Türk edebiyatının önemli
eserleri son yılların en etkili iletişim araçlarından televizyon
kanallarında halkımıza birer dizi olarak gösteriliyor. Daha eski
yıllarda sinema filmi biçiminde çekilen romanlar bu kez haftalarca
süren dizilerle karşımıza çıkıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki
yazar kadrosu olarak bilinen Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip
Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Memduh Şevket Esendal, Esat Mahmut
Karakurt, Kerime Nadir vb. başta olmak üzere bugüne kadar birçok
yazarımızın romanlarını birer sinema filmi olarak izlemiştik. Ancak
bunların gösterim süreleri yaklaşık iki saatte bitiyordu ve
sonraları arşive kaldırılıyorlardı. Hatta bazılarının oyuncu
kadrosu, yönetmeni, yapımcısı değişiyor ve ikinci kez filme
çekiliyordu.
Son yıllarda günümüzün veya
gecemizin büyük bir bölümünde en az 4-5 saat süren TV kanalları
arasında dolaşmamızı önemseyen yapımcılar, edebiyatımızın hemen her
kesim tarafından beğenilerek okunmuş olan ünlü eserlerini birer dizi
hâline getirip seyirciyle buluşturmayı yeğler oldular.
Elbette dilimizin ve
edebiyatımızın bu güzel örneklerinin tekrar gündeme getirilmesi ve
genç insanlarımızın eski dönemlerin yazarlarının ve onların
eserlerinin farkına varmaları bakımından bu tür dizilerin yararlı
olduğu bir gerçektir. Orta öğretim ders kitaplarında ancak birkaç
küçük metin parçasının yazarı olarak görülen imza sahiplerinin
yeniden ve daha geniş bir biçimde işlenmesi, genç kuşaklara yapılan
değerli bir hizmettir. Bu yolda atılan adımlar başarılı olmuş,
gündeme getirilen yazarlar ve eserler yayınevleri tarafından tekrar
tekrar basılarak geniş bir okuyucu kitlesi kazanılmıştır.
Burada tutulan yolun bir başka
yönü daha vardır. O da ilgili romana bağlı kalarak yazılması gereken
film veya dizi senaryosudur. İşte tam bu noktada aykırılıklar,
yanlışlar, sapmalar ve romanla hiç ilgisi olmayan ara konular,
kişiler ve olaylar senaryoda karşımıza çıkmaktadır. Dizinin
senaristi veya senaristleri romanla uzaktan yakından ilgisi
görülmeyen çeşitli sahneleri uzun uzun yazmakta, başka bir deyişle
diziyi mümkün olduğu kadar uzatmak, haftalarca sürdürebilmek
amacıyla romandan tamamen uzaklaşmaktadır. Bu uzaklaşma sadece konu,
kahraman ve olay açısından olmamaktadır. Asıl önemlisi romancının
özgün dili bütün güzelliğiyle ortadan kaldırılmaktadır. Yazarın
tanımları, tasvirleri, kullandığı deyimler ve daha birçok dil
zenginliğinin örnekleri senaryoda atlanmakta, belki de kasıtlı
olarak aktarılmamaktadır. Senaristlerin kendi günlük çıkar
ilişkilerinden kaynaklanan basit bir dil, yavan bir anlatım biçimi
Türkçemizin bu usta kalemlerine karşı yapılan en büyük ihanettir.
Dizileri izleyenler romancımızın güzel Türkçesini duyamıyorlar,
yeteneği onlara göre çok daha kısıtlı olan senaristlerin yarı bozuk,
yarı anlamsız Türkçesi ile yetinmek zorunda kalıyorlar. Büyük bir
bölümü çoktan ebediyete göçmüş olan o yazarlarımızın geride kalan
çocukları veya mirasçıları bu bozulmalara nasıl olur da izin verir,
anlamak mümkün değil! Bu, bir bakıma kendini öldürmek gibi bir şey,
yani intihar etmek! Bindiği dalı kesmek! Gelecek üç beş kuruş için
yazarın bütün ününün, saygınlığının yok olmasına izin vermek! O
büyük yazarın haklı olarak elde ettiği üne bu tür bir leke
sürüleceğini hiç mi düşünmezler?
