Galiplerin güçlü kahkahaları,
Engelliyor geride kalan mırıldanmaları duymayı.
Hâlbuki ne azdır kahkaha sahiplerinin sayısı
Ve ne kadar çoğalıyor
Günbegün, mırıldananların oranı...
İnsanın hafızasını kaybetmesi, kimi darbe, ani şok vb. durumlarda
mümkündür. Kişi, kimi zaman tümüyle, kimi zaman da bir kısmını
kaybeder tüm yaşanmışlıklarının... Henüz bilerek ve isteyerek,
bilfiil gerçekleştirilmiş olmasa da, kimi zaman akıllardan geçebilen
bir düşüncedir geçmişin silinmesi. Peki, toplumsal düzeyde bir
hafıza kaybı mümkün müdür? Bir toplumun geçmişi silinebilir ve/yahut
unutturulabilir mi? Geçmiş olanlar önemsiz, tabi olanlar 'sessiz
yığınlar' olarak tarihsizleştirilebilir/karanlıkta görünmez
kılınabilir mi? Sahi, kim yazar tarihi ve kimlerin tarihidir
yazılan?
Emek tarihi çalışmalarına baktığımızda, bilhassa 1960 öncesi dönemi
aydınlatan çalışmaların oldukça sınırlı sayıda olduğunu görmek
mümkündür. Bilhassa işçilerin kendi ağzından yazılan, dönemi onların
gözlemleri üzerinden değerlendirmemize yardımcı olabilecek
kaynakların kıtlığı ise ayrıca vurgulanmaya değer... 1940 ve 50'li
yıllar makineleşme, sanayileşme, kırın çözülmesi gibi değişimlerin
yaşandığı; 1960 sonrası yoğunlaşan göç, işçileşme ve
gecekondulaşmanın da temellerini hazırlayan bir dönem olmakla
birlikte, bu değişimi bizatihi deneyimleyen, kır çözülürken kente
göç eden, makinelerle çalışan emekçilerin gözünden sürecin nasıl
gözlemlendiği/deneyimlendiği, yapısal değişimlerin 'aşağıdakiler'
üzerindeki izdüşümleri ise karanlıkta kalmaktadır.
Orhan Kemal'in Bereketli Topraklar Üzerinde adlı romanı, tam da bu
noktada hem dönemin koşullarını hem de bu koşullar içerisindeki
emekçileri ele alışı itibariyle özel bir önem taşımaktadır.
Belirtmek gerekir ki bu yazıda roman üzerinden dönemsel bir okuma
yapmaya çalışmakla amaçlanan, bir sonuca varmaktan öte, toplumsal
yapıda meydana gelen değişimlerin 'sessiz yığınlar' olarak
görülenler/gösterilenler tarafından algılanışları üzerine farklı
kaynakları gündeme getirme çabası ve bu anlamda edebiyatın da
tartışmaya açılmasıdır. Her türlü eylemin, mevcut olduğu bağlam
içerisinde anlam kazanmasından ötürü, “Neden Orhan Kemal?”, “Neden
Bereketli Topraklar Üzerinde” sorularını cevaplamadan önce dönemin
koşullarına yakından bakmak gerekir.
İkinci Dünya Savaşının Ardından: 1940-1950'lerde Türkiye...
İkinci Dünya Savaşı etkilerini, her ne kadar savaşa katılmamış olsa
da, Türkiye’nin ekonomi politikaları üzerinde de gösterir. Savaş
ekonomisi uygulamaları bilhassa çalışma hayatı ve ilgili
düzenlemelerini oldukça etkiler.
Genel olarak bu dönem içerisinde ithalat oldukça daralır ve
beraberinde enflasyonist baskıyı da getirir. Çalışabilir durumdaki
köylü erkeklerin silâhaltına alınması ise tarımsal ürünlerin
üretiminin düşmesine yol açar. Özellikle kentlerde yaşanan kıtlık
nedeniyle yiyecek, ısınma gibi ihtiyaçların giderilmesi de oldukça
güç hale gelir.
