Orhan Kemal 95
yıl önce,
15 Eylül 1914’te
doğdu.
Orhan Kemal’in
Müfettişler Müfettişi
(1966) adlı romanı ile
Üçkâğıtçı (1969) adlı romanı bir çift
oluşturmaktadır. Başka bir deyişle,
Üçkâğıtçı, Müfettişler
Müfettişi’nin arkasıdır, ikinci cildidir.
Orhan Kemal’in öbür yapıtları gibi bu iki romanı da yeniden
basıldı. Türk yazını böylece önemli bir değerini gerektiği
biçimde korumuş oldu. Günümüzün genç kuşakları ve gelecek
kuşaklar Türk romanının bu önemli yazarını ve onun ürünlerini
böylece tanımış olacaklar.
Müfettişler Müfettişi
ile onun süreği olan
Üçkâğıtçı adlı roman, Orhan Kemal’in öbür yazınsal
ürünleri gibi “gerçekçi” romanlar olarak değerlendirilebilir.
Kaldı ki, Orhan Kemal adı “gerçekçilik” terimini doğrudan
çağrıştıran bir addır. Bununla birlikte, söz konusu romanların
ne tür bir “gerçekçilik” içinde değerlendirilmeleri gerektiği
üzerinde düşünülmelidir.
Orhan Kemal siyasal yanıyla “toplumcu”, anlatıcı yanıyla
“gerçekçi” bir yazardır. Ama bu iki özellik onun “toplumcu
gerçekçi” bir yazar olduğu anlamına her zaman gelmez. Toplumcu
gerçekçi yazın anlayışının belli bir ereği vardır, o da emekçi
sınıfının iktidara yürüyüşünü, vurgulu biçimde betimlemektir.
Oysa ne Müfettişler
Müfettişi ne de
Üçkâğıtçı romanlarında böyle bir yönlendirme yok.
Orhan Kemal, Ankara’da yaşamakta olan Fikret Otyam’a gönderdiği
16 Aralık 1964 günlü mektubunda Kemal Tahir’i ve Tahir
Alangu’yu anarken ‘Bilgin görünme,
bilginlere yol gösterme’ işini, bırakılması gereken bir
gülünçlük olarak değerlendirir (Fikret Otyam,
Arkadaşım Orhan Kemal,
Günizi Yayıncılık, 2005, ss.243,
244). Bu konuyu mektubunun başka bir yerinde şöyle
belirginleştirir: “Ne olursa olsun, roman bilime paraleldir.
Bilimin ışığında gider. Bilime ışık tutabilirse de, bizzat bilim
yapmaz, yapamaz.”
Bu iki roman, daha çok orta kesim ile alt orta kesimden kişileri
ve bireyler arasındaki ilişkileri, toplumsal yönelimleri nesnel
bir ışık altında sergilemektedir. Söz konusu sergilemeyi nesnel
kılan, roman kişilerinin karşılıklı konuşmaları, konuşmalardaki
ağız ve deyiş ayrımları, sözcük dağarcığı benzeşmeleri ve / ya
da ayrılmalarıdır.
TARİH-TOPLUM
Şimdi bu iki romana bu açılardan bakalım:
Söz konusu romanları her şeyden önce tarihsel-toplumsal tabana
oturtmakta yarar var. Çünkü özellikle Orhan Kemal romanları o
taban üzerinde yükselirler.
Çok da önemli olmamakla birlikte, iki romanda, belirtilen
tarihler arasında bir çelişme var. Birinci cildi oluşturan
Müfettişler Müfettişi’nde, duvar takviminin “Dokuz yüz elli yedi
yılının Ağustos on ikisini" gösterdiğinden söz edilmektedir.
