Ana Sayfa

Evrensel Kültür Dergisi - Berna Güler MÜFTÜOĞLU, Elif HACISALİHOĞLU - Şubat 2008/194

 

“BEREKETLİ TOPRAKLAR ÜZERİNDE” İLE EMEKÇİLERİN GÖZÜYLE
’40-’50’Lİ YILLARA BAKIŞ*

 



Galiplerin güçlü kahkahaları,
Engelliyor geride kalan mırıldanmaları duymayı.
Hâlbuki ne azdır kahkaha sahiplerinin sayısı
Ve ne kadar çoğalıyor
Günbegün, mırıldananların oranı...

İnsanın hafızasını kaybetmesi, kimi darbe, ani şok vb. durumlarda mümkündür. Kişi, kimi zaman tümüyle, kimi zaman da bir kısmını kaybeder tüm yaşanmışlıklarının... Henüz bilerek ve isteyerek, bilfiil gerçekleştirilmiş olmasa da, kimi zaman akıllardan geçebilen bir düşüncedir geçmişin silinmesi. Peki, toplumsal düzeyde bir hafıza kaybı mümkün müdür? Bir toplumun geçmişi silinebilir ve/yahut unutturulabilir mi? Geçmiş olanlar önemsiz, tabi olanlar 'sessiz yığınlar' olarak tarihsizleştirilebilir/karanlıkta görünmez kılınabilir mi? Sahi, kim yazar tarihi ve kimlerin tarihidir yazılan?

Emek tarihi çalışmalarına baktığımızda, bilhassa 1960 öncesi dönemi aydınlatan çalışmaların oldukça sınırlı sayıda olduğunu görmek mümkündür. Bilhassa işçilerin kendi ağzından yazılan, dönemi onların gözlemleri üzerinden değerlendirmemize yardımcı olabilecek kaynakların kıtlığı ise ayrıca vurgulanmaya değer... 1940 ve 50'li yıllar makineleşme, sanayileşme, kırın çözülmesi gibi değişimlerin yaşandığı; 1960 sonrası yoğunlaşan göç, işçileşme ve gecekondulaşmanın da temellerini hazırlayan bir dönem olmakla birlikte, bu değişimi bizatihi deneyimleyen, kır çözülürken kente göç eden, makinelerle çalışan emekçilerin gözünden sürecin nasıl gözlemlendiği/deneyimlendiği, yapısal değişimlerin 'aşağıdakiler' üzerindeki izdüşümleri ise karanlıkta kalmaktadır.

Orhan Kemal'in Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanı, tam da bu noktada hem dönemin koşullarını hem de bu koşullar içerisindeki emekçileri ele alışı itibariyle özel bir önem taşımaktadır. Belirtmek gerekir ki bu yazıda roman üzerinden dönemsel bir okuma yapmaya çalışmakla amaçlanan, bir sonuca varmaktan öte, toplumsal yapıda meydana gelen değişimlerin 'sessiz yığınlar' olarak görülenler/gösterilenler tarafından algılanışları üzerine farklı kaynakları gündeme getirme çabası ve bu anlamda edebiyatın da tartışmaya açılmasıdır. Her türlü eylemin, mevcut olduğu bağlam içerisinde anlam kazanmasından ötürü, “Neden Orhan Kemal?”, “Neden Bereketli Topraklar Üzerinde” sorularını cevaplamadan önce dönemin koşullarına yakından bakmak gerekir.

İkinci Dünya Savaşının Ardından: 1940-1950'lerde Türkiye...

İkinci Dünya Savaşı etkilerini, her ne kadar savaşa katılmamış olsa da, Türkiye’nin ekonomi politikaları üzerinde de gösterir. Savaş ekonomisi uygulamaları bilhassa çalışma hayatı ve ilgili düzenlemelerini oldukça etkiler.