Tüm bu kıtlık ve enflasyonist baskı gibi olumsuzlukların yanında,
dönemin koşullarını kendi lehine kullanarak zenginleşen bir kesimin
yine aynı dönem içerisinde var olduğunu da belirtmek gerekir.
Spekülatörler, vurguncular, tarım ve ticaret sermayesi açısından
bakıldığında ciddi birikimlerin sağlandığı bir dönem olduğunu da
unutmamak gerekir.1 Bir yandan fiyatlar artış gösterirken diğer
yanda ise ücretler de ciddi oranda düşer. A. Makal,2 1938 ve 1945
yıllarının karşılaştırıldığında gerçek ücretlerin %54 gibi bir
oranla düşüş gösterdiğini belirtir.
Savaş koşulları nedeniyle 1940’ta Milli Korunma Kanunu uygulamaya
geçirilir. Bu kanun ile birlikte 1936 yılında çıkartılan İş
Kanunu’nun da birçok maddesi askıya alınır. Böylece, çalışma
yaşamındaki kadın ve çocukların istihdam koşullarına yönelik
koruyucu maddeler işlevsizleşirken, çalışma saatlerinin uzatılması
gibi uygulamalara da yasal zemin oluşturulur. Dolayısıyla, kadın ve
çocuk işçiliği yasal zeminin de yarattığı koşullar nedeniyle oldukça
artış gösterir. Milli Korunma Kanunu savaş döneminin özel koşulları
nedeniyle çıkarılmış olmasına rağmen savaş sonrasında da uygulamada
kalır ve 1960’a değin devam eder. Diğer yandan ise tarım alanında
çalışma ilişkilerini düzenleyen İbrahim Paşa Nizamnamesi 1950’li
yıllarda kaldırılır. Böylece 5.5 gün çalışma, 7 günlük ücret alma
kuralı uygulanmaz3. Bu gelişmeler bir yandan özel sektörün sermaye
birikimini arttırırken aynı zamanda toplumsal eşitsizliğin daha da
artmasını sağlar. Çalışma ilişkilerine yönelik getirilen
düzenlemeler emek kesiminin koşullarını daha da geriletirken, bir
yandan aradaki uçurumun da derinleşmesine neden olur.
Savaş sonrasında dünya ölçeğinde meydana gelen ve kuşkusuz
Türkiye’yi de etkileyen, anılması gereken bir başka uygulama ise
Marshall Planı’dır. Değişen güç dengeleri ve ABD’nin hegemonik bir
güç olarak savaştan çıkışıyla birlikte serbest ticaret uygulamaları
yaygınlaşmaya başlar. ABD’nin ürettiği ürünleri için uygun piyasa
koşullarının sağlanması ve kapitalizmin yeniden yapılandırılması
anlamında Marshall Planı önemli bir araç vazifesi görür. Marshall
Planı aracılığıyla yardım yapılan ülkeler arasında Türkiye de yer
alır. Plan çerçevesinde alınan kredilerin ise daha çok tarımsal
anlamda üretimi arttırmaya yönelik alanlarda kullanıldığı görülür;
çok sayıda tarım aleti ve traktör ithal edilir. Plan kapsamında
kullanımlara bakıldığında ise, 1950’li yılların neredeyse sonuna
kadar 4000 kadar traktörün %40’ı nadas açımı için veyahut Çukurova
ve Ege’de kullanıldığı bilinmektedir.4
Bir yandan tarımsal üretim önceki dönemlere nazaran artışa geçerken,
aynı zamanda toprak mülkiyeti üzerinde eşitsizlikler de artar.
Demokrat Parti’nin uyguladığı politikalarda açıkça büyük toprak
sahipleri desteklenirken5, geleneksel toprak sahipliği rejiminde
meydana gelen değişiklikle birlikte toprağın belirli ellerde
toplanması sağlanır. Bu koşulların maliyetini yüklenen ise küçük
çiftçiler olur. Tarımdaki makineleşme, toprakların belirli ellerde
toplanması, henüz kalıcı olmamakla birlikte kırdan kente doğru göçü
tetikler, aynı zamanda kentlerde oluşan işgücü açığı da bu sebeple
köylü-işçiler vasıtasıyla giderilmeye çalışılır. Böylece
köylü-işçiler işveren için ucuz işgücü kaynağı oluşturur.