Bu konuyu daha da ayrıntılı
olarak anlayabilmek amacıyla son aylarda yine bir dizi olarak
karşımıza getirilen
Hanımın Çiftliği
örneği üzerinde
durmak istiyorum. Orhan Kemal bu büyük eserini bir üçleme biçiminde
kaleme almıştır. Üçlemenin ilk cildi
Vukuat Var
başlığıyla 1958 yılında
okuyucuya ulaşmıştır. İkinci cilt
Hanımın Çiftliği
ise üç yıl sonra
1961 yılında yayımlanmıştır. Son cilt
Kaçak
aradan uzun bir süre geçtikten
sonra ancak 1970 yılında okuyucuyla buluşmuştur. Bir ara mevcudu
bulunmayan, baskıları biten bu üçleme, dizinin başlaması ve izleyici
tarafından beğenilmesi sonunda tekrar tekrar basılarak kitap
raflarında okuyucuya sunuldu. İyi ki sunuldu, çünkü diziyi ilgiyle
izleyenler kitapları da satın alarak okuma fırsatını yakaladılar.
Ancak bu okumalar karşısında şaşkına döndüler… Çünkü
Hanımın Çiftliği
dizisi ilk
haftalardaki birkaç bölümün dışında Orhan Kemal’in eseri olmaktan
tamamen çıkmış, bambaşka bir film
hâline
dönüştürülmüştü. Neredeyse 1970’lerde 2-3 günde çekilip bitirilen
basit bir Yeşilçam filmi biçimine sokulmuştu.
Hanımın Çiftliği
dizisi, ilk
haftalarda roman üçlemesinin ilk kitabı
Vukuat Var
nispeten daha
çok göz önüne alınarak senaryolaştırıldığı için bu romanı okuyanları
da pek rahatsız etmedi. Ancak o haftalarda izleyici sayısının fazla
olmasına sonraki haftalarda rastlayamadık. Başlangıçtaki merak ve
ilgi her hafta giderek azaldı. Yakında diziye son verilirse hiç
şaşmamak gerek… Burada bazı noktaları şöyle vurgulamak daha doğru
olur: Birincisi ve en önemlisi dizideki oyuncu kadrosundaki
kahramanların romanda fiziki özellikleri belirtilen kişilere pek az
benzemesidir. Başrol oyuncusu Güllü, daha sonraki adıyla Serap Hanım
ile ilgili olarak romanda şu tür özellikler yer yer karşımıza
çıkıyor (Roman adlarının kısaltması VV ve HÇ olarak gösterilmiştir):
“On
altıya girmeye birkaç ay kalmıştı. Kanlı canlı taptaze, güzel… çok
güzeldi.” (VV., S. 20/21).
“Ne
kızdı ya! Avrat dediğin, sırasında böyle yiğit olmalı, eli silah
bile tutmalıydı” (VV., s. 49).
“Oğlan
amma da dikmişti gözlerini kıza ha! Dikmişti, hoşlandığı da belliydi
ya, kız onun yanında deve gibiydi… Güllü onu bir tutuşta çocuk gibi
öfeler, gerekirse yerden yere çalardı… Kız birden boy atıp gelişmiş,
gemi de azıya almıştı (VV., s. 51).
“Kendine
çekecek, sımsıkı saracaktı. Kucaklayıp kaldırabilir miydi?
Kaldıramazdı belki de. İriydi kız, uzun boylu.” (VV., s. 97).
“Kız
boy atmış, yetişip gelmişti… Güllü hiçbirine benzemiyordu. Boy, pos,
kalıp, kıyafet… Babasına çekmiş olacaktı. Cemşir de boylu poslu,
kalıplı, kıyafetli.” (VV., s. 124)
“Gözlerinin
önünde Güllü canlandı. İriyarı, güçlü kuvvetli. Reşit çocuk gibi
kalırdı onun yanında.” (VV., s. 167).
“Evet,
kız uzun boyluydu kendinden, güçlüydü de. Güçlüydü ama, ne önemi
vardı?” (VV., s. 273)
“Boyluydu
boylu olmasına, göğüsleri iri.” (VV., s. 947).
(Zaloğlu/Ramazan’ı kastediyor) “Koca der mi insan ona be? Onu bir
tokatta yıkarım.” (HÇ., s. 21).
