Ana Sayfa

Alkış - Işık Öğütçü- Mayıs - Haziran 2010

 

ORHAN KEMAL’İN MEKTUBU

 


Merakın en güzel yanı insanı yeni arayışlara yöneltmesidir. Heyecanla yelkenlerinizi rüzgârla doldurur uçsuz bucaksız bir bilinmeze yol alırsınız. Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçe, insan yeni okyanuslar keşfedemeyecektir. Fedakârlık yapmadan başarı olamayacağına göre, günlerce uykusuz, aç ve susuz yaptığınız araştırmanın gizemli anlarında kendinizi kaybedersiniz. Her incelediğiniz belge sizi başka bir âleme götürür. Sonunda bulacağınız belki sadece sizi ilgilendirecektir, ama olsun kimsenin zaman harcamak istemediği boş bir uğraş olarak gördüğü bir çabayı siz sonuca ulaştırdığınız için huzurlu olacaksınız ya o yeterlidir.
Orhan Kemal Müzesi’nin kurulması ve daha sonraki yıllarda müzenin geliştirilmesi hep bu inatçı çalışmanın ürünüdür. Bulduğum her yeni belge hem beni hem de toplumu ilgilendirmesi açısından beni daha da heyecanlandırdı.
Örneğin, müzenin ilk açıldığı yıllarda çok merak ettiğim fakat fazla bilgiye ulaşamadığım dedem ile ilgili pek çok kaynağa daha sonraki yıllarda ulaştım. Hatta doktora tezi olarak hazırladığı çalışmayı, kitap olarak yayımlaması için Dr. Meral Demirel’e dostça baskı yaptım. Çünkü bizim ailede saklı duran Abdülkadir Kemali Bey’in “Hatıra Defteri”ni okutmuş, beş yıllık bir çalışma sonunda onu kitaplaştırmıştım. Dr. Demirel’in kitabı bir taraftan bu anı kitabının devamı niteliğindeydi.
Dedem ile ilgili araştırmalarım ve görsel eşyaların toplanmasıyla Orhan Kemal Müzesi’nde onun adına bir köşe hazırladım. Burada onun “İstiklal Madalyası”, ilk meclis tarafından verilen “Mavzer”i, köstekli saati, kendisinin okuduğu yüz yıllık “Kuran”ı, yurtdışında olduğu 1931yılında çıkardığı “Allah Yok Mudur?” ile 1947 yılında yayınlattığı “Ayırt-Çocuklarımın Din Kitabı” isimli kitapları, şifalı bitkiler için aldığı notlar, Nâzım Hikmet tarafından yapılan resmini sergilemeye başladım. Artık dedemle ilgili bulunabilecek her şeye ulaşabilmiştim. Ama içimdeki merak ve araştırma heyecanı bitmediği için hâlâ bir şeylerin daha bir gün bulunabileceği umudunu yaşatmaktayım.
Ve tabii ki üstat Orhan Kemal’in belgeleri. Müzeyi oluşturan görsel malzemelerin yanı sıra, yazılı metinlerin bana geçmişten getirdiği duygu yüklü anıları. Kitaplarının başlangıç kısımlarını hep o sarı defterlerde gördüm. Kimi zaman Türkçe kimi zamanda eski Türkçe harflerle yazılmış, bir yazarın edebiyat alanındaki yol haritaları. Bunları takip ederek üstadın yazı gerçeğine tanık olmak, onu anlamak kolaylaşıyordu. Sadece yapıtlarının başlangıçları değildi benim gördüklerim. Eski gazete kupürleri, yazarları tarafından imzalanmış kitaplar, fotoğraflar, mektuplar ve diğer irili ufaklı, değerli değersiz birçok kâğıt parçaları.
Araştırmacıları ve tabii beni de sırlar dünyasına sokacak olan mektuplar her zaman önceliğimdi. Hele babamın yazdığı bir mektup vardı ki, beni bugün dahi yıllar öncesine götürmeye o günleri hatırlamamı sağlıyordu:

Tevkifhane 9/3/966
Karıcığım ve sevgili çocuklarım;

Bugünkü gazeteler sizi dehşete düşürecek haberlerle dolu ise de kulak asmayın. Hepsi mübalağalı. O kadar ki, dün 9. sulh ceza hâkimi bizi tevkife sebep görmemişti. Savcı usulen 3.asliye ceza mahkemesine itirazda bulundu ve tevkif edildik. Bugün otuz avukat vekâletimizi üzerine aldı. Ağır ceza mahkemesi nezdinde tahliyemiz için yeniden müracaat edecekler.
Şunu kesin olarak bilin ki, isnat edilen suç tamamiyle tertiptir. Her şey yakında aydınlığa çıkacaktır.
Beyoğlu’ndaki taksitçiye durumu anlatın. Merak etmesin. Paramız olursa şubat’tan kalan 230 lira ile mart ayının borcunu ödeyin.

Bir de Nâzım, Okat Kitabevi’ne uğrayıp Evlerden Biri isimli romanımın müsveddesini alsın. Sizde dursun. Benden gelecek habere göre, diğer yayınevine yollarsınız.
Başkaca hepinizin ve bütün dostlarımın gözlerinden öperim. Işıkçığım üzülmesin. Çıkınca bisikletini mutlaka alacağım.