Anlatıdaki bu tarihi onaylayacak bir gönderge başka bir sayfada
şöyle yer almaktadır: “956 model Şevrole
de anam avradım olsun, kız gibi!” Dolayısıyla burada tarihler
arasında bir tutarlılık var. Romanın Varlık Yayınlarınca 1966
yılında yapılan birinci basımında yer alan bu göndergelere
ilişkin tarihler (s. 175), Tekin Yayınlarınca 2002’de yapılan
sekizinci basımında (s, 134) ile romanın Everest Yayınlarınca
yapılan dokuzuncu basımında da (s.133) hiç değiştirilmeden yer
almaktadır.
Roman, tek ciltten oluşsaydı bir ölçüde sorun olmazdı. Bir
ölçüde diyoruz, çünkü siyasal yaşamın gerçeklerine ilişkin kimi
belirlemeler ve değerlendirmeler, söz konusu edilen tarihlerle
bağdaşmadığından, okur, olayları tarihsel ortama konumlamakta
hep ikircikli kalmaktadır.
Tarihleme konusunda sorun olduğu, ikinci ciltte, Üçkâğıtçı’da,
iyice ortaya çıkmaktadır. Üçkâğıtçı’da, anlatıdaki olayların
1949 yılında geçtiği anlaşılmakta; anlatı, romandaki adı Yeni
Parti olan Demokrat Partinin 1950 Mayısında seçimlerden
başarıyla çıkmasına dek sürmektedir. Kısacası, birinci ciltte
1957 değil de, 1949 denmiş olsaydı tarihleme açısından çelişki
olmayacaktı.
İki romanda anlatılan olaylar -büyük olasılıkla- en çok bir
yıllık bir süreyi kaplamaktadır. Ama ilginç olan, bu bir yıllık
sürede mevsim dönümleri hiç belli olmamakta, sürekli olarak bir
yaz ya da ilkyaz havası, değişmeyen tek mevsim olarak
belirmektedir. Bu, romanın ilkyaz ve yaz aylarında yazılmış
olmasından da kaynaklanıyor olabilir.
Müfettişler Müfettişi adlı romanın yazıldığına ilişkin ilk
haberlerden birini Orhan Kemal’in Fikret Otyam’a 26 Mayıs
1964’te yazdığı bir mektuptan öğreniyoruz: “Akbaba için yeni bir
mizah romanını yarıladım. Çok ama çok seveceksin. Hani kahkaha
ile uzun zaman lafını edeceğiz. Kelle kulağı ile ‘kalantor’ bir
sahtekar. (…) Büyük adam çalımı ile
kasaba esnafını soyan cinsten. Şaraphaneleri, lokantaları,
otelleri müfettişmiş gibi teftiş edip avanta sızdırıyor (…)” (F.
Otyam, a.g.y., s.225).
Mektupta adı geçen Akbaba dergisi o dönemin en önemli haftalık
gülmece dergisidir. Bu da romanın, yazarca da değinildiği gibi,
bir anlamda gülmece romanı olduğunun bir habercisidir. Kaldı
ki, romanı okurken algılanan asal yazınsal tat, gülmece tadıdır.
Orhan Kemal, gene Fikret Otyam’a gönderdiği 18 Ekim 1964 tarihli
mektupta, Müfettişler Müfettişi’nden söz ederken şunları
yazıyor: “Sizin Cumhuriyet’e [Cumhuriyet gazetesine] –bence-
nefis bir roman hazırladım. Değişik bir
konu. Sahte, kofti bir
beyefendinin Anadolu içinde, üçüncü sınıf bir vilayetteki ‘tahsilat
ve teftişleri’. Kahkahalarla güleceğini sanırım” (F. Otyam,
a.g.y., s. 228).
Cumhuriyet gazetesi Orhan Kemal’e umduğu gibi yüklü ve toptan
bir ödemede bulunmaz, yalnızca “küçük bir avans” verir. Bunu da
gene Otyam’a yazılmış 12 Ekim 1964 günlü mektuptan öğreniyoruz:
“Cumhuriyet’e ‘Müfettişler Müfettişi’ diye bir roman verdim.