“Lakin
kız da kızdı hani… Boy, pos, endam…” (HÇ., s. 35).
“Ramazan
gerçekten de eşeğe benziyordu deve gibi kızın yanında.” (HÇ., s.
42).
“Böyle
bir kızı kovabilir miydi? Etli, butlu, bıngıl bıngıl kızı.” (HÇ., s.
47).
“Güllü
atmaca gibi yetişti. Zaloğlu’nu Gülizar’ın elinden çekip aldı. Erkek
gibi dövüşüyor, tokadı attıkça oğlanı yerden yere seriyordu…
Zaloğlu’nu altına aldı, yumruklamaya başladı” (HÇ., s. 48).
“Hâlâ
hamle eden kızın öfkeden tiril tiril titreyen kuvvetli vücudunu
kolları arasına aldı. Zor zaptediyordu.” (HÇ., s. 49)
Orhan Kemal’in
roman k a h r a m a n ı olan Güllü için düşündüğü tipin
özelliklerini daha fazla örneklemeye gerek yok… Bütün bunları
dizideki oyuncu Özgü Namal’ı göz önüne getirdiğimizde çok büyük bir
seçim yanlışı yapıldığı anlaşılıyor. Romandaki tiple taban tabana
zıt özelliklere sahip oyuncu, oyuncunun son yıllarda sağladığı
şöhreti dolayısıyla mı seçildi? Romandaki kız 16 yaşında! Oyuncu ise
35’ine doğru gidiyor. Sonradan evleneceği Muzaffer Bey (Mehmet
Aslantuğ) ise kırkını geçmiş yaşlarda; aralarında en az otuz-otuz
beş yaş farkı olması gerekiyor, romana göre… Bu nokta hiç dikkate
alınmadan yapılmış yanlış bir seçim!.. Orhan Kemal’in anısına en
azından bir saygısızlık görülüyor bu noktada…
İkinci önemli
ihanet noktası
Vukuat Var’ın
sonlarına doğru Güllü’nün sevgilisi Kemal’in öldürülmesidir. Kardeşi
Hamza ve babası Cemşir, Güllü’yü evlerinde acımasızca döverken
kapıyı kırıp içeri dalan Kemal, Hamza’nın tabancasından çıkan tek
kurşunla başından vurulup ölür. Güllü ancak onun ölümünden sonra
Ramazan’ın / Muzaffer Bey’in çiftliğine gitmeye mecbur kalır. Bu
mecburiyet onu çiftliğin ağası Muzaffer Bey’e yaklaştıracak ve
sonunda onunla evlenecektir. Dizinin senaristi filmi haftalarca
uzatabilmek amacıyla Kemal’i öldürmemiş, çiftliğe şoför olarak
sokmuştur.
İlk birkaç
bölümden sonra böylece dizi senaryosu romandan tamamen ayrılmış,
bambaşka olaylar ve kahramanlar dizide boy göstermeye başlamıştır.
Bu uydurma tiplerden biri de, romanda hiçbir yerde geçmeyen Muzaffer
Bey’in kız kardeşidir. Dizide yer yer olaylarıyla, tavırlarıyla ön
plana çıkarılan bu kadın tamamen Yeşilçam düşüncesine özdeş bir
tutumla diziye eklenmiştir, başka bir şey değil!.. Bu tür entrika
çevirecek bir kardeş tipini Orhan Kemal gibi bir usta kalem
düşünemez miydi? İstese çok daha farklı tipleri romanında
canlandırabilirdi. Elbette… Ancak o romanın asıl kişisinin Güllü
olmasını düşünüp planlamış, sonraları da ikincil bir tip olan
Muzaffer Bey’i onun karşısına çıkarmıştır. Romanın ana yapısı bu
biçimde de işlenmiştir, zaten!..
