ da doğdu. 2 Haziran 1970’ ta Sofya’da öldü. Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü’ dür. Babası Abdülkadir Kemali Bey Birinci Millet Meclisi döneminde milletvekilliği ve Adliye Bakanlığı yapmış 1930’ da da Adana’ da Ahali Cumhuriyet Fırkası’ nı kurmuştu. Partisinin kapatılması üzerine Suriye’ ye kaçınca, ailede onun yanına gitti. Orhan Kemal’ de böylece ortaokul son sınıftayken öğrenimini yarıda bıraktı. 1932’ de Türkiye’ ye dönünce, Adana’ da çırçır fabrikalarında işçilik, dokumacılık, katiplik, ambar memurluğu gibi işlerde çalıştı. 1938' de askerliği sırasında “yabancı rejimler lehinde propaganda yaptığı savıyla yargılandı. 1939’ da beş yıl hüküm giydi Kayseri, Adana, Bursa cezaevlerinde yattı. Bursa Cezaevi’ nde Nazım Hikmet' le tanıştı. Bu onun sanat yaşamında bir dönüm noktası oldu. 1943’ te tahliye olunca Adana’ ya döndü ve gene geçici küçük işlerde çalıştı. Sonunda büsbütün işsiz kaldı ailesi ile İstanbul’ a göçtü. Bundan sonra geçimini, karşılaştığı her türlü zorluğa karşın, yalnızca yazarlıkla sağladı. 1970‘ te Bulgar Yazarlar Birliği’ nin çağrılısı olarak Sofya’ ya gitti ve tedavi edilmekte olduğu hastahanede öldü. Toplumcu gerçekçi öykücülüğümüzün ustalarından olan Orhan Kemal, 15 Eylül 1914’ te Adana’ nın Ceyhan ilçesinde doğdu. 2 Haziran 1970’ te gezi için gittiği Bulgaristan’ da hastalanarak tedavi altına alındığı Sofya’ da öldü. 56 yaşında aramızdan ayrılan Orhan Kemal verimli bir yazar olarak, ardından 19 öykü, 27 roman, 2 oyun ve anı, inceleme, röportaj dallarında birer kitap olmak üzere tam 51 kitap bıraktı. Orhan Kemal’in öykücülüğü Kendiside bir yazı emekçisi olan Orhan Kemal, emeğiyle geçinen yoksul insanları anlatmıştır. Orhan Kemal, öykülerinde, Çukurova’ daki pamuk ırgatlarının ve fabrika işçilerinin kentin kenar mahallerindeki yoksul insanların yaşayışlarını anlatmakla işe başlamış, İstanbul' a gelince de fabrika işçilerini ve İstanbul’ un kenar mahallelerindeki yoksul insanların yaşayışlarını anlatmayı sürdürmüştür. Yazarın kendine özgü bir deyişle sahip olması gerektiğine inanan Orhan Kemal, öykülerinde yalın bir anlatım ve karşılıklı konuşmalara dayanan bir biçim yakalamıştır. Bu yolla uzun uzun ruh çözümlemeleri yapmak yerine, karşılıklı konuşturarak kahramanlarının ruhsal durumlarını ortaya koyduğu gibi bir biçim yakalamıştır. Öyküleri... Orhan Kemal’ in anlattığı kişiler için “önce ekmek” gelir. Orhan Kemal’ in öykü kitaplarından birinin de adı budur. Ama ekmeğe ulaşmak kolay değildir. Bu konuda kavga vermek zorundadır yoksul insanlar. Dişe diş bir kavga, ”Ekmek Kavgası” öyküsünü yoksulları mutlu edecek bir görüntüyle, bolluk günleriyle başalatır yazar. “Sabah, öğle, akşam karavanlarından artan yemeklerin döküldüğü toprak, kalın ve besili solucanların hızlı kıvrandığı zifirden bir bulamaç halindeydi. Yalınayak çocuklarla ihtiyar kocakarılar, paslı teneke kutuları ağız ağıza dolu, uzaklaşırken erkek köpekler sıhhatten karınlarını güneşe devirip uyuklarlar, sarkık memeli dişiler de, peşlerinde tonton enikleriyle dolaşırlaşırlardı.” Yoksulları mutlu eden bu bolluk günleri uzun sürmez: “Gün geldi alay, memleketin güvenliğini daha iyi sağlayabileceği, daha önemli bir mevkie kalktı, yerini bir oto bölüğü aldı... Mutfakta karavana kaynıyordu. Lakin aly zamanındaki bolluk nerede.. Gün geldi bu “oto bölüğü” de kalktı. Artık mutfakta esaslı bir yemek pişmiyordu. Nöbetçi birkaç eri için küçük tencerelerde pişiyor, arsaya hemen hemen hiçbir şey dökülmüyor, pek pek birkaç kemik, biraz ekmek içi filan... Bazen bir kemik parçası yüzünden insanlarla köpekler arasında kavgalar oluyordu. Yahut bir parça ekmek içine doğru bir kocakarı, değneğiyle dayana dayana giderken, ekmek içi yalınayak bir oğlan tarafından da götürülmüş oluyordu... oğlan kocakarının değneğini çekiverince, kadın yuvarlanıyor, beriki koşup ekmeği