Genel olarak bu dönem içerisinde ithalat oldukça daralır ve beraberinde enflasyonist baskıyı da getirir. Çalışabilir durumdaki köylü erkeklerin silâhaltına alınması ise tarımsal ürünlerin üretiminin düşmesine yol açar. Özellikle kentlerde yaşanan kıtlık nedeniyle yiyecek, ısınma gibi ihtiyaçların giderilmesi de oldukça güç hale gelir.

Tüm bu kıtlık ve enflasyonist baskı gibi olumsuzlukların yanında, dönemin koşullarını kendi lehine kullanarak zenginleşen bir kesimin yine aynı dönem içerisinde var olduğunu da belirtmek gerekir. Spekülatörler, vurguncular, tarım ve ticaret sermayesi açısından bakıldığında ciddi birikimlerin sağlandığı bir dönem olduğunu da unutmamak gerekir.1 Bir yandan fiyatlar artış gösterirken diğer yanda ise ücretler de ciddi oranda düşer. A. Makal,2 1938 ve 1945 yıllarının karşılaştırıldığında gerçek ücretlerin %54 gibi bir oranla düşüş gösterdiğini belirtir.

Savaş koşulları nedeniyle 1940’ta Milli Korunma Kanunu uygulamaya geçirilir. Bu kanun ile birlikte 1936 yılında çıkartılan İş Kanunu’nun da birçok maddesi askıya alınır. Böylece, çalışma yaşamındaki kadın ve çocukların istihdam koşullarına yönelik koruyucu maddeler işlevsizleşirken, çalışma saatlerinin uzatılması gibi uygulamalara da yasal zemin oluşturulur. Dolayısıyla, kadın ve çocuk işçiliği yasal zeminin de yarattığı koşullar nedeniyle oldukça artış gösterir. Milli Korunma Kanunu savaş döneminin özel koşulları nedeniyle çıkarılmış olmasına rağmen savaş sonrasında da uygulamada kalır ve 1960’a değin devam eder. Diğer yandan ise tarım alanında çalışma ilişkilerini düzenleyen İbrahim Paşa Nizamnamesi 1950’li yıllarda kaldırılır. Böylece 5.5 gün çalışma, 7 günlük ücret alma kuralı uygulanmaz3. Bu gelişmeler bir yandan özel sektörün sermaye birikimini arttırırken aynı zamanda toplumsal eşitsizliğin daha da artmasını sağlar. Çalışma ilişkilerine yönelik getirilen düzenlemeler emek kesiminin koşullarını daha da geriletirken, bir yandan aradaki uçurumun da derinleşmesine neden olur.

Savaş sonrasında dünya ölçeğinde meydana gelen ve kuşkusuz Türkiye’yi de etkileyen, anılması gereken bir başka uygulama ise Marshall Planı’dır. Değişen güç dengeleri ve ABD’nin hegemonik bir güç olarak savaştan çıkışıyla birlikte serbest ticaret uygulamaları yaygınlaşmaya başlar. ABD’nin ürettiği ürünleri için uygun piyasa koşullarının sağlanması ve kapitalizmin yeniden yapılandırılması anlamında Marshall Planı önemli bir araç vazifesi görür. Marshall Planı aracılığıyla yardım yapılan ülkeler arasında Türkiye de yer alır. Plan çerçevesinde alınan kredilerin ise daha çok tarımsal anlamda üretimi arttırmaya yönelik alanlarda kullanıldığı görülür; çok sayıda tarım aleti ve traktör ithal edilir. Plan kapsamında kullanımlara bakıldığında ise, 1950’li yılların neredeyse sonuna kadar 4000 kadar traktörün %40’ı nadas açımı için veyahut Çukurova ve Ege’de kullanıldığı bilinmektedir.4

