Ana Sayfa

Alkış - Sıddık ELBİSTANLI - Mayıs - Haziran 2010

 

TÜRK EDEBİYATININ MAKSİM GORKİ'Sİ

 

Değini:

Oğuz Paköz Bey'in, Orhan Kemal sevgisi özeldir. Alkış'ın bu sayısını, ağırlıklı olarak bu değerli yazarımıza ayırdı bu yüzden... Bize de yine tenbih etti:

-Hocam, bu konuda bilhassa size güveniyorum.

Biz de dostumuza mahcup düşmemek için tabana kuvvet dedik ve aşağıdaki satırları karaladık. Bilmeyiz, bir şeye benzediler mi?

Türk romancılığı ve hikayeciliğinin, hep emekçileri, işçileri anlatması dolayısıyla Maksim Gorki'si; maceralı bir yaşamın izini sürdüğü için de Panait Istrati'si sayılan bir yazarımız Orhan KEMAL. İlimize yakın bir yerde, Adana'nın Ceyhan ilçesinde doğmasına (1914) bakarak; Ceyhan bizim ünlü ırmağımızın da adı olması sebebiyle; onu biz de bir bakıma rahatlıkla hemşehrimiz diye özümseyebiliriz. Onun duru, şiirli dilinde kendimizi; şair Gülten Akın'ın dizesiyle;

Adamın su gibi akanıdır Maraşlı”

diye tarif edilen, Anadolu insanını kolaylıkla tanıyabiliriz.

Edebiyatın halkla buluşan, aşağıdan yukarıya doğru yapılanan kanadında yer alması dolayısıyla Orhan Kemal'in romancılığını, doğrudan Anadolu'nun kültür-sanat sentezine bağlayabiliriz.

Bu sağlam bağlantı bizi nerelere kadar götürür?

Elbette yazarın uzanabilme yeteneğini gösterebildiği en ücra köşelere, en dip konulara, derine ve en yüce doruklara...

Çünkü bunların hepsi gören gözler için, Anadolumuzda vardır. Doğrusunu da söylemek gerekirse, dün de vardı bu değerler, olgular, çeşniler Anadolu'da, bin yıl öncesinde de vardı. Değişen yalnız zamanın salınımında, uygun şartlarını bularak doğan yeni yeni bireşimlerdir.

Orhan Kemal'in bu yazarlığı sınırlı bir yazarlık mı?

Sınırlı bir yazarlık!

Gerekli mi?

Gerekli.

Peki bu sınırlılık nereye kadardır ve ne kadardır? Eğer gerekli ise, bu gerek ne kadardır ve yine nereye kadar gerekli kalacaktır?

Ülkemizdeki devasa kültürel, sanatsal bölünmüşlük olgusu, nesnel bir gerçeklikse eğer; ki nesnel bir gerçekliktir; bu sorular, tıpkı diğer "yetkin" edebiyatçılarımız için olması gerektiğince, Orhan Kemal için de sorulup yanıtlanmalıdır artık.

Bu yüzden, bu devasa bölünmüşlük yüzünden, hiçbir yazarımızın (buna ayrımsız herkes dahil edilmek zorundadır,) dokunulmaz kılınması, kanaatimce doğru değildir.

Orhan Kemal, genel olarak emekçilerin ve yoksulların romancısı, öykücüsüdür diyelim... Peki, günümüzün dünyasında bu tutumun açık anlamı nedir?...

Ona göre ve biraz da bize göre, galiba şudur;

İçinde yaşanılan toplum, şöyle veya böyle son tahlilde sınıflı bir toplumdur. Bir tarafta yoksul emekçiler, öbür tarafta zengin patronlar, burjuvalar. Emekçiler, mazlumlar ve sömürülenlerdir. Patronlar ve burjuvalar da mutlu azınlık...

Bu bakış açısından daha birçok argüman sıralamak mümkündür elbet. Ama biz bunu şematize ederek anlatmak zorundayız. Sanatçının bir görevi de mazlumdan yana çıkmak olduğuna göre, (çağının tanığı olabilmek için bu böyle) günümüzün mazlum olarak en önde gözüken kesimi elbet çoğumuza göre, emekçiler dünyasıdır. Gerçekte de ayan beyan öyledir vesselam.!