Parasını tamamen alıp, borçlarımı ödeyip, üst yanının mühim bir
kısmını eve bırakıp, geri kalanını yanıma alıp Ankara yolunu
tutarım diye düşünmüştüm. Gelgelelim evdeki Pazar gene ve her
zaman olduğunca, çarşıya uymadı. Küçük bir avans verdiler” (F.
Otyam, a.g.y., s.230).
Müfettişler Müfettişi, yayınevleriyle ilgili birtakım kısa
serüvenlerden sonra Varlık Yayınlarınca basılır. F. Otyam’a
gönderilen 6 Nisan 1966 günlü mektuptan: “Benim için önemli
olan ‘Müfettişler Müfettişi’nin yayınlanması idi. Sağ olsun
Yaşar Nabi yayınladı.”
Orhan Kemal 10
Haziran 1966 günlü mektubundaysa şunları yazıyor: “Ben, yeni
roman tasarıları içindeyim. ‘Müfettişler Müfettişi’nin ikinci,
hatta üçüncü ciltlerini düşünüyorum” (s.280). Otyam’a 31 Aralık
1968 günlü mektuptan: “Müfettişler Müfettişi’ ile ‘Murtaza’nın
ikinci cildi kafamda kıpırdaşıp duruyor” (F. Otyam, a.g.y.,
s.361).
Müfettişler Müfettişi’nin ikinci cildi Cumhuriyet gazetesi için
yazılmaktadır. 19 Mart 1969 günlü mektup: “Şimdiye kadar
Cumhuriyet için hazırlamakta olduğum ‘Müfettişler Müfettişi’nin
yüz sayfaya yakınını yazmıştım. Hem de bir hafta içinde. (…)
Yazdıklarımı gözden geçirdim. Pek fazla düzeltme olmadı. (...)
Pazartesiye romanın yarısı biter sanıyorum. Öbür yarısı da
gelecek ay içinde, pek pek gelecek
ay içinde bitsin. Gazeteye teslim edeceğim" (F. Otyam, a.g.y.,
s.365).
3 Mart 1969
tarihli mektuptan romanın ikinci cildinin adının konduğunu
öğreniyoruz: “Roman ilerliyor. Yarıyı geçti. Çok memnunum. Adını
“Üç Kağıtçı” koyduk ikinci cildin.”
[Bir açıklama: Tekin Yayınları, romanın adındaki bu yazım
biçimini (Üç Kağıtçı ve Üç Kâğıtçı
olarak) yazarın yazımına uygun olarak korumuş. Epsilon
yayınları, Dil Derneği’nin Yazım Kılavuzuna bağlı kalarak
doğrusunu yazmış, Üçkâğıtçı demiş. Biz, yerine göre iki yazım
biçimini de kullandık. Ayrıca, sunduğumuz alıntılarda herhangi
bir değişiklik ya da düzeltme yapmadık.]
10 Haziran 1969 günlü mektuptan: “Üç
Kağıtçı’ya göz atıyor musun? Yavaş
yavaş politikaya giriyor herif [Herif: Romanın başkişisi
Kudret Yanardağ]. Burada, kulağıma
çalınanlara bakılırsa ilgi çok. Hele bir emekli general
mi, albay mı neden bahsettiler.. Adam
aynen şöyle demiş: ‘Bolşevik pezevenk
ama ne yapayım? Çok güzel yazıyor birader’ “ (F.Otyam, a.g.y.,
s. 371).
Bir anımsatma: Orhan Kemal ve iki arkadaşı, evlerine yapılan
baskında kimi ‘sol’ yayınlar ile satışa daha çıkarılmamış
kitaplar bulundurmaktan, sabah 06.20’de yakalanarak nezaret
altına alınmışlardır. 10 Mart 1966’da duruşma vardır. Yazar 141,
142'den [komünizm propagandası yapmaktan] “tevkif” edilmiştir.
