1950’li yıllar Adana’sında hastanede doğuma giren bir kadının
yanı başında yabancı -o gece ilk kez karşılaştığı- bir erkek
olacak; o erkek.. doğumhane içlerine dek.. eş dost arasında ilk
kez görmüş olduğu kadının elini tutacak; hemşirelerden biri
sonunda “Beyefendi
bebeğin babası mısınız?” uyarısı
yapacak ve adam nihayet dışarı çıkacak…
İnsaf!
Bırakın ’50’ler Adana’sını… ’50’ler Amerika’sında bile olan
şeyler değil bunlar…
“Hanımın Çiftliği”ni izlerken “Orhan
Kemal hayatta olsaydı acaba ne derdi?” diye
böyle iç geçirdiğim çok kesit oluyor…
Yaz tatiline giren dizinin son bölümünde izlediğimiz “Güllü’nün
doğum sancıları” sahnelerindeOrhan
Kemal’i gene epey yâd ettim…
Viyanalı kadınlar gibi…
Türk gerçekçiliğinin usta kalemi, bu sahneler karşısında
acaba ne der; ne düşünürdü?
“Büyük Kulüp” olarak
geçen “şehir
kulübünde” görünen
tüm kadınların -hemen hiç istisnasız!- küçük çiçekli
şapkalarla boy göstermesini nasıl karşılardı?
Büyük kulübu bırakın; Adana sokaklarındaki “şehirli” tüm
kadınların -Viyanalılar gibi!- kafalarında şapkalarla
gezmesine ne anlam verirdi?
Var mıydı o tarihlerde böyle bir Adana?
Benim bildiğim ’50’li yıllar Türkiye’sinde şapka; “kentli
kadınların” daha
çok nikâh törenlerinde kullandıkları bir aksesuvardı.
Açın eski albümleri bakın.
Herkesin ailesinde, belediye nikâhıyla evlenmiş bir
yakınının, o yılların modasını yansıtan“şapkalı bir
resmi” bulunur.
Sararmış siyah-beyaz albümlerde böyle resimler vardır. Ama o
kadar.
Bu şapka enflasyonu.. o yılların Adana’sı ya da İstanbul’u
bir yana; Londra’da bile bu denli yaygın mıydı? Bilemem.
Yan karakterler çok başarılı
Yer yer abartılı dönem tasvirlerinin yarattığı bu “kopma” duygusu
dışında; “Hanımın
Çiftliği”aslında benim büyük keyif alarak izlediğim bir
dizi.
Oyuncular; özellikle yan öyküleri işleyen karakterler
harika…
“Asmalı Konak” gibi
yüksek reytingli TV dizilerinin sık başvurduğu “yukarıdakiler-aşağıdakiler”formatıyla
ekrana uyarlanan hikâyede rollerinin hakkını veren.. Kabak
Hafız, Berber Reşit veZaloğlu.. olağanüstü.
Kadın karakterlerden Halide’yi
oynayan Ebru
Özkan’la fettanlıkta üstüne olmayan Gülizar’ı
canlandıran Evrim
Solmaz “tiplemeleri” muhteşem.
Mutfakta biteviye fasulye ayıklayıp dolma sararken hiçbir
dedikodudan geri kalmayan “çok
bilmiş” Seyyare
Ana; Güllü’nün
ezik ama gönlü yüce anası, Reşit’in etrafında pervane gibi
dönen geçkin karısı.. alabildiğine gerçekçi, nüanslı
oyunlarıyla ayrı ayrı göz dolduran kadınlar tarafından
ekrana taşınıyor.
Özgü Namal’ın “Güllü”sü,
bu zengin oyunculuk yelpazesi içinde bir oranda kayboluyor.
Kendisini fazla tekrarladığı için; Namal zaman zaman monoton
ve zayıf kalıyor.
Bunda “çiftlik
ağası” Mehmet
Aslantuğ/Muzaffer Bey’in diziden yok olmasının da
etkisi var.
Özgü Namal/Güllü/Serap.. hep aynı ses tonuyla habire sağa
sola çatar ve çiftlik evinin salonundaki koltukta gün sayıp
tek başına sıkıntıdan patlarken; ekran başında biz de
ufaktan ufağa daralıyoruz…
Önümüzdeki sezon Güllü karakteri anlaşılan “doğumhane
içlerine” dek
kendisini geçiren Orhansayesinde
yeniden “canlandırılacak”.
Ve kim bilir… Zekayi’nin
karısı Neriman’la..
çıkan bir Hanımağa/“Dynasty” karması
çekişmeyle dizide tekrar ön plana çıkacak…
Kanal D’nin dizisini benim için özel kılan en büyük neden,
dizinin beni; çocukluk yıllarımı geçirdiğim İskenderun
evlerinin asmalı avlularına, saatlerce içli köfte yoğrulan
kadın dedikodusu bol mutfaklarına, bunaltıcı yaz gecelerinin
serin çardaklarına.. bir zaman tüneli içinden çekip
götürmesi…
An oluyor Seyyare Ana’nın mutfağında pişirdiği yemeklerin
kokusu burnuma geliyor…
Yerel deyimler, argo ve jestler, beden dili, kullanılan
ifadeler; üzerimde tarifsiz bir “nostalji” etkisi
yaratıyor…
Diziyi öyle görünüyor ki ben, ne olursa olsun izlemeye devam
edeceğim…
Ama “Hanımın
Çiftliği” bu
arada Orhan Kemal’den ne kadar az uzaklaşır, ne kadar az“Dynasty”leşir
ve ne denli yerel, özgün kalırsa o oranda makbulüme geçecek…