Bir yandan tarımsal üretim önceki dönemlere nazaran artışa geçerken, aynı zamanda toprak mülkiyeti üzerinde eşitsizlikler de artar. Demokrat Parti’nin uyguladığı politikalarda açıkça büyük toprak sahipleri desteklenirken5, geleneksel toprak sahipliği rejiminde meydana gelen değişiklikle birlikte toprağın belirli ellerde toplanması sağlanır. Bu koşulların maliyetini yüklenen ise küçük çiftçiler olur. Tarımdaki makineleşme, toprakların belirli ellerde toplanması, henüz kalıcı olmamakla birlikte kırdan kente doğru göçü tetikler, aynı zamanda kentlerde oluşan işgücü açığı da bu sebeple köylü-işçiler vasıtasıyla giderilmeye çalışılır. Böylece köylü-işçiler işveren için ucuz işgücü kaynağı oluşturur.

Tüm bu gelişmelerin peşi sıra, 1950’li yıllarda, tarımdaki ve eski köylülükteki değişimle birlikte toplumsal ve yapısal dönüşüm başlar ve tüm topluma yayılır. Bununla birlikte değişim binlerce yıl öncesine dayanan kırsal toplumu sarsar ve toplumsal tabakalaşma sistemini, meslek yapısını ve tüm insan ilişkilerini etkiler.6 Ancak ve ancak emek-sermaye çelişkisi, emek aleyhine gelişim sergilemesiyle eşitsiz ilişki derinleşir; sermaye dışı toplum kesimin gündelik hayatı görünmez olur. Güçlü olan ve gücü elinde bulundurmak isteyenlerin gündelik hayatı ön plana geçer. Bu oluşum toplumsal sınıflar arası tabakalaşmayı getirdiği gibi, emek sermaye arasındaki çatışma görünmez olur. Böylece tarihi algılayışımız da farklı kılınır.

“Bereketli Topraklar Üzerinde” Bir Dönemin Temsili

W. Benjamin, hükmedenlerin, kendilerinden önce galip gelenlerin mirasçısı olduklarını söyler. Galip gelenler, “altta kalanları çiğneyerek ilerlediği zafer alayında yerlerini alırlar” ve “ganimetler de alayla birlikte taşınır”. Böylece günümüze taşınan tarih de bu ganimet yığınlarının bir araya getirilmesiyle oluşturulacaktır. Oysaki tarih, “varlıklarını sadece onları yaratan büyük dehaların çabalarına değil, aynı zamanda o çağda yaşamış adı sanı bilinmeyen insanların katlandığı külfetler”le birlikte bütündür.7 Bu nedenle de tarihin havını ‘tersine’ taramanın gerekliliğine işaret eder Benjamin ve ekler: “Tarihsel bilginin öznesi, mücadele içindeki ezilen sınıfın kendisidir”. 8

Bakı noktası, görüş açınızı ve beraberinde algılayışınızı da etkiler. Bu nedenle, ele aldığınız konuda dert edindiğiniz dışında, nereden baktığınız da bir o kadar önemlidir. Adı sanı bilinmeyenlerin/galiplerin dışında kalanların ne gibi deneyimler yaşadığı, bahsedilen tüm bu toplumsal değişim ve yeni koşullar karşısında ne gibi pratiklerle ayakta kalmaya çalıştıklarını anlamak için, onları yazan, romanlarında onları dert edinen Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde” adlı romanı bize bu bakış açısını sağlaması nedeniyle özel bir romandır. Ancak, romanı irdelemeden önce Orhan Kemal’den bahsetmek gerekir…

Türk Edebiyatı’nın önemli yazarlarından olan Orhan Kemal, eserlerinin birçoğunda da arka planda yer alan Adana’da doğar. Yazarlığının dışında birçok işte çalışır; yaptığı ilk işlerden biri basımevinde işçiliktir. Daha sonra ise bir dönem yine Adana’da Milli Mensucat Fabrikası’nda kâtip olarak görev yapar; ardından imalat ambar memurluğunda görevlendirilir. Tahliye olduğu 40’lı yıllarda iş bulamaması nedeniyle toprak taşıma işinde amelelik, Devlet Demir Yolları’nda “muvakkat hamal” olarak çalışır.9 Amelelikten memurluğa kadar işçiliğin çeşitli kademelerinde çalışmış, birebir bu hayatı deneyimlemiş bir yazar olarak, deneyimlerini aynı zamanda en gerçekçi haliyle yazdıklarına da yansıtır. Farklı çalışma koşullarında ve değişik düzeylerde(maviden beyaz yakalı işçiliğe) çalışmış olması ise, farklı düzeylerdeki yaşantıları gözlemlemek adına kendisine uygun zemini yaratması açısından ayrıca değerlidir.