Orhan Kemal “içerden” çıkınca Otyam’a yazdığı 15 Nisan 1966
günlü mektubunda, “eşin, dostun, ahbapların ve bilhassa ilerici,
Atatürkçü güçlerin desteği insanı moralman
sağlam tutuyor” diyor ve sonra şu bilgileri verip ekliyor:
“TMTF’den [Türkiye Milli Talebe
Federasyonu olmalı. EE.] bir teklif
geldi: Atanın Taksim’deki anıtında ORHAN KEMAL olarak nöbet
bekleyip beklemeyeceğim… Tereddütsüz kabul ettim. Ne demek o?
Elbette. Koca Atatürk o.. Türkleri
‘Millet’ olarak derleyip toparlayan büyük insani (…)” (F. Otyam,
a.g.y., 278).
Üç Kâğıtçı'ya yeniden dönersek:
Orhan Kemal, Otyam’a 29 Kasım 1969’da yazdığı mektupta ona “bir
adet ‘Üç Kağıtçı’ yolluyorum” der ve
kitabın eline geçip geçmediğini bildirmesini ister ondan. İçi
rahat etmez, bir kez de 17 Aralık 1969’da mektup yollar ve
Otyam’dan kitabın eline geçip geçmediğini kendisine bildirmesini
ister.
Orhan Kemal 5 Mayıs’ta Bulgaristan’a gidecektir. Gitmeden önce,
17 Nisan 1970 günlü mektubunda Fikret Otyam’a şunları da yazar:
“Sizin gazete için [Cumhuriyet gazetesi] “Üç
Kağıtçı’nın ardı da o dönemde
[Bulgaristan’dan dönünce, Eylülde] yazılacak. Olmazsa
Cumhuriyet’e Murtaza 2”yi veririz” (F. Otyam, a.g.y.,
s.397).
Ama bu gerçekleşmez. Çünkü yazar 2 Haziran 1970’de Sofya Tıp
Enstitüsünde 21.15’te ölür. Dolayısıyla Üç
Kağıtçı’nın ardı da gelmez.
ELEŞTİREL GERÇEKÇİLİK
Orhan Kemal’in gerçekçiliğini yeniden ele almak gerekirse, onun
gerçekçiliğinin “eleştirel gerçekçilik” anlayışına uygun
düştüğünü söyleyebiliriz. Bu gerçekçilik, anamalcı bir toplumsal
düzende yaşanan gündelik olayların, bireyler arası ilişkilerin
bir ölçüde yansız bir söylemle betimlenip aktarılması anlamına
gelir. Bu tanım, Orhan Kemal’in yazarlık anlayışının özeti
gibidir. Bu konuda Sovyet yazınbilimci
Svetlana Uturgauri’nin
değerlendirmesini de kendimize destek alabiliriz. 1963 yılında
Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi’nce yayımlanan Orhan
Kemal’e ilişkin doktora tezinde S.
Uturgauri Orhan Kemal’in gerçekçiliği üzerine şu
saptayımda bulunmuştur: "(...) Orhan Kemal’in eserlerinde
görülen eleştirici gerçekçilikle sosyalist gerçekçiliğin
kaynaşması metodu, çağdaş ilerici Türk edebiyatının dikkate
değer bir yanıdır” (F. Otyam, a.g.y. s.388).
Terim konusunda kanımız şudur: Orhan Kemal bu gerçekçiliği “aydınlık
gerçekçiliği” (F. Otyam, a.g.y. s.121) olarak
adlandırmak istemiştir. Bu alanda öykündüğü, kendisine örnek
aldığı yazar, Fransız yazar Stendhal (1783–1842) olmuştur.
Stendhal 18. yüzyılın aydınlanmacı, usçu yazar ve düşünürlerinin
izinden gider. Stendhal için “gerçekçi gözlem” büyük önem taşır.
Stendhal’in biçemi de nesneldir.
Stendhal şiirsel söylemden neredeyse tiksinir. Yazıdaki ülküsü,
yasaların dilinin soğukluğuna, kuruluğuna ulaşmaktır.
