Ana Sayfa

Alkış - Ercan Kozanoğlu - Mayıs - Haziran 2010

 

ORHAN KEMAL İÇİN

 

 

Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim..
.

Türk dilinin büyük ustalarından Nazım'ın dediği gibi taa Uzak Asya'dan geldik; dörtnala. Her bastığı yerde nal izi bıraktı, kısrak. Altaylardan, Tibet'in bozkırlarından, Çin'den, Hindistan'dan; Harzem, Semerkant, Kaşgar, Buhara'dan. Aral, Hazar. Kafkaslardan, Horasan'dan döl aldı. Anadolu'da soluklanıp doğurdu, doğurdu... Bunlarla yetinmedi kısrak; Avrupa'nın doğusundan; Balkanlardan gelenleri de emzirdi; dolgun memeleriyle.

Gelenlerin hepsi bu kısrak başında harmanlanıp "biz" oldu. Bu harmandan elek üstüne öyle taneler çıktı ki... Mevlana, Yunus, Hacıbektaş, Pir Sultan... Karacoğlan, Dadaloğlu, Koçköroğlu, Veysel...

Orhan KEMAL de eleğin üzerinde kalan iri tanelerden biriydi. CEMİLE adlı yapıtında kısrak başının; birbirinden çok farklı kültürlerinin buluşup "biz" olduğu yörelerimizin en başında geleni, Çukurova'nın göz bebeği; Adana'dan çelişkilerle dolu bir yaşam kesitini sunuyor okurlarına.

"Yıllardır kahrımı çekmekten usanıp yorulmayan, cefakâr karıma..."

4.5.958

İmza, Orhan Kemal

Yazarın kendi hayatından birçok iz bulunan eserde, 1934'lerin Çukurova'sında, bir işçi mahallesinde, ekmek parası mücadelesi verirken, güzelliği ile dikkat çeken, Boşnak kızı Cemile'nin fakir bir kâtiple olan derin aşkının yanında, insanların cahillikleri, düşüncesizlikleri ve yobazlıkları tüm gerçekliği ile anlatılmış.

Yazar olmak, küçücük harfleri birleştirip sözcük, onları birleştirip tümce, onları da birbirlerine ulayarak kalın kaim, ama okunamayan Nobelli Nobelsiz kâğıt birikintilerini insanlara yutturmak değil; kanımca. Yapıt; okurun eline geçtiğinde hemencecik onu sonuca ulaşmak için çabalatmak. Gözlerden, dilinin ucundan akıp gitmeli satırlar, sayfalar.

Yazar içinde olduğu toplumda unutulmamalıdır. Kendi kültürünü yaşatıp geliştirmek en vazgeçilmezi olmalı. Yazdıklarıyla insanlara katkıda bulunmalı, önlerini açmalı, olumsuzlukları düzeltmek, bir şeyleri değiştirmek için yol göstermelidir. Her şey yaşam için değil mi? Din bile.

Orhan KEMAL tüm yapıtlarında, içerisinde yaşadığı toplumun yıllar ötesinden getirdiği sözcükleri kullanır anlatımlarında; laf cambazlığı yapmadan duruca. Tümceleri en kısa yoldan getirip, insanın belleğinde yer ettirir. Yerel dili fazlaca kullandığı söylenirse de bu onun özelliklerindendir.

Cemile'de kullandığı anlatım biçimlerine hep beraber bir göz atalım.

"...kara donunun cebinden Serkdoryan sigara paketini çıkardı," ".. .hazdan gerilmiş sırtıyla yumuşak toprakta debelenmekte, orada şehvete gelerek, ince beyaz dişleriyle aya doğru pavkırmaktaydı." "Çakal dikkat kesilmişti. Böcek çıtırtılarıyla yüklü geceyi huzursuzlukla dinledi." "Kasketi ensesine yıkılı adamın yüzü pek belli olmuyordu." "Ne avrat be! Demek öyle diyor." Tövbe de... Baba, dede, ata yadigârı, peygamber yaratığı onlar. Günah değil mi?" " Kâtip değil mi? Otuz kâğıt aylıknan avrat mı sevilir?" "Devrini tamamlayan ay silinmişti." "Ortalıkta keskin bir mayıs kokusu vardı." "Amaaan. İyi olsam ne ki, bundan sonra it olup kuyruk mu sallayacağım." "...tahtaları basıla basıla yenmiş, çürük, su gibi sallanan bir merdivenle çıkılıyordu." "Gözlerine parmaklarımı daktığım gibi ikiciğini birden alırım. Kösnük." "...iki fırrık kaldı şurada zati..." " İki fırrık miki fırrık bilmem; söndür." " O onu itti, o onu. Sonra birden bire karakucak oldular." " ulan senin İsa'nı, Musa'nı, yedi göbek zürriyetini İskender'in ordularıynan..." "...gözümün ağını yesin, diyor dedim de çemkiriverdi!" "Babasının zanaatı madem bu kadar zorlu..." "Sökümhaneye taraf yürüdü." " İt dişi, domuz derisi. Ko sarhoşu yıkılana kadar." "Kız eksiğidir, yarın elin eline düşerse sıkmtı çeker." " ...yazının kabıklısını tebelleş etti başımıza." " Ay benimle olduktan sonra, yıldızın kuyruğuna çarpim!" "İki adamın bacağı konuşmaya devam etti." "Bir ayıbalığını hatırlatan, geniş omuzlu, kocaman kocaman elli ..." " ...mühendis usullacak kalktı..." "...gene ne patırdıyordu." " Etine iğne batırılmış gibi irkilen..." "Ne diye yanındaki itlerini bağlatmıyon." " ... ona iki dene miralay tokatı..." "Gittik odasına biriki oturduk..." "...itin değil sahabının hatırı var..." "...ağzının bi gozel kayarını vermelisin ki, benim de yüreğim soğumalı!"