Orhan Kemal, emekçi ve yoksul kesimleri eserlerinin merkezine oturtur. Neden özellikle bu konuları ele aldığını ise şu sözlerle açıklar:

“Hikâye kitabım mahkemeye verilmişti. Hâkim, iddia makamına uyarak, ‘Konularımı neden hep fakir fıkaradan, işçilerden aldığımı, Türkiye’de varlıklı insanların, iyi yaşayan insanların olup olmadığını’ sormuştu. İlk bakışta evet, çok doğru bir soru. Neden hep bu insanları, bu insanların yoksulluğunu ele alıyorum? O zaman hâkime: ‘Ben gerçekçi yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok’ demiş ve beraat etmiştim.”10

Yazdıklarını yaşayan, yaşadıklarını yazan bir yazardır Orhan Kemal. Çalıştığı zamanların dışında da boş vakitlerinde işçi ve ustalarla vakit geçirmiş ve romanlarına da edindiği birikimleri dâhil etmiştir. Bu nedenle romanlarındaki dönemin emekçilerine dair aktardığı temsiliyetler gerçekçidir. Öz ve biçimin uyum içinde olmasını önemseyen Orhan Kemal’in romanlarında diyalogları bolca kullanması ise vurgulanması gereken bir diğer özeliktir. Çoğu zaman okuyucu ve karakterler arasından çekilir; böylece hayatında ilk kez fabrika gören bir işçinin ne hissettiğini veyahut çalışma koşulları hakkında ne düşündüğünü yine bunu yaşayan işçinin dilinden öğrenmiş oluruz. Şive, yerel ağız gibi özellikleri kullandığı diyaloglara katması, işçileri ‘homojen bir sessiz yığının’ ötesinde, içerilerindeki farklılık ve benzerliklerle bir bütün olarak aktarması ise gerçekçi bakışının kalemine yansımasıdır kuşkusuz.

“Bereketli Topraklar Üzerinde” yazarın en bilinen ve en çok okunan romanlarındandır. Roman, Sivas’taki köylerinden çalışmak için Çukurova’ya göç eden üç arkadaş Pehlivan Ali, İflahsızın Yusuf ve Köse Hasan’ın şehirdeki tutunma mücadeleleri üzerine kuruludur. Toprak mülkiyetinde meydana gelen değişiklikler ve toprağın belirli ellerde toplanmasını romanda bir işçi “Köyün bütün toprakları Uzunoğulları, malı mülkü Uzunoğulları’nın”11 cümlesiyle dile getirir. Toprağın artık karınlarını doyurmaması, köydekileri şehre göç etmeye zorlar. Ancak bu göç, daha önce de dönemin özelliklerinde belirtildiği gibi, henüz yerleşmeye yönelik değildir. Şehir, köyden göç edenler için kendisinde çekici özellikleri barındıran bir yer iken, bir yandan da bilinmeyenlerle dolu kocaman ve tehlikeli bir soru işaretidir. Sanayileşme, makineleşme gibi değişimler her ne kadar işgücü açığı doğurmuşsa da, köylü işçiler eğitimsiz ve niteliksiz işçilerdir; dolayısıyla istihdam edilebilecekleri işler de nitelik gerektirmeyen işler olacaktır. Pehlivan Ali, İflahsızın Yusuf ve Köse Hasan önce bir fabrikada, ardından inşaat işinde ve harman yerinde çalışırlar.