Orhan Kemal 2 Mayıs 1956 tarihli mektubunda şunları dile
getirmektedir: “Stendhal’in şu
sözüne hak vermiyor değilim: ‘En iyi roman üslubu, zabıt
katibinin yazdığı zabıtlardaki kuru
üsluptur!’ (…) Balzac’ta,
Dostoyevski’de başkalarında da bu çalakalem
hakim. Büyük eser, söyleyecek sözü çok olmak, ‘birtakım
cambazlıklara’ vakit bırakmıyor. Daha açıkçası, şekil
vıdıvıdıcılığıyla uğraşanlar,
sözleri olmayanlardır” (F. Otyam, a.g.y.,
58).
ORHAN KEMAL’İN TÜRKÇESİ
Orhan Kemal’i bir yandan gönendirirken bir yandan da açmazda
bırakan tek konu, dil konusudur. Orhan Kemal, gerçekçiliğin
-kendince- bir gereği olarak karşılıklı konuşmalara çokça yer
vermiştir. Anlatı kişilerinin iç konuşmalarını da gene o
kişilerin lehçe ve ağızlarıyla, konuşma biçimleriyle
yansıtmıştır.
Orhan Kemal’in roman kişilerinin çoğu, alt tabakadan
insanlardır. Öğrenimleri az, bilgileri kıttır. Bu kişiler
dillerini geliştirebilecek bireylerden olamayacakları için,
sözcük dağarcıkları olsun, tümceleri olsun, gelişen, özleşen,
yeni sözcüklerle varsıllaşan Türkçeyi yansıtmazlar.
Öte yandan, gündelik konuşma dilleri, kalıcı olmayan sözcükler,
basmakalıp deyişler ve deyimler içerir. Bir ya da birkaç kuşak
sonra bir bölümü pek de anlaşılmayacak olan bu sözceleri çok
kullanmak sakıncalıdır. Bu yazıda söz konusu ettiğimiz iki
romanda kullanılan şu sözcüklerin ve sözcelerin pek çoğunun
günümüz gençlerince anlaşılabileceği kanısında değiliz:
pîizlenmek, tırıllaşmak, cünhalı
düşmek, erbab-ı
mesalih, bililtizam, müşekkel, Vehbi’nin kerrakesi,
tavur zavur,
Alka [İlaç, tablet], bir dilim ekmek
olmak, kedinin boğazına ciğer asmak, ekini belli etmemek, kul
töbe beşir
edemez, birinin küfvü olmak, farz-ı
muhâl, fort atmak,
tatavacı, kayarto, yüzlemek, voliyi
vurmak, talâkat, piyastos etmek,
mürtekip, tırıl olmak, kaşkariko…
Gerçekte, Orhan Kemal de dilin eskiyebileceğinin bilincindedir.
Yazar, Otyam’a gönderdiği 4 Kasım 1958 günlü mektubunda,
Hanımın Çiftliği
adlı yapıtının Vukuat Var
adlı yapıtıyla birlikte tek cilt olarak yayımlanacağını
anlatarak dil konusuna şöyle değiniyor: “Dün Remzi
Kitabevi’nden ‘Hanımın Çiftliği’nin
müsveddelerini tekrardan aldım. (…) Dili de pek öyle eski
sayılmaz. (§) Üzerinden koca dört yıl geçtiği halde kitap,
gücünü bitirmemiş [“yitirmemiş” olacak. EE.]
(F. Otyam, a.g.y. s.129).
Ancak yukarıda değindiğimiz gibi, Orhan Kemal, roman kişilerinin
içyapılarını, tinsel evrenlerini yansıtabilmek için anlatı
kişilerini konuşturmak gerektiği kanısındadır: “Birbirimizi daha
çok konuşmalarımızdan tanır, ukala, serseri, deli, akıllı, vs
gibi hükümlere varırız”, diyen Orhan Kemal, “diyaloglarımla
kabuktan derinlere inmek, yani ruh tahlilleri yapmak istiyorum”
biçiminde ortaya koyar amacını (F. Otyam, a.g.y.,
s.110. Fikret Otyam’ın kitabındaki
bu açıklamalar, Dünya gazetesinin 1 Eylül 1953 günlü Sanat
Ekinden alıntılanmış).