Birkaç da paragrafa göz atalım.

1934 yılı Eylül sonlarıydı.

Kuvvetli ayın altında bembeyaz pamuk tarlaları göz alabildiğine uzanıyor, köyleri şehre bağlayan tozlu yollarda kütlü denilen tohumlu pamuk hararları yüklü Doç'lar, Şevrole'ler, Ford'lar, yağsız tekerleklerinin gıcırtısı aydınlık geceyi dolduran öküz, camız arabaları, İnegöl çift atlıları, yüklü deve dizileri şehre akıyordu... Bu saatte değişecek yedek, vardiya olmadığından, işçi mahallesi uyuyordu. Çürümüş tahta, paslı teneke ve kerpiç yığınlarından ibaret evleriyle işçi mahallesi sanki bir seldi, bir seldi de bu sel, uzak, çok uzak, çok uzaklardan yuvarlana yuvarlana, köpüre köpüre korkunç anaforlar yapa yapa gelmiş yıllardan beri mahallenin nabzı gibi atan fabrikanın ağır, beyaz taşlarla örülü duvarına dört yandan yüklenmiş, ama duvarları aşamadan takılmış kalmıştı...

Yukarıdaki paragraf romanın en uzun tümcesidir.

Evler... Yan yatmış, diz çökmüş, bağdaş kurmuş, kapaklanmış yahut tam yuvarlanacakken tutunuvermiş evler, işçi evleri...

Tam bu sırada ufak tefek, halim selim annesi, bir elinde bir baş soğan, öbür elinde bir bıçak, mutfaktan dişi bir pars gibi fırlamış, kocasının karşısına dikilmiş, "Okuyacaklar!" diye haykırmıştı, "Evlatlarımı başkalarının karşısmda el ovalamaya mahkûm birer sünepe görmektense, ölmeyi tercih ederim. Benim çocuklarım okuyacak, babaları gibi..."...

Cemile'nin getirdiği haber, sabahtan beri beklenen kötü haberdi, ulaşmıştı. İşçi mahallesi şöyle bir sarsıldı. Tehlikede olduğu hissedilen evlatlar, sevgililer için alt evlere daimdi, odunlar, tahta parçaları, taşlarla çakılıp ihtiyar Malik'le Muy'un peşinde, yan yatmış, bağdaş kurmuş, diz çökmüş kerpiç ve ahşap kalabalığının dar, eğri büğrü sokaklarına düşüldü. İhtiyar Malik'le Muy'un peşinde bütün bir mahalle... Karnı burnunda gebe kadınlar, yalınayak çocuklar, romatizmalı, buruş buruş ihtiyarların sokak sokak büyüyen kalabalığı fabrikaya akıyordu...

Cemile merdivenin başında bekliyordu. Yanakları al aldı. Gözlerini indirmişti. Birden bire eğri parmaklarına gözü ilişti, telaşlandı. Onları göstermemek için kollarını yana sarkıttı, gözlerini kaldırdı. İhtiyar kadının ela gözleriyle karşılaşınca sıkıntısı arttı, şaşırdı, gülümsedi...

İzmir yahut İstanbul'dan gelecek işçiler bizim muhasebe servisindekilerle eşittirler. Gözleri açıktır. Amirlerinin azarma, dayağına filan kolay kolay boyun eğmezler. Asıl fenası İzmir yahut İstanbul'dan gelecekler gelirken dansları, müzikleri, banyoları haftalık temiz elbiseleriyle filan gelecekler. Bizim sakin, durgun, kendi halinde, fazlasını istemeyi bilmeyen yerli işçilerimize tesir yapacak, gözlerini açacaklar. Örnek olacaklar bizimkilere. Çok geçmeden bildiğiniz gibi, bir işçi bunalımıyla karşı karşıya geleceğiz...

İhtiyar Malik, oda, kapısını arkadan sürgülemiş, pencere önünde sessiz sessiz ağlıyor, mahallenin sırtını döndüğü göl ikindi güneşinin ölgün sarısı altında kocaman bir denizi hatırlatarak hafif hafif dalgalanıyordu.

 

 


[email protected]