Dörtnala
gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim...
Türk dilinin
büyük ustalarından Nazım'ın dediği gibi taa Uzak Asya'dan geldik;
dörtnala. Her bastığı yerde nal izi bıraktı, kısrak. Altaylardan,
Tibet'in bozkırlarından, Çin'den, Hindistan'dan; Harzem, Semerkant,
Kaşgar, Buhara'dan. Aral, Hazar. Kafkaslardan, Horasan'dan döl aldı.
Anadolu'da soluklanıp doğurdu, doğurdu... Bunlarla yetinmedi kısrak;
Avrupa'nın doğusundan; Balkanlardan gelenleri de emzirdi; dolgun
memeleriyle.
Gelenlerin hepsi
bu kısrak başında harmanlanıp "biz" oldu. Bu harmandan elek üstüne
öyle taneler çıktı ki... Mevlana, Yunus, Hacıbektaş, Pir Sultan...
Karacoğlan, Dadaloğlu, Koçköroğlu, Veysel...
Orhan KEMAL de
eleğin üzerinde kalan iri tanelerden biriydi. CEMİLE adlı yapıtında
kısrak başının; birbirinden çok farklı kültürlerinin buluşup "biz"
olduğu yörelerimizin en başında geleni, Çukurova'nın göz bebeği;
Adana'dan çelişkilerle dolu bir yaşam kesitini sunuyor okurlarına.
"Yıllardır
kahrımı çekmekten usanıp yorulmayan, cefakâr karıma..."
4.5.958
İmza, Orhan
Kemal
Yazarın kendi
hayatından birçok iz bulunan eserde, 1934'lerin Çukurova'sında, bir
işçi mahallesinde, ekmek parası mücadelesi verirken, güzelliği ile
dikkat çeken, Boşnak kızı Cemile'nin fakir bir kâtiple olan derin
aşkının yanında, insanların cahillikleri, düşüncesizlikleri ve
yobazlıkları tüm gerçekliği ile anlatılmış.
Yazar olmak,
küçücük harfleri birleştirip sözcük, onları birleştirip tümce,
onları da birbirlerine ulayarak kalın kaim, ama okunamayan Nobelli
Nobelsiz kâğıt birikintilerini insanlara yutturmak değil; kanımca.
Yapıt; okurun eline geçtiğinde hemencecik onu sonuca ulaşmak için
çabalatmak. Gözlerden, dilinin ucundan akıp gitmeli satırlar,
sayfalar.
Yazar içinde
olduğu toplumda unutulmamalıdır. Kendi kültürünü yaşatıp geliştirmek
en vazgeçilmezi olmalı. Yazdıklarıyla insanlara katkıda bulunmalı,
önlerini açmalı, olumsuzlukları düzeltmek, bir şeyleri değiştirmek
için yol göstermelidir. Her şey yaşam için değil mi? Din bile.
Orhan KEMAL tüm
yapıtlarında, içerisinde yaşadığı toplumun yıllar ötesinden
getirdiği sözcükleri kullanır anlatımlarında; laf cambazlığı
yapmadan duruca. Tümceleri en kısa yoldan getirip, insanın
belleğinde yer ettirir. Yerel dili fazlaca kullandığı söylenirse de
bu onun özelliklerindendir.
Cemile'de
kullandığı anlatım biçimlerine hep beraber bir göz atalım.
"...kara donunun
cebinden Serkdoryan sigara paketini çıkardı," ".. .hazdan gerilmiş
sırtıyla yumuşak toprakta debelenmekte, orada şehvete gelerek, ince
beyaz dişleriyle aya doğru pavkırmaktaydı." "Çakal dikkat
kesilmişti. Böcek çıtırtılarıyla yüklü geceyi huzursuzlukla
dinledi." "Kasketi ensesine yıkılı adamın yüzü pek belli olmuyordu."
"Ne avrat be! Demek öyle diyor." Tövbe de... Baba, dede, ata
yadigârı, peygamber yaratığı onlar. Günah değil mi?" " Kâtip değil
mi? Otuz kâğıt aylıknan avrat mı sevilir?" "Devrini tamamlayan ay
silinmişti." "Ortalıkta keskin bir mayıs kokusu vardı." "Amaaan. İyi
olsam ne ki, bundan sonra it olup kuyruk mu sallayacağım."
"...tahtaları basıla basıla yenmiş, çürük, su gibi sallanan bir
merdivenle çıkılıyordu." "Gözlerine parmaklarımı daktığım gibi
ikiciğini birden alırım. Kösnük." "...iki fırrık kaldı şurada
zati..." " İki fırrık miki fırrık bilmem; söndür." " O onu itti, o
onu. Sonra birden bire karakucak oldular." " ulan senin İsa'nı,
Musa'nı, yedi göbek zürriyetini İskender'in ordularıynan..."