Haydi hayırlısı. Hoşça kalın.

Orhan Kemal

İsterseniz şu adrese yazın: Orhan Kemal-Tevkifhane-Sultanahmet,Şehir


Bu mektupta benimle ilgili satırlar her zaman yüreğimi burkmuştur. Hatta babam yanımda olsun diye bisikletten bile vazgeçtiğimi, Fikret Otyam’ın babama yazdığı mektuptan öğreniyordum:

Çok sevgili Orhan Ankara 29 Mart 1966

Yön’de yazdığım mektuba verdiğin ve arkasında “Görülmüştür. İstanbul Ceza ve Tevkif Evi Müdürlüğü” damgalı mektubunu aldım. Artık sevinme faslından bahsetmek yersiz olduğu için burasını atlıyorum.

Nâzım geldi ve Batman’a gitti. Bu oğlunla da ne denli övünsen azdır. Ne efendi, ne hoş çocuk. Aklı başında. Hele hele Işık. Seni nasıl seviyor, biliyorsun değil mi? Tez gelsin, diyormuş. Bisikletten vazgeçmiş. Haydi bir masraftan daha kurtuldun!

Yön’deki yazım çok ilgi topladı. Yazı değil de senin yazdıkların elbette. “Ya böyle mi gerçekten?” diyen diyene.

Yengemi teselliye çalıştım. Ama alışkın o duruma. Buna rağmen ağladı bol bol. Yengelerin yengesi o. Orhan Kemal’in eşi başka türlü olabilir mi?


Kal sağlıcakla reis… Amanı bilin a…

Has kardeşin
Fikret Otyam


Tabii o yıllarda bu mektuplardan haberim yoktu. Ancak yıllar sonra babamın arşivinde gezinirken bu satırlara tanık olup, o yıllara dönüyordum. Babamı özlemiş, yanımda olmasını istemiştim. Bunun için rüyalarıma giren bisikletten bile vaz geçmiştim. Olmasın ne yapalım. Zaten hayattan fazla bir şey beklememeyi öğrenmiştim. Ne oyuncaklarım vardı, ne başka çocuklara her bayram alınan yeni giysiler, ne de doya doya yemek istediğim çikolatalar. Bunların yokluğuna alışmıştım. Ama babasız günlere asla!
Otuz beş gün sonra serbest kalmıştı. Evde bayram ediyordum. Bana çıkınca alacağı bisiklet için değil, yanımda olduğu için mutluydum. Bu duyguları hasret çeken insanlar ancak anlayabilir. Bugün olan biten her şeyi takip ederken, insanlar evlerinden alınıp götürülürken hep çocuklar aklıma gelir. Onların hasretle bekleyişleri, özleyişleri ve yıllar geçse bile kapanmaz olan yürek yaraları.
Herkes babamın mektubunda söz ettiği o bisikleti alıp almadığını merak etmiştir. Orhan Kemal gibi yüreği insan sevgisi dolu olan, çocukları asla kırmayan hümanist bir insanın sözünü unutması söz konusu bile olamazdı. O da unutmadı ve o bisikleti aldı. Ama tam üç yıl sonra! O gün gerçekten benim için bayramdı. Babam, ağabeyim ve ben Sirkeci’de bisiklet satan dükkândan hayalimde olan bisikleti almıştık. Sirkeci’den kalkan banliyö treninin bagaj kısmına koyarak Menekşe istasyonunda inmiş, yürüyerek Basınköy’e eve getirmiştik. Dünyalar benim olmuştu. Babam bana bisiklet almıştı! 1969 yılının sıcak bir gününde babamın bisiklete binmesini istemiştim. Belki de muzip bir düşünceyle babamın bisiklete binemeyip, düşeceğini bu duruma güleceğimi düşünmüştüm. Ama üstat beni utandırmış, bisiklete benden daha iyi binmiş ve sürmüştü. O günü daima anımsarım.
1970 yılının 2 Haziran günü vefat ettiğinde, ben ve bisikletim mahzun kalmıştık. Bundan böyle bir daha bisiklete bindiğimi, büyüdüğümü, okullar bitirdiğimi, iş sahibi olduğumu, evlendiğimi ve çocuğumu göremeyecekti. Bugün ölümünün üzerinden tam kırk yıl geçti. Yaşasaydı doksan altı yaşında olacaktı. Yaptığım çalışmalar ve yapıtlarıyla, dostları, okurlarıyla daha da uzun yıllar aramızda olacağına yürekten inanıyorum. Zaten kendisi de, “Gerçek olan öğrenmektir. Nereden, nasıl öğrenirsen öğren. Nereden, nasıl öğrendiğin, diploman, hatta neler bildiğin de önemli değil. Ne yaptığın önemlidir.” dememiş midir?

Öyleyse ne yaptığımızın önemi büyüktür. Hepimize düşen görev ise, tarih mademki koynunda sanata ve bilime hizmet edenleri sonsuza kadar saklayacak, o zaman biz de insanlığa hizmet eden bu öncü sanatçının kadir kıymetini bilerek, toplumsal hafızamızı canlı tutarak onun genç kuşaklar tarafından fark edilmesini sağlamamız gerekecektir. Görevimizi başarıyla yaptığımız zaman, değer bilen büyük halkımızın onu unutmayacağını biliyorum.

 


[email protected]