Tüm bu gelişmelerin peşi sıra, 1950’li yıllarda, tarımdaki ve eski
köylülükteki değişimle birlikte toplumsal ve yapısal dönüşüm başlar
ve tüm topluma yayılır. Bununla birlikte değişim binlerce yıl
öncesine dayanan kırsal toplumu sarsar ve toplumsal tabakalaşma
sistemini, meslek yapısını ve tüm insan ilişkilerini etkiler.6 Ancak
ve ancak emek-sermaye çelişkisi, emek aleyhine gelişim
sergilemesiyle eşitsiz ilişki derinleşir; sermaye dışı toplum
kesimin gündelik hayatı görünmez olur. Güçlü olan ve gücü elinde
bulundurmak isteyenlerin gündelik hayatı ön plana geçer. Bu oluşum
toplumsal sınıflar arası tabakalaşmayı getirdiği gibi, emek sermaye
arasındaki çatışma görünmez olur. Böylece tarihi algılayışımız da
farklı kılınır.
“Bereketli Topraklar Üzerinde” Bir Dönemin Temsili
W. Benjamin, hükmedenlerin, kendilerinden önce galip gelenlerin
mirasçısı olduklarını söyler. Galip gelenler, “altta kalanları
çiğneyerek ilerlediği zafer alayında yerlerini alırlar” ve
“ganimetler de alayla birlikte taşınır”. Böylece günümüze taşınan
tarih de bu ganimet yığınlarının bir araya getirilmesiyle
oluşturulacaktır. Oysaki tarih, “varlıklarını sadece onları yaratan
büyük dehaların çabalarına değil, aynı zamanda o çağda yaşamış adı
sanı bilinmeyen insanların katlandığı külfetler”le birlikte
bütündür.7 Bu nedenle de tarihin havını ‘tersine’ taramanın
gerekliliğine işaret eder Benjamin ve ekler: “Tarihsel bilginin
öznesi, mücadele içindeki ezilen sınıfın kendisidir”. 8
Bakı noktası, görüş açınızı ve beraberinde algılayışınızı da
etkiler. Bu nedenle, ele aldığınız konuda dert edindiğiniz dışında,
nereden baktığınız da bir o kadar önemlidir. Adı sanı
bilinmeyenlerin/galiplerin dışında kalanların ne gibi deneyimler
yaşadığı, bahsedilen tüm bu toplumsal değişim ve yeni koşullar
karşısında ne gibi pratiklerle ayakta kalmaya çalıştıklarını anlamak
için, onları yazan, romanlarında onları dert edinen Orhan Kemal’in
“Bereketli Topraklar Üzerinde” adlı romanı bize bu bakış açısını
sağlaması nedeniyle özel bir romandır. Ancak, romanı irdelemeden
önce Orhan Kemal’den bahsetmek gerekir…
Türk Edebiyatı’nın önemli yazarlarından olan Orhan Kemal,
eserlerinin birçoğunda da arka planda yer alan Adana’da doğar.
Yazarlığının dışında birçok işte çalışır; yaptığı ilk işlerden biri
basımevinde işçiliktir. Daha sonra ise bir dönem yine Adana’da Milli
Mensucat Fabrikası’nda kâtip olarak görev yapar; ardından imalat
ambar memurluğunda görevlendirilir. Tahliye olduğu 40’lı yıllarda iş
bulamaması nedeniyle toprak taşıma işinde amelelik, Devlet Demir
Yolları’nda “muvakkat hamal” olarak çalışır.9 Amelelikten memurluğa
kadar işçiliğin çeşitli kademelerinde çalışmış, birebir bu hayatı
deneyimlemiş bir yazar olarak, deneyimlerini aynı zamanda en
gerçekçi haliyle yazdıklarına da yansıtır. Farklı çalışma
koşullarında ve değişik düzeylerde(maviden beyaz yakalı işçiliğe)
çalışmış olması ise, farklı düzeylerdeki yaşantıları gözlemlemek
adına kendisine uygun zemini yaratması açısından ayrıca değerlidir.