İşte bu anlayış ve inançla Orhan Kemal, böyle bir yazar olarak dünya görüşünü oluşturmuştur ve emekçilerden tarafa kalemini kullanmıştır. Zaten içlerinden çıkıp gelmiştir. Böyle olması da doğaldır.

Orhan Kemal, buraya kadar sınırsız sevgi dolu bir yazardır. 1945'lerden beri ülkemizde yaşanan sınıflı toplum manzaralarını, kederi ve sevinci ile sanatın estetik kuralları içinde eksiksiz dile getirmeğe gayret etmiştir.

Peki, yazınımızda Orhan Kemal diye bir yazar ve bu gibi konuların işlenmesi gerekli miydi?

Gerekliydi. Sanatın, toplum mahşerinin aynası olduğu gerçeğini kabul etmişsek eğer, (ki başka seçenek yok!) bu yargıyı istemesek de benimseriz. Böyle bir toplumda dünyaya gelmişse, yazar Orhan Kemal'in de başka bir seçeneği yok. Ya 'duyarsızlığın dayanılmaz hafifliği' içinde bulanıklığın ve belirsizliğin öykücüsü olup, zeytinyağı gibi yüze çıkacak, şöhret ve para peşinde koşacak ya da gerçek acıları tadacak, tattıracak, gerekirse fatura ödeyip 'acılı kuşak' olacaktır.

Ama sınırı ve gerekliliği de işte buraya kadardır, bu soy yazarlarımızın. Çünkü ülkemizde Paris'teki, Berlin'deki, söz gelimi Moskova, Londra, Vaşington'daki gibi sadece sınıflar arası çelişmeler yoktur. Bir de bu toplumun tarihinden gelen milli meseleleri, çekişmeleri vardır. Onların da günün şartlarına göre dile getirilmesi, dramatize edilmesi gerekli değil miydi?...

Gerekliydi elbet. Hatta bu iki can alıcı gerekliliğin, gerçekliğin bir potada birleştirilerek, etki gücünün yenilmez kılınması en yetkin davranıştır.

Millici edebiyatla, toplumcu-gerçekci edebiyat net bir şekilde birleşmelidir. Yoksa, dediğimiz gibi her birisi kendi köşesinde "sınırlı - sorumlu" kalacaklardır. Bu da kültürel bölünmüşlüğümüzün sürgit devam etmesinin, kronikleşmesinin açık göstergesi olacaktır.

Artık taşların yerli yerine oturması gerekir. Yoksa küresel emperyalist kültür, hepimizi kendi hegamonyasına katar, bitirir.

Orhan Kemal'leri okuyalım. Hem de çok çok okuyalım. Onun şiirli dilinden türlü tadlar devşirelim. Ama Tarık Buğra'ları da çok okuyalım. Samim Kocagöz'leri ve Faik Baysal'ları... Fakat biz kendimizi, yarının asıl yazarları, öykücüleri ve romancıları olarak, milliliği ve toplumsallığı bağrında birleştiren, daha güçlü ve işlevsel bir oruna yükseltmeğe çalışalım.

Gurbet Kuşları adlı romanında Maraşlı göçmen bir ailenin İstanbul'daki yoksul ve garip yaşamını, dağılmışlığını anlatan Orhan Kemal, elbette bir anlamda hemşehrimiz sayılır. Kimbilir belki bir gün bir başka Orhan Kemal çıkar da, bu Maraşlı ailenin torunu olan bir gencin ekmek, eşitlik, iş arama, mutlu olma mücadelesiyle beraber, milli kültür, sanat, bağımsızlık, barış, cumhuriyet, milli birlik ve gerçek demokrasi mücadelesini de kaleme alır.

***

Bir sanat yapıtını, yazarın ağzıyla bile yazılmış da olsa, bunu doğrudan o yazara ait bir hatıra imiş gibi değerlendirip, yazarını köşeye sıkıştırmak doğru değildir. Sanat her zaman zihinde soyutlamalar yapılarak algılanmalıdır. Bilinmelidir ki, “özne” sadece o yapıtın içindeki kurgusal-yazınsal öznedir. Bu estetik gerekliliği, okuyucu hiçbir zaman düzgünce kavrayamaz. Garip olanı da şudur ki; ekseri yazarların kendileri de henüz o bilinç seviyesinden uzaktır. Yayıncılar ise haydi haydi uzaktırlar. Bir marifetmişçesine, roman öykü kitaplarının kapak arkasına yazılan tanıtım notlarında, o yapıtın birebir yaşanmış olaylardan ve gerçek kişilerden alınmış olduğunu yazıp dururlar.