Bütün bunların
yanında çok daha önemli bir nokta dikkatimizi çekiyor. O da romanda
kullanılan dilin özellikleri ile dizideki basit, yavan, özenilmemiş
dil!.. Orhan Kemal Çukurova insanını en ince noktasına kadar iyi
tanıyor; zaten onların arasından çıkmış. Onların yerel
kullanımlarına kendi edebî ve estetik görünümlü, zengin söz
varlığıyla katkıda bulunurken tam bir Türkçe ziyafeti hazırlıyor
okuyucusuna… Yerli yerine oturttuğu, (ölçünlü) standart Türkçede
bulunmayan özel anlamlı yerel sözler, farklı anlamlar yükleyerek
düzenlediği cümleler, konuşmayı daha da güçlü kılmak için birbiri
ardına iliştirdiği kısa cümleler, bilinen deyimlerin sıralanması
veya bilinmeyen güzel deyimler…
Orhan Kemal’in
bu üçleme eserini Türkçenin zenginliğini ortaya koyma bakımından
gözden geçirdiğimizde, aşağıda verdiğim örneklerde de görüleceği
gibi, Türk dilinin bütün kıvraklığını, içtenliğini, güzelliğini,
anlam zenginliğini ve yaratıcılığını hemen fark ediyoruz. Her üç
romanı okuyup bitirdikten sonra yaptığım özel amaçlı taramalar
sonunda bulabildiğim yüzlerce söz, söz öbeği ile deyimleri
Türkçe Sözlük
(TDK, 2005) ile
Genel Ağ’daki
Güncel Türkçe Sözlük
sayfalarında
aradım. Bulabildiklerimin çok büyük bir bölümünün -yaklaşık dört yüz
kadarının üçte ikisi- her iki çalışmada da yer almadığını veya çok
az yer aldığını gördüm (31.1.2010 tarihi sonunda). Hem Orhan
Kemal’in ustalığını kanıtlamak, hem Türkçemizin güzelliklerini
sergilemek bakımından okuyucularımıza bunların hiç olmazsa bir
bölümünü göstermek istiyorum. Örneklerde metinler yerimizin darlığı
yüzünden mümkün olduğu kadar kısa tutulmuş, ancak anlamı verebilecek
bölüm öne çıkarılmıştır. Romanları okuyanların bu güzel örneklerin
önünü ve sonunu rahatlıkla bulacaklarını, Türkçemizin zevkine
varacaklarını içtenlikle söyleyebilirim. Önce örneklerimizi görelim,
sonradan yorumlara bakabiliriz.
Önce ölçünlü
Türkçede olmayan birkaç söz ile ilgili olanlardan örnekler:
yadırgı:
Yabancı, “Hatta
güzelliğiyle ün salmış küçük teyzesinden ötürü utanır, isterdi ki
yakınları çirkin, yadırgılarsa tevatür olsunlar.”
(VV., s. 52). “Bir
kız, yadırgıların bulunduğu mecliste, gözlerini eğip eteğiyle oynadı
mı, yadırgılardan birine gönlü kaydı demekti.”
(VV., s. 52).
çıpkı:
Ucu çuvaldızlı değnek. “Eşek
ön ayaklarıyla dimdik, yularından çekilmek değil, çıpkıyla kıçına
kıçına vurulduğu hâlde adımını bile atmıyordu.”
(VV. s. 29). “Genç
adam, hayvanın kıçına kıçına vurduğu çıpkıyı elinden alırken eli
eline değmişti.”
(VV. s., 29).
suyabatmaz:
Yalancı, sahtekâr, düzenbaz. “Kör
Tahir’i tanıyor, suyabatmaz, itin biri olduğunu yakından bildiği
için de hiç sevmiyordu”.
(VV. s. 38).
bes:
Sadece. “Yiğit
adamın yiğitliğine bes çizme yeter.”1
(VV., s. 119).
pot:
Asılsız. “Allah
var ya, çapa makinası bana pot geliyor.”2
(VV. s. 159).
sıravardiya:
Bir sırada olan.
“Sıravardiya göz göz odaların çepeçevre bulunduğu avluda ağırdan
ağırdan hareket başlamıştı.”
(VV., s. 229).
seçi:
Fark. “Bazen
dörder beşer toplanıyor, ne konuştuklarının da pek seçisine
varmadan, konuşuyorlardı.”
(VV., s. 230).
tırıl:
Parasız, cimri : “Masamıza
gelip oturmuş bir insanın içtiği rakıyla yediği yemeğin parasını
veremeyecek kadar tırıl değiliz.”
(VV., s. 327).3
kındırık:
Yarı açık : “Eğildi,
kındırık kapıdan içeri baktı; uyuyorlardı.”
(VV., s. 331).