Orhan Kemal, emekçi ve yoksul kesimleri eserlerinin merkezine
oturtur. Neden özellikle bu konuları ele aldığını ise şu sözlerle
açıklar:
“Hikâye kitabım mahkemeye verilmişti. Hâkim, iddia makamına uyarak,
‘Konularımı neden hep fakir fıkaradan, işçilerden aldığımı,
Türkiye’de varlıklı insanların, iyi yaşayan insanların olup
olmadığını’ sormuştu. İlk bakışta evet, çok doğru bir soru. Neden
hep bu insanları, bu insanların yoksulluğunu ele alıyorum? O zaman
hâkime: ‘Ben gerçekçi yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım.
Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl
yaşadıklarından haberim yok’ demiş ve beraat etmiştim.”10
Yazdıklarını yaşayan, yaşadıklarını yazan bir yazardır Orhan Kemal.
Çalıştığı zamanların dışında da boş vakitlerinde işçi ve ustalarla
vakit geçirmiş ve romanlarına da edindiği birikimleri dâhil
etmiştir. Bu nedenle romanlarındaki dönemin emekçilerine dair
aktardığı temsiliyetler gerçekçidir. Öz ve biçimin uyum içinde
olmasını önemseyen Orhan Kemal’in romanlarında diyalogları bolca
kullanması ise vurgulanması gereken bir diğer özeliktir. Çoğu zaman
okuyucu ve karakterler arasından çekilir; böylece hayatında ilk kez
fabrika gören bir işçinin ne hissettiğini veyahut çalışma koşulları
hakkında ne düşündüğünü yine bunu yaşayan işçinin dilinden öğrenmiş
oluruz. Şive, yerel ağız gibi özellikleri kullandığı diyaloglara
katması, işçileri ‘homojen bir sessiz yığının’ ötesinde,
içerilerindeki farklılık ve benzerliklerle bir bütün olarak
aktarması ise gerçekçi bakışının kalemine yansımasıdır kuşkusuz.
“Bereketli Topraklar Üzerinde” yazarın en bilinen ve en çok okunan
romanlarındandır. Roman, Sivas’taki köylerinden çalışmak için
Çukurova’ya göç eden üç arkadaş Pehlivan Ali, İflahsızın Yusuf ve
Köse Hasan’ın şehirdeki tutunma mücadeleleri üzerine kuruludur.
Toprak mülkiyetinde meydana gelen değişiklikler ve toprağın belirli
ellerde toplanmasını romanda bir işçi “Köyün bütün toprakları
Uzunoğulları, malı mülkü Uzunoğulları’nın”11 cümlesiyle dile
getirir. Toprağın artık karınlarını doyurmaması, köydekileri şehre
göç etmeye zorlar. Ancak bu göç, daha önce de dönemin özelliklerinde
belirtildiği gibi, henüz yerleşmeye yönelik değildir. Şehir, köyden
göç edenler için kendisinde çekici özellikleri barındıran bir yer
iken, bir yandan da bilinmeyenlerle dolu kocaman ve tehlikeli bir
soru işaretidir. Sanayileşme, makineleşme gibi değişimler her ne
kadar işgücü açığı doğurmuşsa da, köylü işçiler eğitimsiz ve
niteliksiz işçilerdir; dolayısıyla istihdam edilebilecekleri işler
de nitelik gerektirmeyen işler olacaktır. Pehlivan Ali, İflahsızın
Yusuf ve Köse Hasan önce bir fabrikada, ardından inşaat işinde ve
harman yerinde çalışırlar.