Orhan
Kemal, bu kanıda olmakla birlikte, çeşitli nedenlerle Türkçesine
“önem vermek” gerektiğinin de bilincindedir. Kaldı ki, çeşitli
yerel ağızlar, gündelik konuşma dilinin geçici değişkeleri
yazarın en çok bu iki romanında yer tutmaktadır. Yazar, öbür
romanlarında bu konuda oldukça sakınımlı davranmış, özellikle de
12 Eylül yönetimince kapatılmış olan Atatürkçü Türk Dil
Kurumu’nun (TDK) tuttuğu dilsel ışığa yönelmiştir. TDK’nin
önerdiği, o yıllar için oldukça yeni sayılabilecek sözcükleri
(kanısında olmak, tanık, kerte, yadırgı,
vb) doğal bir yatkınlıkla kullanmasını bilmiştir.
Fikret Otyam’a
gönderdiği 20.10.1959 günlü mektubunda şunları söyler: “Hiç de
iddialı olmadığım şu Dil Kurumu dalgasında az kalsın
kazanacakmışım. Ne dersin? Bundan böyle roman ve
hikayelerimin diline çok itina
edeceğim. ‘Eskici ve Oğulları’, son yazdığım bu cinsten. Bir de
Yaşar Nabi’nin basacağı ‘Küçücük’. Onun da dili tertemizdir.
Vaktim olmadığı için ‘Vukuat Var’ın diline pek önem vermemiştim.
Ama vermek lazım” (F. Otyam, a.g.y.,
163).
F. Otyam’a 2.8.1959 günlü mektuptan: “Bundan böyle müsveddeyle,
dile çok önem vererek çalışmaya karar verdim, itin kurdun
kulakları çınlasın” (F. Otyam, a.g.y.,
s.154).
Türkçenin kullanımı bakımından söz konusu bu iki romanın Orhan
Kemal’in yapıtlar bütününde ayrı bir yeri olduğuna yukarda
değindik. Söz konusu bu iki romanda, geçimlerini Anadolu’da ve
İstanbul’da çeşitli dolandırıcılık işleriyle sağlayan insanlar
anlatılmaktadır. Kanımızca bu, biraz da dolandırıcılık ile dil
cambazlığı arasında doğru orantılı bir ilişki olmasındandır.
Yaradılışları düzgün, tutumları güvenilir, özgüvenleri yerinde
olan insanların çeşitli dil cambazlıklarına başvurmayacakları
açıktır. Söylemlerini çeşitli yöntemlerle (eski sözcükler ile
yabancı dillerden alınmış sözcükleri bolca kullanma)
bulanıklaştırıp örten konuşucuların “uyanık” dinleyicilerde
kuşku uyandırmaları boşuna değildir.
Orhan Kemal’in özellikle bu iki romanında dil kullanımındaki bu
özellikleri (eski sözcükler, ağızlar, vb) şu iki kümede ele
almak da iyi olur: “pittoresque” (pitoresk)
ile “burlesque” (bürlesk).
“Pittoresque
bir betik”, çeşitli ağız, diyalekt, jargon, argo, vb
dil katmanlarına ve dil düzeylerine ait sözcüklerin kullanıldığı
yazılar olarak da bilinir. Bu tür betiklerin de kendilerine özgü
sevimlilikleri ve renkleri vardır. Örneğin
Rabelais’nin (1494–1553) yapıtları,
Pantagruel
(1532),
Gargantua
(1534) “pittoresque” olmalarıyla da
özgünleşirler. [‘Pittore’,
İtalyancada ‘resim yapmak’ demektir.
Pittoresque, yazın terimi olarak, ‘yerel renk’ (giyim
kuşam, gelenek görenek, ağız, söz, vb) özelliklerin özgün
yanlarıyla verilmesi anlamına gelir.]