Göç eden köylüler hiç bilmedikleri, birer yabancı oldukları kentte tutunabilmek adına kentsel kurumların dışındaki ilişki ağlarını kullanmayı denerler ilk etapta. Henüz modern-kentsel kurumların böylesi bir dönüşümü karşılayacak zemini sağlayamamaları nedeniyle, iş bulma, barınma, sağlık gibi konularla ilgili sorunları çözmede geleneksel ilişki ağları ve kendilerine dair mekanizmaları kullanma yoluna giderler.12 Yusuf, Ali ve Hasan da şehre giderken hemşerilerine güvenmektedirler. Fabrika sahibi olan hemşerilerini aslen tanımamaktadırlar ancak önemli olan hemşerileri olmasıdır. Kırdaki bireysel ilişkilerin kentte de geçerliliğini devam ettireceği düşüncesindedirler, zira “hemşeri demek hısım demek”tir onların gözünde. Fabrika sahibi hemşeri, kırdan gelen köylünün iş bulabilmesi için bir güven unsurudur; bununla birlikte hemşerilerinin fabrikasını da kendilerininmişçesine sahiplenirler. Başka bir işçinin, daha önce çalıştığı yerde fazla çalıştırılmaları yüzünden patozu*** parçaladıklarını anlatması üzerine, Yusuf’un endişeleri şu şekilde açığa çıkar: “Ya bizim hemşerimizin fabrikasını da sakatlarsan?”.13 Yine Yusuf’un bir başka düşüncesi “Hemşerilerinin kozaları tutuşur da yangın bütün fabrikayı sararsa? Mal ha hemşerilerinin, ha kendilerinin.” henüz çalışmaya dahi başlamadıkları fabrikayı salt hemşerilik bağı nedeniyle ne denli sahiplenebileceklerini gösterir. Hemşerileri olan fabrika sahibi, köyden gelen işçilere işi temin edecek olan kişidir, dolayısıyla kendilerine fabrikada istihdam olanağı yaratan yegâne kişi olması sebebiyle, sermaye sahibi bu durumda işverenden ziyade “hemşeri” kimliğiyle öne çıkar. İşçilerin gözünde o, sermayedar olan değil, kendilerine iş imkânı sağlayan ‘hemşeri’leridir. Görünürde oluşan bu güven ve dayanışma ilişkisi ise beraberinde işçi ve işveren arasındaki sınıfsal ilişkiyi de perdeler.

Romandaki tasvirlerden görüldüğü üzere fabrikadaki çalışma koşulları oldukça ağırdır. Dönem itibariyle uygulamada olan Milli Korunma Kanunu’nun getirdiği şartlar da hatırlandığında herhangi bir düzenlemenin/denetimin neden söz konusu olmadığı da son derece anlaşılır. Islak çuval geçirilmiş camlardan vuran ayaz ya da sulu kozacılık esnasında sırtlarından sızan sular nedeniyle işçiler sıklıkla zatürreeye yakalanırlar. Köse Hasan da çok geçmeden yatağa düşer. Güvencesi ise birlikte çalışmaya geldiği arkadaşlarıdır; geleneksel ilişkiler yine tek medet umulandır. Burada anılması gereken bir başka nokta ise kötü çalışma koşulları karşısında meydana gelen kaza/hastalık gibi riskleri, işçilerin kaderci bir bakış açısıyla karşıladıklarıdır:

“ ‘Aman deyim Hasan, ayağını sıkı bas!’
‘Niye?’ dedi Hasan.
‘Hasta masta olup dert olma başımıza da…’
‘Alın yazısı. Ben sıkı basıyorum ama, kader.(…)’ ”14


Köse Hasan’ın hastalanması ve daha sonra yeterli bakımı alamadığı için ölümüne neden olan açık şekilde çalışma koşullarıdır fakat ne arkadaşları ne de kendisi bunu görememektedirler. Köse Hasan ölmek üzereyken dahi, başına geleni sorgulamaz, son derece geleneksel bir bakışla değerlendirerek ‘kadere’ bağlar.

