Ana Sayfa

Radikal Kitap - Sennur Sezer - 4 Haziran 2010

 

Orhan Kemal'i özlemek

 

Orhan Kemal'i özlüyorum. Onun anlattığı yarı çocuk yarı ergin delikanlıların özlediği, adil dünyayı özlemek bu. Orhan Kemal, ününü, yaşını, ustalığının ağırlığını yansıtmazdı bize. Hep alçak gönüllüydü.

Orhan Kemal’i özlüyorum. Onunla kırk yıl önce Yerebatan’da Stop Otel’in önünde ayrılmıştık. Her zamanki gibi “kıl pranga kızıl çengi” şıktı. Fötrü başında, ceketi kolunda, ayakkabıları pırıl pırıl boyalı, gömleği ütülü. Giydiklerinin eskiliklerini, eksiklerini bir kendi bilirdi. Nasıl neşeliydi, yolculuk öncesinin hazırlığıyla.
Orhan Kemal’i özlüyorum. “...genel olarak sanatın görevi, herhangi bir olayı düpedüz anlatıp seyircileri, okuyucuları, dinleyicileri heyecandan heyecana sürükleyip ağlatmak ya da güldürmekten ibaret olmamalı, düşündürmelidir de” yargısını onun imzası olan romanlardan yola çıkıp hızını alamayan dizilerde ne çok anımsıyorum. İnsanın berbat ettiği bir dünyayı ancak onun düzeltebileceğine inanan bir yazar oluşunu, bunu romanlarında göze sokmadan anlatışını... Romanlarında örnek tipler yaratmak isteyişini... Bir yıla yakın İkbal Kıraathanesi’nin ‘sabahiye’lerine katılmış olmanın alışkanlığı bu özleyiş belki. (Damadın düğün ertesi sohbetiymiş sabahiye... o zamanlar bilmezdim.) Orhan Kemal, ününü, yaşını, ustalığının ağırlığını yansıtmazdı bize. Hep alçak gönüllüydü.
Varlık Yayınevi’nden bir telif almaya gelişini anımsıyorum. Yaşar Nabi Bey’in yanından alı al moru mor daldı odama. “N’oldu ağabey!”
“Herhalde para yok, ödeyemeyecekler!”
“Nerden çıkardın bunu?”
“Yaşar Bey kahve ısmarladı!”
Elisıkılığıyla ünlü Yaşar Nabi Nayır’ın ilk kez kahve ısmarladığına tanık olmuştu herhalde. Soramamıştı telifini. Sonrası olumlu ama soramaması önemli bence.

En iyi oyun yazarı
Orhan Kemal 15 Eylül 1914’te Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğdu. Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü’ydü. (Onunla yakın arkadaş olduğunu belirtmek isteyenler üstüne basarak “Raşit” diye anarlardı onu.) Babası ilk TBMM’de milletvekilliği ve Adalet Bakanlığı yapmış Abdülkadir Kemali Bey’dir. Ahali Cumhuriyet Fırkası kurucusu da olan babasının siyasal yaşamı yüzünden yaşadığı sürgüne katılması eğitimini yarım bırakmasına yol açtı. 1932 yılında Beyrut’tan yurda dönen Orhan Kemal çırçır fabrikalarının çeşitli işlerinde çalıştı. Bu yıllarda çalıştığı mekânlar ve tanıdığı kişiler onun anlatılarının temelini oluşturacaktır. 1937 yılında fabrikada sevdalandığı bir kızla evlendi. Bu evlilik onun Cemile romanına yansır. Bir yıl sonra askerlik yaparken beş yıla hüküm giydi. 1940’ta Bursa Cezaevine gelen Nâzım Hikmet’le tanıştı. Onunla geçirdiği üç buçuk yıl bir eğitim ve düzyazıya geçme dönemi oldu. Bu dönem de ayrı bir kitap olarak anlatılmıştır. 1951 yılında İstanbul’a yerleşti ve bu tarihten sonra yalnızca yazarlıkla geçindi. Roman tefrikası, öykü, senaryo... Romanlarında tipleri, çevreyi, ruh hallerini diyaloglarla çizdiği için senaryolara diyalog yazmak da onun yaşamını kazanmasını sağladı. (Yeşilçam filmlerinde sizi güldürmeyecek doğallıktaki konuşmalar genellikle onun daktilosundan çıkmadır. Örneğin, Memduh Ün’ün Yaprak Dökümü filminin diyalogları. Üstelik onun yazdığı senaryolarda o yapmacık ‘lakin’ benzeri eski sözleri pek görmezsiniz.) Sait Faik Hikâye Armağanını (1958, Kardeş Payı; 1969, Önce Ekmek) ve Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü (1969, Önce Ekmek) alan Orhan Kemal 72. Koğuş adlı oyunuyla da 1972 yılında Ankara Sanatseverler Derneğince ‘en iyi oyun yazarı’ seçildi. 2 Haziran 1970’de çağrılı olarak gittiği Sofya’da öldü.
Orhan Kemal, Sofya yolculuğunda ailesinin Balkanlardaki kökleriyle ilgili araştırmaları da planlıyordu. 93 Harbi adını verdiği bu romanın girişi oğlu Işık tarafından yarım kalan yapıtları arasında yayımlandı. Bu girişteki Telgrafçı Naşit Efendi’nin göç yolunda yalnız kalmış altı ve yedi yaşındaki kızlarıyla bir Kazak’ın karşılaştığı bölüm onun insana ve dünyaya bakışını yansıtır:
“Yukarı Don Kazak Süvari Alayı’ndan Rostoflu Nikola oğlu Andre ağlıyordu. Rostof yakınlarındaki kasabalardan birinde bırakıp geldiği sarı, kıvır kıvır saçlı, boncuk mavisi gözlü kızı da günün birinde kim bilir hangi düşman ordularının karşısında böyle zangır zangır titreyemez miydi?
İstavroz çıkardı. Sonra şakırtıyla yağmakta olan yağmurun çamur deryasına çevirdiğiovaya baktı:Çamurlara saplanıp kalmış arabalar, beygir leşleri, kafatası patlamış çocuk ölüleri, genç, yaşlı kadın, erkek ölüler, kolsuz bacaksız ölüler, etlerine kan oturmuş ölüler, ölüler...
Yüzü nefretle buruştu.
Çocuklara döndü. Yağmurun altında sırılsıklamdılar.
Ne yapabilirdi?
Birden hayvanın terkisindeki çulu hatırlayarak koştu. Çözdü, aldı geldi. İncecik omuzlarıyla sırılsıklam çocukların üstüne attı.
Daha sonra atına atladı. Yol boyunca akıp gitmekte olan birliklere karıştı.” (Önemli Not! s.101)