kapıyordu. İki kocakarı alay mutfağının arkadaki arsada, ıslak toprağa karşılıklı oturmuşlardı... Teneke kutuları bomboştu. Sivri çenesinde üç siyah kıl fırlamış lanı: -Bet bereket vardı anam... dedi, bet bereket vardı... Yiyeceğin sözümü olurdu? O canım fasulyeler, nohutlar, börülceler... Ya pirinç pilavları? Ötekinin bir gözü kördü. -Doğru... diye başını salladı. Bet bereket vardı o zaman... İnsan karnını doyuruyordu da, doldurur doldurur konu komşuya götürürdü. -Bu askercikleri de ne demiye alıp götürürler burdan? -Harp varmış harp! Moskof gene kafa kaldırmış diyorlar! Bir müddet korku ile bakıştılar. körü: -Kafa kaldırmış ha? diye başını salladı, gözlerini karşı dağlara kaldırdı. Aklından Balkan Harbi’ nin araba tekerlekli topları geçti; ölmüş askerler buğday çuvalları, yüklü bir arabanın tekerleği altında kafası ezilmiş bir çocuk cesedi... -Allah sen gösterme yarabbi! İkisinin yüreğinden de aynı korku, aynı açlık korkusu geçti. Hemen hemen aynı zamanda söylediler. -Bundan geri koyna yarabbi! İşçi çocukların dramı “Uyku öyküsü, hafta tatilinde de çalıştırılan çocuk işçilerin dramını verir. Yanı sıra bu durumu haber vermek isteyen bir ustanın para karşılığı susturularak işçilerin kişisel çıkarları açısından nasıl sömürüldüklerini de vurgular. Bütün bunlara ekmek parası için katlanılır. Ekmek kavgasının bir yüzü de budur. “Cumartesiydi. Madeni eşya fabrikası hafta tatiline hazırlanıyordu. Fabrikanın elli yüz amelesinden sekseni on dörtle on altı yaş arası erkek çocuklardı ki, yirmi kadarı “pres” makinelerinde çalışıyordu. Üstleri başları paramparçaydı. Aşağı yukarı aynı boy ve kalıpta olduklarından, birbirlerine benziyorlardı. Terden sırılsıklamdılar... Atölye çatısı altında dönen ana volan sarsılarak yavaşladı ve fabrika stop etti. Herkes paydos sanmıştı... Halbuki ustabaşı tornalardan birinin üstüne sıçradı, düdük öttürdü, ameleyi topladı. Nutuk söyler gibi: -Bana bakın! diye bağırdı, öğleden sonra iş var... Sabaha kadar çalışacağız belki de... İsteyen gidebilir, kala çift yevmiye alacak... isteyen gider, dedim, zorla değil... Ustabaşı kimsenin kıpırdamadığını görünce makineden atladı. Gitti şalteri itti. Volanlar dönmeye başladılar(...) Mevsim yazdı. Bunaltan bir sıcak başlamıştı. Baba Ferhat küfrederek gömleğini attı, paçaları düğmeli uzun donunu cemirledi. Gövdesi terledikçe kaşıntı artıyordu. Çocuklarda gömleklerini soyundular.(...) Çocuk Sami atölyenin duvar saatine istemiye istemiye baktı. Biri çeyrek geçiyordu daha... Paydosu düşündü. Aradaki zaman hiç bitmiyecek gibi uzun geldi. (...) Öğleden sonra paydos olacak diye yiyecek getirmemişti. Karnı pek aç değildi ama, gece belki acıkır diye elli kuruş avans almaya karar verdiyse de, vazgeçti. Annesi, ’Aman oğlum Sami, sakın borç etme... Ay başında taksitimizi ödeyemezsek evimizden atarlar bizi..’ diye sıkılamıştı. Makinesinin kolunu çekti, bir karavana daha kalıpladı. Sonra volanı boşa itti helalara yürüdü. Saatler çok ağır geçiyordu. Gece yarısından sonra çocukların hiç birinde hal kalmamıştı. Yalnız çocuklar değil, bütün atölye, ustalar, yaşlı işçiler, herkes her şey müthiş bir yorgunluk ve ter içindeydi (...) Tam bu sırada ark makinelerde acı bir çığlık koptu. Koşuşmalar.. Sami de koştu... Onsekizinci presin işçisi çocuk Haydar düşüş, başı yarılmıştı (...) Ustabaşı ellerini beline dayadı, Haydar’ ın yanındaki makinenin işçisi çocuk Celalettin’ e sordu: -Nasıl kırdı kafasını bu eşşek? Celalettin kekemeydi. -Uuuuyuyordu, düdüdüştü kakakafası... -Eşşoğlu eşşekler! Paşa babanızın evinde sanıyorsunuz kendinizi... Saat iki buçuğa doğru Sami’ nin duracak hali kalmamıştı (...) Bir ara makinenin yan demirine yaslandı, hafif hafif kestirmeye başlamıştı ki, birden öyle sendeledi ki, az kalsın yanı başında yağlı bir vınıltıyla dönen volanın arasına yuvarlanıyordu, tutundu. Ustabaşı, dudaklarını