"...gözümün ağını yesin, diyor dedim de çemkiriverdi!" "Babasının
zanaatı madem bu kadar zorlu..." "Sökümhaneye taraf yürüdü." " İt
dişi, domuz derisi. Ko sarhoşu yıkılana kadar." "Kız eksiğidir,
yarın elin eline düşerse sıkmtı çeker." " ...yazının kabıklısını
tebelleş etti başımıza." " Ay benimle olduktan sonra, yıldızın
kuyruğuna çarpim!" "İki adamın bacağı konuşmaya devam etti." "Bir
ayıbalığını hatırlatan, geniş omuzlu, kocaman kocaman elli ..." "
...mühendis usullacak kalktı..." "...gene ne patırdıyordu." " Etine
iğne batırılmış gibi irkilen..." "Ne diye yanındaki itlerini
bağlatmıyon." " ... ona iki dene miralay tokatı..." "Gittik odasına
biriki oturduk..." "...itin değil sahabının hatırı var..."
"...ağzının bi gozel kayarını vermelisin ki, benim de yüreğim
soğumalı!"
Birkaç da
paragrafa göz atalım.
1934 yılı Eylül
sonlarıydı.
Kuvvetli ayın
altında bembeyaz pamuk tarlaları göz alabildiğine uzanıyor, köyleri
şehre bağlayan tozlu yollarda kütlü denilen tohumlu pamuk hararları
yüklü Doç'lar, Şevrole'ler, Ford'lar, yağsız tekerleklerinin
gıcırtısı aydınlık geceyi dolduran öküz, camız arabaları, İnegöl
çift atlıları, yüklü deve dizileri şehre akıyordu... Bu saatte
değişecek yedek, vardiya olmadığından, işçi mahallesi uyuyordu.
Çürümüş tahta, paslı teneke ve kerpiç yığınlarından ibaret evleriyle
işçi mahallesi sanki bir seldi, bir seldi de bu sel, uzak, çok uzak,
çok uzaklardan yuvarlana yuvarlana, köpüre köpüre korkunç anaforlar
yapa yapa gelmiş yıllardan beri mahallenin nabzı gibi atan
fabrikanın ağır, beyaz taşlarla örülü duvarına dört yandan
yüklenmiş, ama duvarları aşamadan takılmış kalmıştı...
Yukarıdaki
paragraf romanın en uzun tümcesidir.
Evler... Yan
yatmış, diz çökmüş, bağdaş kurmuş, kapaklanmış yahut tam
yuvarlanacakken tutunuvermiş evler, işçi evleri...
Tam bu sırada
ufak tefek, halim selim annesi, bir elinde bir baş soğan, öbür
elinde bir bıçak, mutfaktan dişi bir pars gibi fırlamış, kocasının
karşısına dikilmiş, "Okuyacaklar!" diye haykırmıştı, "Evlatlarımı
başkalarının karşısmda el ovalamaya mahkûm birer sünepe görmektense,
ölmeyi tercih ederim. Benim çocuklarım okuyacak, babaları
gibi..."...
Cemile'nin
getirdiği haber, sabahtan beri beklenen kötü haberdi, ulaşmıştı.
İşçi mahallesi şöyle bir sarsıldı. Tehlikede olduğu hissedilen
evlatlar, sevgililer için alt evlere daimdi, odunlar, tahta
parçaları, taşlarla çakılıp ihtiyar Malik'le Muy'un peşinde, yan
yatmış, bağdaş kurmuş, diz çökmüş kerpiç ve ahşap kalabalığının dar,
eğri büğrü sokaklarına düşüldü. İhtiyar Malik'le Muy'un peşinde
bütün bir mahalle... Karnı burnunda gebe kadınlar, yalınayak
çocuklar, romatizmalı, buruş buruş ihtiyarların sokak sokak büyüyen
kalabalığı fabrikaya akıyordu...
Cemile
merdivenin başında bekliyordu. Yanakları al aldı. Gözlerini
indirmişti. Birden bire eğri parmaklarına gözü ilişti, telaşlandı.
Onları göstermemek için kollarını yana sarkıttı, gözlerini kaldırdı.
İhtiyar kadının ela gözleriyle karşılaşınca sıkıntısı arttı,
şaşırdı, gülümsedi...
İzmir yahut
İstanbul'dan gelecek işçiler bizim muhasebe servisindekilerle
eşittirler. Gözleri açıktır. Amirlerinin azarma, dayağına filan
kolay kolay boyun eğmezler. Asıl fenası İzmir yahut İstanbul'dan
gelecekler gelirken dansları, müzikleri, banyoları haftalık temiz
elbiseleriyle filan gelecekler. Bizim sakin, durgun, kendi halinde,
fazlasını istemeyi bilmeyen yerli işçilerimize tesir yapacak,
gözlerini açacaklar. Örnek olacaklar bizimkilere. Çok geçmeden
bildiğiniz gibi, bir işçi bunalımıyla karşı karşıya geleceğiz...
İhtiyar Malik, oda, kapısını arkadan sürgülemiş, pencere önünde
sessiz sessiz ağlıyor, mahallenin sırtını döndüğü göl ikindi
güneşinin ölgün sarısı altında kocaman bir denizi hatırlatarak hafif
hafif dalgalanıyordu.
|