Göç eden köylüler hiç bilmedikleri, birer yabancı oldukları kentte
tutunabilmek adına kentsel kurumların dışındaki ilişki ağlarını
kullanmayı denerler ilk etapta. Henüz modern-kentsel kurumların
böylesi bir dönüşümü karşılayacak zemini sağlayamamaları nedeniyle,
iş bulma, barınma, sağlık gibi konularla ilgili sorunları çözmede
geleneksel ilişki ağları ve kendilerine dair mekanizmaları kullanma
yoluna giderler.12 Yusuf, Ali ve Hasan da şehre giderken
hemşerilerine güvenmektedirler. Fabrika sahibi olan hemşerilerini
aslen tanımamaktadırlar ancak önemli olan hemşerileri olmasıdır.
Kırdaki bireysel ilişkilerin kentte de geçerliliğini devam
ettireceği düşüncesindedirler, zira “hemşeri demek hısım demek”tir
onların gözünde. Fabrika sahibi hemşeri, kırdan gelen köylünün iş
bulabilmesi için bir güven unsurudur; bununla birlikte
hemşerilerinin fabrikasını da kendilerininmişçesine sahiplenirler.
Başka bir işçinin, daha önce çalıştığı yerde fazla çalıştırılmaları
yüzünden patozu*** parçaladıklarını anlatması üzerine, Yusuf’un
endişeleri şu şekilde açığa çıkar: “Ya bizim hemşerimizin
fabrikasını da sakatlarsan?”.13 Yine Yusuf’un bir başka düşüncesi
“Hemşerilerinin kozaları tutuşur da yangın bütün fabrikayı sararsa?
Mal ha hemşerilerinin, ha kendilerinin.” henüz çalışmaya dahi
başlamadıkları fabrikayı salt hemşerilik bağı nedeniyle ne denli
sahiplenebileceklerini gösterir. Hemşerileri olan fabrika sahibi,
köyden gelen işçilere işi temin edecek olan kişidir, dolayısıyla
kendilerine fabrikada istihdam olanağı yaratan yegâne kişi olması
sebebiyle, sermaye sahibi bu durumda işverenden ziyade “hemşeri”
kimliğiyle öne çıkar. İşçilerin gözünde o, sermayedar olan değil,
kendilerine iş imkânı sağlayan ‘hemşeri’leridir. Görünürde oluşan bu
güven ve dayanışma ilişkisi ise beraberinde işçi ve işveren
arasındaki sınıfsal ilişkiyi de perdeler.
Romandaki tasvirlerden görüldüğü üzere fabrikadaki çalışma koşulları
oldukça ağırdır. Dönem itibariyle uygulamada olan Milli Korunma
Kanunu’nun getirdiği şartlar da hatırlandığında herhangi bir
düzenlemenin/denetimin neden söz konusu olmadığı da son derece
anlaşılır. Islak çuval geçirilmiş camlardan vuran ayaz ya da sulu
kozacılık esnasında sırtlarından sızan sular nedeniyle işçiler
sıklıkla zatürreeye yakalanırlar. Köse Hasan da çok geçmeden yatağa
düşer. Güvencesi ise birlikte çalışmaya geldiği arkadaşlarıdır;
geleneksel ilişkiler yine tek medet umulandır. Burada anılması
gereken bir başka nokta ise kötü çalışma koşulları karşısında
meydana gelen kaza/hastalık gibi riskleri, işçilerin kaderci bir
bakış açısıyla karşıladıklarıdır:
“ ‘Aman deyim Hasan, ayağını sıkı bas!’
‘Niye?’ dedi Hasan.
‘Hasta masta olup dert olma başımıza da…’
‘Alın yazısı. Ben sıkı basıyorum ama, kader.(…)’ ”14
Köse Hasan’ın hastalanması ve daha sonra yeterli bakımı alamadığı
için ölümüne neden olan açık şekilde çalışma koşullarıdır fakat ne
arkadaşları ne de kendisi bunu görememektedirler. Köse Hasan ölmek
üzereyken dahi, başına geleni sorgulamaz, son derece geleneksel bir
bakışla değerlendirerek ‘kadere’ bağlar.