Bazı ikilemeler de dikkatimizi çekiyor. Söz gelimi:
hâlli mallı:
Hâli vakti yerinde, nispeten zengin kişi:
“Cemşir’in babası ora toprak beylerinden hâlli mallı bir
ihtiyar.”
(VV., s. 3).
Bütün ümidi bu kızdaydı şu sıra. Satacaktı onu hâlli mallı
birine.”
(VV., s. 124).
ayın uyun:
Alelade, rasgele.
“Paşa dediği de hani öyle ayın uyun paşalardan değil haaa…”
(VV., s. 41).
perde perde:
Yavaş yavaş.
“Kadın ölmedi. Perde perde kendine geldi.”
(VV., s. 127).
çala pedal:
Hızla pedal çevirerek.
“Üstünün başının çamurlarına aldırış etmeden kızı bisikletine
bindirsin, çala pedal kaçsınlardı oradan.”
(VV., s. 149).
alımlı çalımlı:
Boylu boslu güzel. “Yüzü
belirsiz, alımlı çalımlı bir kadın içinde canlanarak sanki emretti.”
(VV., s. 293).
aftos piyos
(geçmek): Önem (vermemek).
“Bu, karşınızda gördüğünüz bu fakir, dayısına aftos piyos geçmiş
bir kardaşınızdır.”
(HÇ., s. 255).
bugünlük yarınlık:
Hemen hemen; olması, yapılması çok yakın.
“Eve geldi. Karnı burnunda, bugünlük yarınlık karısına dikkat
bile etmeden, odaya geçti.”
(HÇ., s. 293).
Bu örnekler
Orhan Kemal’in dilimizi yerel özelliklerini de gözeterek nasıl
işlediğini gösteren birkaç örnek. Ancak yazarımızın asıl hüneri
yüzlerce deyimi ve hatta atasözünü büyük bir başarıyla ve titizlikle
kullanmasıdır. Bazı sayfalarda öyle bölümler var ki, cümleler ardı
ardına kurulup sıralanırken deyimler de ardı ardına gelerek
konuşmayı veya anlatım gücünü pekiştiriyor. Kitapların o sayfaları
okunurken insan işlenen konunun içinde buluveriyor kendini,
sürüklenip gidiyor. Dilin lezzetini, zenginliğini ve gücünü bir kez
daha anlıyor. Orhan Kemal’in yaratıcılığına hayran olmamak elde
değil!.. Ama bütün bu güzellikleri haftalık dizilerde asla
bulamıyoruz. Bulamadıklarımın bazılarını aşağıda aktarıyorum. Ancak
ne kadarını aktarırsam aktarayım, bu üçleme eserdeki gücü ve
güzellikleri gösteremeyeceğini biliyorum. Amacım dizinin
senaristlerinin işlerine ne kadar üstünkörü ve yavan baktıklarının
birkaç örneğini sergilemek. Bu deyim ve atasözlerini unutmamak için
özellikle burada belirtmek istedim:
“Ona
kalsa hemencecik memlekette
düdük olur, dile
düşerdi.” (VV., s.
21).
“Şunu
iyi bil ki, bu dünyada bugün
attığımız taş
istediğimiz kuşu vurmuyor.”
(VV., s. 26). “Herkes
attığı taşın
istediği kuşu vurmasını, aşığının cuk oturmasını
ister.” (VV., s. 26).
“Yalnız,
ayağına
çalı çırpı dolaşmasın
da nerede gezerse gezsin,
gönlünü
nerede
eğlendirirse
eğlendirsindi varsın!”
(VV., s. 31).
“Bir
ara cilaya
gelen Hamza müthiş
bir nara
attı.” (VV., s. 46).
“Boyun
eğmiyordu. Feleğe minneti yoktu, takmıyordu ağa mağa.”
(VV., s. 49).
“Oğlan
gerçekten
kıza abayı yakar da
iş kıvamına
girerse, Cemşir
bir iki
demez, kızını bu
ufak tefek
ama soylu
delikanlıya
verirdi.” (VV.,
s. 51).
“Dul
karı kahrından sonra
ağız tadıyla
Bağdad’ı onarmak, şu
anda dünyanın en güzel, en zevkli hele hele en gerekli işiydi.”