“Burlesque
bir betik”, bir tür güldürü betiğidir. Betiğe güldürü
özelliği veren, daha çok, betikte kullanılmış olan eski
sözcüklerdir. Burlesque, 17. yüzyıl
Batı Avrupasında parlamış bir yazın
yönelimidir. Bu yönelimi besleyen toplumsal sınıf, varsıllıkları
artmakta olan orta kenter sınıfıdır. Bu orta kenterler,
incelikleri iyice yapmacıklaşmış olan soylularla ve büyük
kenterle alay etmek için, onların dildeki yapmacıklıklarına (Préciosité)
[Bu konuya, “Ağza Alınmayan Sözcükler” başlıklı yazımızda
değinmiştik, TDD sayı 133.] karşılık, kaba bir gerçekçilik
anlayışını özümsemişlerdir. Alaylarındaki güldürüye, eski
sözcüklerin kullanımı da iğneleyici bir renk katmıştır.
Orhan Kemal’in söz konusu bu iki romanında “burlesque”,
göze çarpan bir özellik olarak okuru gülümsetir. Romanın
başkişisinin sözde bir “paşazade” olması, köklerinin sözümona
Osmanlı Sarayına dek uzanması, eski sözcüklerin ve deyiş
biçimlerinin kullanmasıyla örtüştürülmeye çalışılır. Bunun
yanında, resmi dile ilişkin sözceler ve tüze terimleri de “sade”
bir yaşam süren, eğitim düzeyi düşük toplumsal ortamlarda “burlesque”
etkisi yapar…
Yukarıda Orhan Kemal’in Türkçesine “çeşitli nedenlerle” önem
vermesi gerektiği bilincine erdiğini de belirtmiştik. Bu
nedenlerden biri, kendisine yöneltilen “dilsel eleştiri”
olmuştur. Orhan Kemal bu eleştirileri küçümseyip yok saymamış,
tersine, olgun bir tutumla onları değerlendirmeyi bilmiştir.
Bununla birlikte yaptığı savunmalar da yabana atılır gibi
değildir.
Orhan Kemal, dilini iki bakımdan savunur:
1.) “Uzun uzun ruh tahlilleri
yapmaya kalkışmaktansa, muhaverenin diyalektiği ile bu işi
başarmanın çok daha tabii olacağı kanaatindeyim” (F. Otyam,
a.g.y., s.110).
2.) “Öz dilini doğru dürüst konuşamayanlarla yurdumuz
dopdoluyken, bunlar da ezici çoğunluğu teşkil ederken,
tiplerinizi niçin, öz dilini doğru dürüst konuşan insanlardan
seçer, yahut tipler uydurursunuz?
(…) “(…) bütün hayatım Anadolu –sizin tabirinizle- yerli
ağızlarla konuşmaya mahkûm insanlar arasında geçti.”
(…) “(…) edebiyatımızın hikaye ve roman tarafı başlangıçtan
bugüne kadar, öz dillerini iyi konuşan azınlığın maceralarıyla
dolu” (F. Otyam, a.g.y., s.112).
ROMAN ÇİFTİNİN İZLEĞİ
Asım Bezirci’nin hazırladığı Orhan
Kemal adlı derleme yapıtta, Müfettişler Müfettişi ile Üçkâğıtçı
üzerine yapılmış değerlendirmeler bizi oldukça şaşırttı. Behçet
Necatigil’in 1979’da, Tahir
Alangu’nun 1967’de, Tarık Dursun
(K.)’nın 1966’da, Tevfik
Akdağ’ın 1966’da, Naci Çelik’in
1974’te, Mehmet Ergün’ün 1972’de, Salih Yurttaş’ın 1974’te
yayımlanmış değerlendirmelerinden kimi alıntılar, bu roman
çiftinin konusu ve izleği üzerine yer yer
pek de yerinde saptayımlarda bulunulmadığını göstermektedir.
Bunun nedeni, bu romanların anlamlarının romanların içinde
değil, dışında (dönemin toplumsal-siyasal baskın öğretisi,
romanları yeni öğrenilen yazınbilim terimlerine uyarlayarak
açıklama çabası, Anadolu insanına ilişkin -yanlış- bilgiler,
Gogol’un Müfettiş’i…)
aranmasıdır.