Fiili koşulların kötülüğü yanında, köylü-işçiler fabrikada diğer üst
kademelerdekiler tarafından da eğitimsiz ve cahil oldukları
nedeniyle sıklıkla aşağılanırlar. Irgatbaşının davranışları ve
ırgatlara karşı tutumu, kendisini onlardan oldukça üst bir konumda
gördüğünü gösterir.
Romanda harmandaki çalışma koşullarına da yer verilir. Toprakta
çalışan işçilerin işe alımı oldukça eski bir uygulama olan elçiler
aracılığıyla gerçekleşir. Çalışacakları yere kamyonlarla
getirilirler. Birçoğu aileleriyle birlikte çalışmaya gelen işçilerin
yaşama ve çalışma koşulları iç içe geçmiştir. Romanda bekâr
işçilerin açık arazide toplu halde uyuduklarından bahsedilir,
içlerinden yalnızca ırgatbaşı cibinlikle uyur. Çukurova’nın
sıcağında, gece kurşun gibi akan yarasa ve sineklerle yaşamak,
çalışma koşullarının zorluğunu kat be kat arttırır.
Çalışma ve dinlenme süreleri ırgatbaşının isteğine göre belirlenir.
Irgatbaşı isterse “on kişi eksik patozda durmamacasına on saat”
çalıştırabilir ırgatları. İşi bilip-bilmemelerine aldırmadan, acemi
ırgatlar patozda koltukçu olarak çalıştırılırlar. Oysa patoz
herhangi bir acemilik ya da dalgınlığa müsaade edecek bir makine
değildir; bir uyumsuzluk ya da aksama esnasında ırgat kolaylıkla iş
kazasına maruz kalabilir. Yazarın harman makinesi ve çalışan
ırgatları şu cümlelerle anlatır:
“Beden kalınlığında demetler, patozun doymak bilmeyen ağzından içeri
devriliyordu. Irgatlar öfkeyle, kinle, hınçla çalışıyorlardı.
Damarlarda dolaşan kan değil, milyonluk kilovatlardı sanki.”15
Neticede Ali de bir anlık dalgınlıkla makinenin temposuna uyum
sağlayamaz ve bacağını kaptırır.
Tüm bu çalışma koşulları karşısında işçilerin verdikleri tepkilere
bakıldığında, aslında ırgatların çoğunun koşullardan şikâyetçi
olduğunu görürüz:
“ ‘(…) Pilavlar taşlı, ekmekler kurtlu. Az daha dişimi kıracaktım.
Başka harmanlarda ırgadın gözü açık arkadaş. Böyle yemekleri yemez!’
Pehlivan Ali merakla sordu:
‘Aç mı kalır?’
‘Yok canım karavanaları devirir!’
(…)
‘Devirince suçlu düşmezler mi?’
‘Düşmezler.’
‘Cenderme menderme koşup gelmez mi?’
‘Gelse bile kendileri suçlu düşer. Bırak ki gelmez böyle ufak
işlere…’
(…)
‘Yimekler düzelir mi sonra?’
‘Düzelir.’
(…)”16
“ Sırtüstü uzandığı yerden doğrulup, geldiği yana bakan Zeynel:
‘İşbaşı mı ne?’ dedi.
‘İşbaşı ya,’ dedi biri.
‘Ne çabuk yahu?’
‘Bunun yaptığı çok oluyor arkadaş… (…)’ ”17
Irgatlar koşullardan şikâyetçidirler fakat koşulları
değiştiremeyeceklerini düşünmeleri ya da jandarmadan korkmaları
nedeniyle herhangi bir tepki göstermeye yanaşmamaktadırlar. Ancak
aralarından ırgat Zeynel koşullar karşısında korkusuzca sesini
duyurma yoluna gider; Zeynel aynı zamanda ırgatbaşı tarafından diğer
ırgatların ‘gözünü açan’ kişi oluşu nedeniyle sevilmemektedir.
“(…) Irgatbaşı demiş ki bir tarihte harman yaktı demiş benden ötürü.