(VV., s. 98).
“Allahuteala
bunca mal mülk vermiş,
ekmeğini pişkin,
atını eşgin etmişti.”
(VV., s. 93).
“Kara
kuvvetin
kıpırdanışlarına
göz yummak
ihanetti, büyük ihanetti
hem de.” (VV., s. 103).
“Ne
günlerce kalınmıştı
Yarabbi!
Gün günden beter geliyor, gelen gideni aratıyordu.”
(VV., s 117).
“Nesine
gerekti Halkçılık ya da Demokratlık… İkisi ortası kalmakla
ne kızı verir ne
de dünürü küstürürdü.”
(VV., s. 117).
“Kadın
en az yirmi, hatta yirmi beş yaş büyüktür ondan. Kim bilir
ne harman yerleri
dişlemiş, ne hendek ne çitlerden atlamıştı.”
(VV., s. 122/123).
“Makine
dairesinin önünden gelip geçmek,
ters ters bakmak
marifet değildi,
içlerindeki
erik kurusunu döksünlerdi ortaya.”
(VV., s. 136).
“O,
günde temiz bir yüzlük kazansa
kuyruğu balmumuna
dönerdi ki, tadından yenmezdi,
hani.” (VV., s. 161).
“Kız,
kız değil,
bir Allah’ın belası, yedi denizin dışarı attığıdır.”
(VV., s. 166).
“Hatırını
sayarsa sen de say.
Saymadı da
cart curta başladı
mı,
kuyruğuna tenekeyi bağla, at tekmeyi!”
(VV., s. 203).
“Burun
buruna olurlarsa birbirlerine
çabucak
doyar,
birbirlerinden
bıkıp usanırlar,
başladı dırıltı.” (VV., s. 210).
“Ben
senin gibilere
kemiğimi kemirtmem
ya, hele şu
fırtınayı
atlatalım
hayırlısıyla!” (VV., s. 246).
“Yaşlı
Dakur’la az
mı çene çeneye vererek hayaller kurmuş, dağları az mı bedesten
etmişti.” (VV., s.
256).
“Bu
bilgilerimizle
kulaktan kopma,
ağızdan dolma
bilgilerimizle,
yaya kalmaya
mahkûm Tatar ağalarından
başkası değiliz.” (VV., s.
269).
“Bey
tırnaksızlık eder de, avrada dolanırsa,
senin de, benim de
tepemize çıkar,
amir, kumandan kesilir.”
(VV., s. 299).
“Uzun
lafın kısası, biçimine getirilip
Fellah oğlunun
vücudu ortadan
kaldırılmaydı. Böyle
davranılırsa, kızın
umudu kesilir,
kolu kanadı kırılır,
istedikleri adama
tıpış tıpış
giderdi, zaten bütün
mesele, istedikleri adama
tıpış tıpış
gitmesiydi. Olmazsa
işler sarpa
saracak, öteki beş
yüz güme
gidecek...” (VV., s.
308).
“Fütur
getirme kardaş! İyi
günler
göreceğiz. Dem sürüp devran getireceğiz. İçime doğdu.
(VV., s. 310).
“Beyin
huyu malum.
Eline, eteğine ne
kadar pis
olduğunu sen benden
âlâ bilirsin.” (HÇ., s. 3).
“Amanı
zamanı yok, Zulmün binası olmaz. Zulüm ile âbâd olan, encamı berbat
olur. Ne oldum deme, ne olacam de.”
(HÇ., s. 10).
“Sen
olsan, atın
yerine eşeği bağlar mısın?
dedi Güllü.” (HÇ., s. 30).
“Bağlamam
bacım, tövbe bağlamam!
Atın yerine eşek
bağlanır mı?” (HÇ.,
s. 30).
“Ne
olsa misafirdi. Zaten duracağa benzemiyordu.
Atın yerine eşeği
bağlamayacağına
göre, çiftlikte işi neydi?” (HÇ., s. 31).
“Yasin
Ağa tekrar
bin dereden bir su getirip
sonunda,
‘atın yerine eşeği
bağlamayacağım!’
cevabını alınca,
kan tepesine
çıktıysa da,
yapılacak hiçbir şey yoktu.”
(HÇ., s. 34).
“Demek
kız, atın
yerine eşeği bağlamayacakmış?