Oyun bozucunun önde gidenidir bunlar. Roman, öykü yazarının kendisi bile bu işin böyle olmadığını belirtmiş olmasına rağmen, onlar yine bildiklerini okurlar. Okuyuculardaki 'gerçeklik hastalığı', ticari kaygılarla bu yayıncılara da fazlasıyla bulaşmış gibidir.

Orhan Kemal, bu yetkin soyutlamayı yapabilen nadir yazarlarımızdan sayılır. Örneğin daha ilk romanı olan Baba Evi, büyük bir ihtimalle kendi yaşamı etrafında döneceği halde, şu mizansenle başlıyor:

"Küçük Adam'ı, Adana kahvelerinden birinde tanıdım, tesadüfen. Sakallı yüzünü avuçları içine almış düşünüyordu. Açık mavi gözleri, kıvırcık sarı saçları vardı. Birbirimizi uzun uzun gözden geçirdikten sonra yanıma geldi. Beni birisine benzettiğini söyledi. Maksadının konuşma kapısı açmak olduğunu anlıyordum.

Derhal ahbap olduk.

Bana hayat macerasını çok sonra, ısrarlarım üzerine uzun uzun anlattı. Bunları yazmasını söyledim güldü,

-Sen yaz istersen! dedi.

Coşarak anlattığı şeylerden tuttuğum notlar bir haylidir. Bir ciltten sonra ihtimal ikinci, üçüncü, dördüncü ciltler meydana gelecek." (Baba Evi, sh 7, Epsilon Yayıncılık)

Sonra, sözde o kahramanın ağzıyla asıl roman akışı başlar. Şimdi biz inansak da, inanmasak da o romanın baş kahramanı Orhan Kemal değil, buradaki Küçük Adam'dır.

Güvenilir hikaye yazarı böyle olur. Güvenilir okuyucu da böyle algılar.

"O şimdi nerde mi?

"Kimbilir? KüçükAdam'lara mahsus çileli bir hayatı sürerek, belki İzmir'de, belki İstanbul'da, belki de Van'da... "(Aynı yer).

Biz de diyelim ki, belki de Kahramanmaraş'tadır şimdi o Küçük Adam. Küçük Adam'ın romancısıdır Orhan Kemal. Küçük Adam'ın, yani işçinin, emekçinin, işsizin, boşta gezerin, avarenin, sahipsizin... Ama bu aylarda (Ocak-Şubat 2010) başkent Ankara'daki ve tüm yurttaki tekel işçilerinin günlerce süren haklı direnişiyle, o şimdi Büyük Adam'dır.

*

Konunun içine konu kattık. Postmodern bir yöntem. Ama belki asıl Orhan Kemal'in en beğendiğim bir yönünü size sunacaktım. Daha doğrusu yapıtlarını bana açan yönünü.

Ben şahsen Orhan Kemal okumayı epeydir ihmal etmiştim. Doğrusu da eserlerinin çoğunu henüz okuyamamıştım. Onu fazla gerçekçi buluyordum. Bizlere bu şekilde tanıtılıyordu hep. Ama birkaç yıl önce güzel bir yönünü keşfettim. Orhan Kemal de, hemşehrisi ve yaştaşı Yaşar Kemal gibi edebiyata şiir yazarak adım atmış. Nedense bu incelikli yönünü o güne kadar gözümden kaçırmışım. Kimse de bana bu konuda yardımcı olmamış. Ona yeteri kadar zaman ayıramadığım için ara ara üzüldüğümü biliyordum. Ama ne yapabilirdim ki! Kendimce bir çekicilik bulamamıştım henüz. Sırf ünlü bir yazarı okumuş olmak için okumayı da içten bulmuyordum. Son yıllarda merak ettim; acaba onun şairlik yönü de, romanlarına ve öykülerine sirayet etmiş mi? Metinlerinde böyle bir duyarlılık görebilir miydim, diye ilgilenmeğe başladım. Yaşar Kemal'de bu vardı. Çoğu yerde görülürdü. Ölmez Otu romanı, baştan sona şiir özentilidir. Onun anlatımında destansı bir nitelik görülür bazan. Ağrı Dağı Efsanesi, bir de bu gözle okunabilir.