Doğru. Yaktım. Deli kafam kızarsa yine de yakarım!(…) Haftalığımız
kestiler, ipe un serdiler, canımızı yaktılar, canlarını yaktım!”18
Zeynel’in isyanı ve eylemi tüm bu olumsuz koşullara karşı gelişin
açık ifadesi olarak karşımıza çıkar.
Sonuç Yerine
İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalistleşme yolunda ilerleyen,
dönemin Türkiye’sinde iç ve dış gelişmelere bağlı olarak uygulanan
ekonomi politikalar ve buna bağlı olarak hızla dönüşüme uğrayan
toplumsal yapı içerisinde insan ilişkileri de değişmeye başlar.
Dönemin Türkiye’sinde kapitalist üretim ilişkileri topluma nüfuz
ederken sınıfsal konumlar da belirginleşir. İnsan ilişkilerinin
gözlenmesiyle bu süreci görünür kılan Orhan Kemal’in “Bereketli
Topraklar Üzerinde” romanı bize çok değerli bilgiler sunar. Bu
bilgiler, dönemi açığa çıkarması açısından önemli olduğu kadar,
bugünü anlamamıza da yardımcı olmaktadır.
Orhan Kemal romanında, geç kapitalistleşen Türkiye’de kırdan kente
göç, kentte kurumsal olmayan ilişkilerle ayakta durmaya çalışma,
barınma sorunları, işsizlik, hemşerilik ilişkisi, mevsimlik işçilik,
sermayeler arası (ağalar) ve emekçiler arası (kâtip, ırgatbaşı,
ırgat, usta, nitelikli-niteliksiz, eğitimli-eğitimsiz işçiler)
hiyerarşik ilişkiler romanda açığa çıkarılır. Öte yandan kar güdüsü
ve birikim mücadelesinin koşulları; emekçilerin makineyle
yarıştırılması, kötü düzenlenmiş çalışma koşulları, yetersiz
beslenme, hastalıkla sonuçlanan ağır çalışma koşulları, ölümle
sonuçlanan iş kazaları ile romanda tüm çıplaklığı ile ortaya konur.
Emekçilerin tutumlarına ilişkin algılayıştaki yanılsamalar verilir
ki bu yanılsamaların koşullarla ilk kez karşılaşma, değerler
sisteminin değişimiyle yüz yüze olma halini ortaya çıkarır. Bu durum
emekçilerin kırsal toplumdan gelen kadercilik anlayışına
sarılmasıyla açığa çıkar. Koşulların, kaderci ve kabullenişe yönelik
bir bakış açısıyla çözülebilmesinin mümkün olmadığını anlamak ve bir
araya gelerek sessiz yığınların sesini duyurmanın önemi, romanda
gelecek için umut ışığı olarak belirmektedir.
Kaynakça
Ahmet Makal, Ameleden İşçiye, İletişim Yayınları, İstanbul.
Asım Bezirci, Orhan Kemal Yaşamı, Sanatı, Eserleri, Anıları,
Evrensel Basım Yayın, 3. Basım, İstanbul, 2006.
Haldun Gülalp, Kapitalizm Sınıflar ve Devlet, Belge Yayınları,
İstanbul.
Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908-2005, İmge Kitabevi
Yayınları, 10. Baskı, Ankara.
Mübeccel Belik Kıray, Toplumsal Yapı ve Toplumsal Değişim, Bağlam
Yayınları, İstanbul.
Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde, Epsilon Yayınevi, 16.
Baskı, İstanbul, 2006.
Sema Erder, Köysüz Köylü Göçü”, Görüş, Şubat- Mart 1998.
Tolga Tören, Yeniden Yapılanan Dünya Ekonomisinde Marshall Planı ve
Türkiye Uygulaması, SAV Yayınları, İstanbul.
Yüksel Akaya ve Metin Altınok, “Çukurova’da Pamuk İşçileri”, Türkiye
Sendikacılık Ansiklopedisi, Cilt 1
|