Fiili koşulların kötülüğü yanında, köylü-işçiler fabrikada diğer üst kademelerdekiler tarafından da eğitimsiz ve cahil oldukları nedeniyle sıklıkla aşağılanırlar. Irgatbaşının davranışları ve ırgatlara karşı tutumu, kendisini onlardan oldukça üst bir konumda gördüğünü gösterir.

Romanda harmandaki çalışma koşullarına da yer verilir. Toprakta çalışan işçilerin işe alımı oldukça eski bir uygulama olan elçiler aracılığıyla gerçekleşir. Çalışacakları yere kamyonlarla getirilirler. Birçoğu aileleriyle birlikte çalışmaya gelen işçilerin yaşama ve çalışma koşulları iç içe geçmiştir. Romanda bekâr işçilerin açık arazide toplu halde uyuduklarından bahsedilir, içlerinden yalnızca ırgatbaşı cibinlikle uyur. Çukurova’nın sıcağında, gece kurşun gibi akan yarasa ve sineklerle yaşamak, çalışma koşullarının zorluğunu kat be kat arttırır.

Çalışma ve dinlenme süreleri ırgatbaşının isteğine göre belirlenir. Irgatbaşı isterse “on kişi eksik patozda durmamacasına on saat” çalıştırabilir ırgatları. İşi bilip-bilmemelerine aldırmadan, acemi ırgatlar patozda koltukçu olarak çalıştırılırlar. Oysa patoz herhangi bir acemilik ya da dalgınlığa müsaade edecek bir makine değildir; bir uyumsuzluk ya da aksama esnasında ırgat kolaylıkla iş kazasına maruz kalabilir. Yazarın harman makinesi ve çalışan ırgatları şu cümlelerle anlatır:

“Beden kalınlığında demetler, patozun doymak bilmeyen ağzından içeri devriliyordu. Irgatlar öfkeyle, kinle, hınçla çalışıyorlardı. Damarlarda dolaşan kan değil, milyonluk kilovatlardı sanki.”15

Neticede Ali de bir anlık dalgınlıkla makinenin temposuna uyum sağlayamaz ve bacağını kaptırır.

Tüm bu çalışma koşulları karşısında işçilerin verdikleri tepkilere bakıldığında, aslında ırgatların çoğunun koşullardan şikâyetçi olduğunu görürüz:

“ ‘(…) Pilavlar taşlı, ekmekler kurtlu. Az daha dişimi kıracaktım. Başka harmanlarda ırgadın gözü açık arkadaş. Böyle yemekleri yemez!’
Pehlivan Ali merakla sordu:
‘Aç mı kalır?’
‘Yok canım karavanaları devirir!’
(…)
‘Devirince suçlu düşmezler mi?’
‘Düşmezler.’
‘Cenderme menderme koşup gelmez mi?’
‘Gelse bile kendileri suçlu düşer. Bırak ki gelmez böyle ufak işlere…’
(…)
‘Yimekler düzelir mi sonra?’
‘Düzelir.’
(…)”16

“ Sırtüstü uzandığı yerden doğrulup, geldiği yana bakan Zeynel:
‘İşbaşı mı ne?’ dedi.
‘İşbaşı ya,’ dedi biri.
‘Ne çabuk yahu?’
‘Bunun yaptığı çok oluyor arkadaş… (…)’ ”17

Irgatlar koşullardan şikâyetçidirler fakat koşulları değiştiremeyeceklerini düşünmeleri ya da jandarmadan korkmaları nedeniyle herhangi bir tepki göstermeye yanaşmamaktadırlar. Ancak aralarından ırgat Zeynel koşullar karşısında korkusuzca sesini duyurma yoluna gider; Zeynel aynı zamanda ırgatbaşı tarafından diğer ırgatların ‘gözünü açan’ kişi oluşu nedeniyle sevilmemektedir.
“(…) Irgatbaşı demiş ki bir tarihte harman yaktı demiş benden ötürü. Doğru. Yaktım. Deli kafam kızarsa yine de yakarım!(…) Haftalığımız kestiler, ipe un serdiler, canımızı yaktılar, canlarını yaktım!”18

Zeynel’in isyanı ve eylemi tüm bu olumsuz koşullara karşı gelişin açık ifadesi olarak karşımıza çıkar.