Evet yanılmamıştım. Orhan Kemal'de de bu özellik gözlenebilirdi; Cümleleri yer yer bir sözcükle bile olsa, şiirsellik taşıyordu. Üslubunun akıcılığı bu damardan besleniyor olmalıydı. Buna yine Baba Evi'nin sayfalarından şöyle iki kısa örnek verebilirim:

"Çok yapraklı ağaçlarının bahçesine koyu ve nemli gölgeler saldığı büyük bir konak hatırlıyorum. Bahçenin bir kenarında, güneşli suyu taş bir yalağa dökülen, döküldükçe köpüklenen bir çeşmemiz vardı. " (Sayfa 9)

"Deniz uluyordu. Uzaklarda bir şamandıra, denizin üzerinde yükseliyor, sonra gümbürtülerle parçalanan karanlık suların uçurumunda kayboluyor, az sonra tekrar çıkıyordu. "(Sayfa 40)

Benim gibi siz de, Orhan Kemal'i bir de böyle şiirli dili ile keşfederek yeniden okumayı deneyebilirsiniz; romanlarını, öykülerini...

Bir sanat eseri, söz gelimi bir hikaye ve roman için bunlardan daha önemlisi, yapılan, yazılan şeylerin sahici bir sanat-edebiyat ürünü olmasıdır. Her verinin, bu amaç doğrultusunda, ustalıkla, üstün bir araç olarak ne düzeyde kullanılıp kullanılmadığı gerçeğidir. Düşüncenin de, inancın da, bilginin de, üslubun, dilin de... Edebiyat, şiiriyle, öyküsüyle, roman ve tiyatrosuyla, tıpkı sinema gibi bir canlandırma sanatıdır sonuçta. Bir yeniden yaratıdır. Bu olamıyorsa eğer yapılan edilen şeyler eksiklidir, kendiliğindendir.

Orhan Kemal bu yönden de değerli bir yazardır.

Bir de Orhan Kemal'in, okuyucuyu uzun metin okuyuculuğundan kurtaran, oyun diliyle sağladığı ruhsal rahatlık vardır ki, gençleri ve halkı edebiyata çeken çok önemli, seviyeli bir işlev yüklenir. Bu belirgin üslup özelliğiyle de, işçi-emekçi dünyasının yeni bir Ömer Seyfettin'idir sanki Orhan Kemal; bilhassa gençlerimiz tarafından Ömer Seyfettin kadar okunur.

Yazımızı, Orhan Kemal bağlamında, yine başladığımız gibi bitirelim.

Bizdeki devasa kültürel-sanatsal bölünmüşlüğe, artık tamamiyle "dur!" demenin vakti geldi de geçiyor bile. Biz şahsen son 25-30 yılımızı hep bu uğurda çaba göstererek geçirdik. Yine de katettiğimiz yolun mesafesi belli. Kanımca, eğer bizdeki tüm zıt fikirler, edebiyat akımları, zihniyetlerin temsilcileri, milletimizi ve halkımızı ortak bir paydada buluşturamıyor; aksine habire kendi çekişmeci görüşlerinin, kısır döngülerinin, yapay farklılıklarının altını çiziyorsa; o ülkede, daha büyük bölünmelerin de (siyasi, etnik, dinsel, dilsel, coğrafi, demografik) bilerek veya bilmeyerek lanetli, uğursuz temsilcileri, sözcüleri olmaktan kendilerini kurtaramazlar. Bir taraf Orhan Kemal'i, öbür taraf Peyami Safa'yı vb. bu bölünmüşlüğe kurban ettikçe, elin oğlu da gelir her iki alanı da tarumar eder.

Demek ki her şeyden önce kültürel birlik gerek milletimize, bize...

 

 


[email protected]