Oysa söz konusu romanlar, kendi konularını ve izleklerini
kendileri seslendirmektedirler.
Şöyle:
“[Anlatıcı]: Uydurma doktor, uydurma hakim,
uydurma subay olayları gazetelerde sık sık
okunur, gülünür, sonra da unutulurdu. Bu arada: ”-Vay namussuz
vay!” diyenlerin yanında, “-Ulan aşk olsun herife be, bravo!”
diyenler de olurdu” (Müfettişler Müfettişi, s. 394).
“[Romanların başkişisi]: Milletimizin, yani fakir
fıkaramızın inanıvermek huyu vardır”
(Üç Kâğıtçı, s.43).
“[Romanların başkişisi]: (…) bende bu palavra, onlarda da
palavraya kanma ihtiyacı olduktan sonra, onları daha
çoook aldatırım” (Üç Kâğıtçı,
s.215).
“[Romanların başkişisinin iç konuşması]: Dümenine bakacaktı o.
Gemisini nasıl yürütürse o türlü davranmalı şu ‘Fâni dünya’da”
(Üç Kâğıtçı, s.61).
“[Bir roman kişisinin ağzından]: Bu dünya dolap dünyası.
Dolabını döndür de nasıl döndürürsen döndür” (Müfettişler
Müfettişi, s.396).
Son alıntıda
geçen “dolap dünyası” deyimi, bize Fransız güldürü tiyatrosu
yazarlarından Le
Sage’ı (1668–1750) anımsattı. Onun
Turcaret
(1709) adlı yapıtında oyun kişilerinden Barones’in
çapkın sevgilisi Şövalye, çeşitli vurgunlarla varsıllaşmış eski
uşağı Turcaret’e şöyle der: “Bu
dünya dolap dünyası. Biz Barones süslüsünü yoluyoruz, Barones,
bir işadamını söğüşlüyor, işadamı başkalarını soyuyor. Bir taşın
suda sekmesi gibi…”
Orhan Kemal’in
daha ilk romanı Baba Evi’nde
(1949, s.34) gördüğümüz bir tekerleme bu roman çiftinde de sıkça
geçiyor: “Eşekten büyük at, attan büyük deve, deveden büyük fil
var.” Taşın suda sekmesi gibi…
Kısacası: Bu
roman çiftinin izleği, evrensel bir izlektir. Evrensel derken,
her çağda ve her yerde görülen olaylar, olgular, durumlar söz
konusu edilmektedir demek istiyoruz. Orhan Kemal’in roman
çiftinde bu izleği özgün kılan, evrensel olanın yerel renklerle
ve canlı anlatımla verilmiş olmasıdır.
Sonuç olarak:
Orhan Kemal’in yapıtlarını okumamışsak, dünyaya ve Türk
toplumuna ilişkin bilgilerimiz, kimi kez eksik bilgiler olarak
kalabilir. Dış görünüş aldatıcıdır da ondan.
KAYNAKLAR
Orhan Kemal, Müfettişler
Müfettişi – 1, İstanbul, Everest Yay. 9. Baskı: Şubat
2007, 305 s.
Orhan Kemal, Müfettişler
Müfettişi, İstanbul, Tekin Yayınevi, 2002, 303 s.
Orhan Kemal, Müfettişler
Müfettişi, İstanbul, Varlık Yay, 1966, 399 s.
Orhan Kemal, Üçkâğıtçı,
İstanbul, Epsilon Yay., 9. Baskı:
2005, 318 s.
Orhan Kemal, Üç
Kağıtçı, İstanbul, Tekin
Yayınevi, 1969, 414 s.
Otyam , F.,
Arkadaşım Orhan Kemal,
İstanbul, Günizi Yayıncılık, 2005.
Bezirci, A.,
Orhan Kemal,
İstanbul, Tekin Yayınevi, İkinci Basım: 1984.