Sonuç Yerine

İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalistleşme yolunda ilerleyen, dönemin Türkiye’sinde iç ve dış gelişmelere bağlı olarak uygulanan ekonomi politikalar ve buna bağlı olarak hızla dönüşüme uğrayan toplumsal yapı içerisinde insan ilişkileri de değişmeye başlar. Dönemin Türkiye’sinde kapitalist üretim ilişkileri topluma nüfuz ederken sınıfsal konumlar da belirginleşir. İnsan ilişkilerinin gözlenmesiyle bu süreci görünür kılan Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanı bize çok değerli bilgiler sunar. Bu bilgiler, dönemi açığa çıkarması açısından önemli olduğu kadar, bugünü anlamamıza da yardımcı olmaktadır.

Orhan Kemal romanında, geç kapitalistleşen Türkiye’de kırdan kente göç, kentte kurumsal olmayan ilişkilerle ayakta durmaya çalışma, barınma sorunları, işsizlik, hemşerilik ilişkisi, mevsimlik işçilik, sermayeler arası (ağalar) ve emekçiler arası (kâtip, ırgatbaşı, ırgat, usta, nitelikli-niteliksiz, eğitimli-eğitimsiz işçiler) hiyerarşik ilişkiler romanda açığa çıkarılır. Öte yandan kar güdüsü ve birikim mücadelesinin koşulları; emekçilerin makineyle yarıştırılması, kötü düzenlenmiş çalışma koşulları, yetersiz beslenme, hastalıkla sonuçlanan ağır çalışma koşulları, ölümle sonuçlanan iş kazaları ile romanda tüm çıplaklığı ile ortaya konur. Emekçilerin tutumlarına ilişkin algılayıştaki yanılsamalar verilir ki bu yanılsamaların koşullarla ilk kez karşılaşma, değerler sisteminin değişimiyle yüz yüze olma halini ortaya çıkarır. Bu durum emekçilerin kırsal toplumdan gelen kadercilik anlayışına sarılmasıyla açığa çıkar. Koşulların, kaderci ve kabullenişe yönelik bir bakış açısıyla çözülebilmesinin mümkün olmadığını anlamak ve bir araya gelerek sessiz yığınların sesini duyurmanın önemi, romanda gelecek için umut ışığı olarak belirmektedir.




Kaynakça
Ahmet Makal, Ameleden İşçiye, İletişim Yayınları, İstanbul.
Asım Bezirci, Orhan Kemal Yaşamı, Sanatı, Eserleri, Anıları, Evrensel Basım Yayın, 3. Basım, İstanbul, 2006.
Haldun Gülalp, Kapitalizm Sınıflar ve Devlet, Belge Yayınları, İstanbul.
Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2005, İmge Kitabevi Yayınları, 10. Baskı, Ankara.
Mübeccel Belik Kıray, Toplumsal Yapı ve Toplumsal Değişim, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, Epsilon Yayınevi, 16. Baskı, İstanbul, 2006.
Sema Erder, Köysüz Köylü Göçü”, Görüş, Şubat- Mart 1998.
Tolga Tören, Yeniden Yapılanan Dünya Ekonomisinde Marshall Planı ve Türkiye Uygulaması, SAV Yayınları, İstanbul.
Yüksel Akaya ve Metin Altınok, “Çukurova’da Pamuk İşçileri”, Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi, Cilt 1















 

 


[email protected]