Çukurova’nın izi
Orhan Kemal’in romanlarındaki tipler arasında emekçiler önemli bir yer tutar. Bu emekçilerin ekmek için göç edenleri de, gurbette umutlarını yitirmişleri de insan ilişkilerinin sıcağını yitirmeden yer alır. Fuhşa itilen çalışan kızlar da.
Orhan Kemal’in romanlarında mekan genellikle Çukurova’dır. Çalışma yaşamının ayrıntılarını iyi bildiği Çukurova. Hemen her tasarısında bu ‘bereketli topraklar’dan bir iz vardır ve bunları Fikret Otyam’a yazdığı mektuplardan izlemek olasıdır. 19 Ekim 1961 tarihlimektubunda Çukurova ile ilgiliyeni bir roman tasarısından söz eder:
“Bir başka bir yepyeni konunun üzerindeyim. Bundan öncekilerin topundan derin, topundan geniş ve topundan ‘roman’. Lök gibi. Bir değil, iki roman. (...) sözünü ettiğim ‘lök gibi’ ‘roman’ın konusu gene Çukurova ama, bu sefer üslup ve diğer özellikler bundan öncekilerden çok ayrı. Taa Sultan Hamid devrindeki Çukurova’dan alıp, Meşrutiyet, İttihat ve Terakki, ardından Harbi Umumi, Milli Mücadele ve nihayet bugüne geleceğim. Bütün bu enine boyuna platform üzerinde, Çukurova’da gelişip bugünlere varan ticaret, ziraat ve sanayiimizin dünkü sahipleriyle bugünkü sahiplerine el değiştirişlerini ve bugünkü sahiplerinin perde arkasından milletini nasıl sömürüp, memleketi gericiliğin karanlıklarına nasıl sürüklediklerini, çıkarlarının ne olduğunu ‘tipik’ bir şekilde vermeğe, daha doğrusu ‘erbabı iz’an’a (anlayış sahiplerine) vermeye çalışacağım” (Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları)
Orhan Kemal’in son günlerindeki görüntüsünü Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları’nda Nevzat Üstün şöyle çiziyor: “Hava raporlarının parçalı bulutlu dedikleri cinsten bir sabah olmalıydı. Kederli bir Balkan sabahı.. Orhan’ın her yeri hastalanmıştı, gövdesi, kolları, yüzü, yüreği..
Hastalanmayan iki şeyi vardı. Gözleriyle elleri. Anadolu’yu yazmasına karşın, İstanbulluydu elleri, yumuşak, ince, uzun parmaklı... Ellisini geçtikten sonra bile, geleneklerine ihanet etmedi. Elleri İstanbulluydu ama, o hep Anadolu ilçelerinin delikanlısı olarak kaldı, şapkasıyla, giyimi ile kuşamı ile...”
Orhan Kemal’in giyimi kuşamı dendiğinde aklıma hiç aslını okumayı istemediğim bir mektubu geliyor. Ayakkabılarının, çoraplarının görünmez bölümlerinin eskiliğini alayla anlattığı bir mektup. Hem elbisesinin geçen yıllardan kalmışlığını hem pabuçlarının eskiliğini falan öyle bir ağdalı Osmanlıca ile çiziyor ki, bilmeyen övdüğünü sanır.
Ve ne zaman bu satırları anımsasam, nedense, aklıma, Hrant’ın vurulduğundaki görüntüsü düşüyor. Altı yırtık bir pabuç. Ve onun romanını ancak Orhan Kemal’in yazabileceğini düşünüyorum. Ya da onun gibi dünyanın insanlarca bozulan düzenini ancak insanların düzeltebileceğine inanan, insanları yargılamadan önce onları anlamak gerektiğini anlatanbir ustanın.
Orhan Kemal’i özlüyorum. Onun anlattığı yarı çocuk yarı ergin delikanlıların özlediği genç, adil dünyayı özlemek bu.
“Gökyüzünde geniş kanatlarıyla bir alıcı kuş, sanki uçmuyor, akıyormuşcasına mavi gökten geçiyor.”

 


[email protected]