titreten, gözlerini kısın bir hırsla odaya daldı. Celal ustayı omzundan hızlı hızlı sarstı (...) -Aferin sana! Bunun için mi getirdik seni amelelerin başına. Sen böyle yaparsan amele ne yapmaz. Tornalar boş dönüyor, presler boş dönüyor freze... kilovatlar su gibi akıyor, amelelerin her biri bir yana dağılmış... Yazık günah değil mi... Vicdansız herifler! İki ustanın oldum bittim arası açıktı. -Fazla patırtı etme! dedi, senin karşında iki parlak amele yok. Kinle bakıştılar. Celal usta devam etti: -Çoluk çocuğun anasını ağlatıyorsunuz. Hükümet iş kanunu yapar, günde sekiz saat mesai kabul eder, siz fakir fukarayı on sekiz saat çalıştırırsınız. Bu mu namusunuz? -O senden sorulmaz. Sen sana tevdi edilen vazifeye bak, üst yanına karışma! -Peki... madem benden sorulmaz, bende bilirim işimi öyleyse... Yarın bizzat İş İdaresi’ ne gidip her şeyi bir bir ihbar etmezsem, nah nah bunları -bıyıklarını gösterdi- kazıtırım. Hırsla ayrıldılar. Fabrika sahibi sabahleyin erkenden geldi; kısa boylu fakat gayet biçimli bir adamdı. Odasına geçti. Ustabaşıyla uzun uzun konuştu, sonra Celal Usta’ yla. Fakat Celal Usta’y a, ustabaşının şikayetine dair hiçbir şey açmadı. Celal Usta çıkarken, patron mavi bir zarf uzattı. -Bütün gece uykusuz kaldınız... Celal Usta zarfı teşekkürle aldı. Beriki ilave etti. -Ustabaşıyla barışın olmaz mı? Zarfın içinde 25 lira vardı.” Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal, iki kez, hakkında yapılan ihbar üzerine hapse girdi. İlk hapisliği askerdeyken başına geldi. ”Nazım Hikmet ve Maksim Gorki’ nin kitaplarını okuduğu” gerekçesiyle beş yıla mahkum oldu. Hapishane Orhan Kemal’ e okul olmuştur. İlk şiirlerini hapishanede yazdı. Bursa Hapishanesi’ ndeyken 1940 Aralığı’nda Çankırı’dan Bursa Cezaevi’ne gelen Nazım Hikmet’le tanışıp dost oldu. Toplumcu düşüncelerini sağlamlaştırmasını, sanat görüşünü geliştirmesini Nazım’ dan aldığı derslere borçludur. Öykü ve romanda yönelmesini sağlayanda odur. İkinci hapisliği, iki arkadaş ile birlikte Cibali’ dedi bir köftecide” hücre çalışması ve komünizm propagandası” yaptığı ihbarıyla 7 Mart 1966’ da tevkif edilmesi ile başlar. Sultanahmet Cezaevi’nde 35 gün tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilir. Bu dava daha sonra beraatla sonuçlanır. Düşünce suçlusu Yazar olur da düşüncesinden dolayı suçlanmaz olur mu? Orhan Kemal’ in “Arka Sokak” adlı öykü kitabı, 1956 yılında yayınlanınca hakkında soruşturma açılıp mahkemeye verildi. Orhan Kemal bu olayı şöyle anlatıyor: “...Hikaye kitabım mahkemeye verilmişti. Hakim iddia makamına uyarak -konuların neden hep fakir fukaradan, işçilerden alındığını, Türkiye’ de varlıklı insanların, iyi yaşayanların olup olmadığını sormuştu. İlk bakışta evet, çok doğru bir soru. Neden hep bu insanları, bu insanların yoksulluğunu ele alıyorum? O zaman hakime: Ben gerçekçi yazarım... En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, onların nasıl yaşadıklarından haberim yok, demiş ve beraat etmiştim.” Orhan Kemal diyor ki... Nurer Uğurlu’ nun “İkbal Kahvesi” kitabında Orhan Kemal şunları söylüyor: ”Ben halkımı, köylümü, bütün köyleri, bütün fakir fukarayı seven bir yazarım... Belirli bir takım şartlar yüzünden geri, bilgisiz, görgüsüz, pis kalmış insanların, imkana kavuştukları zaman değişip gelişeceklerine, ileriliği benimseyeceklerine, uygarlaşacaklarına inanıyorum.” “Ortam” dergisindeki bir konuşmasında ise şunları söylüyor: “Romanlarımdaki iyimserlik bana, halkımızı yakından, çok iyi tanımaktan geliyor. Daha açıkçası ben halkın kendisi, bir parçasıyım. Onun için yakından görüyor, biliyorum ki en kötü insanın bile iyi bir yanı var. Daha açıkçası en kötü insanı içinde yaşadığı toplum yaratıyor, onun için bizim bulunduğumuz toplum değil, dünyanın gelecekte düzene gireceğine, düzenli toplum insanlarının da daha çok mutlu olacağına inanıyorum. |
|||
|
|||