Vay Ramazan vay!..
Şap gibi yanmıştı
fukara. Lakin kız da
kızdı hani.
Taşı tam gediğine koymuştu.
Yalan mıydı?
Hâline bakmadan
Hasandağı’na oduna gitmişti.”
(HÇ., s. 42).
“O
sana avrat olmaz. Onun
yüzü cam kırığıyla
sıyrılmış.” (HÇ., s.
49).
“Bu
kızın
başına bir çıkacak (iş) var. Gözüm hiç su içmiyor benim!
Oradaki kadınların hiçbirinin
gözü su
içmiyordu.” (HÇ., s.
58).
“İş
olacağına varmıştı:
Muzaffer Bey’in
dünyaya metelik
verdiği yoktu.
Samanlık
seyran oluyordu.”
(HÇ., s. 100).
“Benden
gıcık alıyor, beni
gördü mü
anasının kırığını görmüş
gibi oluyor amma
kulak asma.”
(HÇ., s. 130).
Yüzlerce deyimi
dergimizin kısıtlı sayfalarında sıralamak mümkün değil! Bunların
dışında bildik-bilinmedik birçok da atasözü var. Birkaç örneği
vererek Türkçenin gücünü sergileyelim:
“İki el bir baş içindir.”
(VV., s. 199).
“İki
el bir boğaz için.”
(VV., s. 203).
“Tevekkülün
koyununu kurt yememiş.”
(VV., s. 263).
“Göz
görmeyince gönül katlanır.”
(HÇ., s. 2).
“Bir
günün beyliği beylik.”
(HÇ., s. 29).
“Görünen
köy kılavuz istemez.”
(HÇ., s. 96).
“Her
koyun kendi bacağından asılır.”
(HÇ., s. 122).
“İtin
çenilemesi kemiğedir.”
(HÇ., s. 132).
“Onda
yazılan dokuzda bozulmaz.”
(HÇ., s. 182).
“Kara
gün kararıp gitmez.”
(HÇ., s. 254).
“Öfkeyle
kalkan zararla oturur.”
(HÇ., s. 259).
“İş
bitirenin, kılıç kuşananındır.”
(HÇ., s. 261).
“Keskin
sirke küpüne zarar.”
(HÇ., s. 349).
Türk dilinin
gücü Orhan Kemal ustanın kaleminden yukarıda gösterdiğim bazı
örneklerin yanında diğer eserlerini işlemesinden de kolayca
anlaşılıyor. Söz konusu olan üç kitabın bir dizi film biçiminde
gösterime girmesinde bu nokta hemen hemen hiç göz önüne alınmamış,
büyük romancımıza tam anlamıyla ihanet edilmiştir. Bu ihaneti
büyüten başka bir konu daha var. Ona hiç girmeyeceğim. Romanda asla
sözü edilmeyen birtakım kişiler haftalardır dizide entrikalar
çeviriyor, yerli yersiz karşımıza çıkıyor. Yılmaz adında birini
intikam hırsıyla dolu olarak görüyoruz. Biraz önce vurguladığım
Muzaffer Bey’in kız kardeşi Halide nereden uyduruldu? Niçin?
Ramazan’ın babasını da iki hafta gördük ve hemen ölüverdi. O da
romanda olmayan bir kişi! Bunlar yetmezmiş gibi son haftalarda da
Halide’nin sevgilisi Selim çıkıverdi karşımıza… Tam da Yeşilçam
filmleri gibi! Her hafta başka bir olay, başka bir kişi… Diziyi
uzatabilmek için uydur da uydur! Sanki Orhan Kemal bu tür işleri
bilmezmiş gibi… İstese çok daha âlâsını yazardı da, işlerdi de!..
Yazık, çok
yazık! Orhan Kemal iyi ki bu günleri görmedi. Görmedi görmesine ama
onu, bu garip dizi ile tam da alnından vurdular. Bu ünü yurdumuzun
sınırlarını çoktan aşmış büyük romancımıza hiç acımadan kıydılar.
Türk dilinin ve edebiyatının büyük isminin önünde bir kez daha içim
acıyarak saygıyla eğiliyor, kendisine rahmetler romanları okuduktan
sonra diziyi izleyenlere sabırlar diliyorum.
|