Ana Sayfa

Cumhuriyet Kitap - Ertuğrul Efeoğlu - 10 Şubat 2011


Orhan Kemal'in babası anlatıyor

 



ERTUĞRUL EFEOĞLU

Orhan Kemal’in babası Abdülkadir Kemali Bey, günümüzden yüz yıl önce yaşanmaya başlanmış toplumsal, siyasal olaylar içinde yetişmiş bir kişidir. Onu, Orhan Kemal’in Baba Evi, Avare Yıllar, Cemile, Dünya Evi, Bir Filiz Vardı adlı romanlarında uzaktan tanırdık, pek de sevmezdik. Ya da hiç sevmezdik.

Romanlardaki baba, “kalın kaşlı, koca bıyıklı, iri gövdeli korku”dur (Dünya Evi, s.7). Baba Evi’ndeki baba: “Babam annemi saçlarından yakaladı, sofada sürüdü, sürüdü, sürüdü… Sonra çizmeleriyle tekmeledi, tekmeledi, ezdi ve avucunda kalan bir tutam saçı nefretle silkeledi. (§) Biz iki kardeş, uzun gecelik entarilerimiz içinde tiril tiril titreyerek birbirimize sokulmuş, ağlamaya olsun cesaret edemeyerek donmuş kalmıştık. (…) Dehşetli bir isyan hissiyle babama baktım… Fakat onun çatık, simsiyah kaşları… Babam bir dev kadar kocaman ve kuvvetliydi!” (s.26).   

Orhan Kemal’in romanlarında betimlediği o baba ile Abdülkadir Kemali Bey arasında dış görünüm bakımından özdeşlik olduğunu, torun Işık Öğütçü imzasıyla yayımlanan Orhan Kemal’in Babası Abdülkadir Kemali Bey’in Anıları [Kısaca Anılar] adlı kitaba eklenen çeşitli fotoğraflarda açıkça görüyoruz.

Abdülkadir Kemali Bey’in iri yarı bir insan olarak kalmayıp karşılaştığı kabalıklara ve haksızlıklara karşı aşırı güç kullandığını da kendisinden öğreniyoruz: “Fakat ben üzerinde yemekler olan masanın mermer taşını yerinden kaldırarak kanunsuzluk heykelinin [Trabzonlu bir bahriye inzibatı, EE] göğsüne yapıştırdım. Yerimden fırlayarak Laz uşağını lokantanın içerisine yatırdım. Lokantanın iki kapsında beklemekte olan zaptiye ve jandarmalar kapılardan içeriye girip üzerime saldırdılar. (…) karakolda masa üzerinde duran su dolu sürahiyi kaparak, küstah zaptiyenin kafasına çarpmak, bana doğal sonuç olarak göründü. Zaptiye başını eğdiği için sürahi duvara isabet etmiş parça parça olmuştu” (Anılar, ss. 87, 88).

Abdülkadir Kemali Bey yaradılışının bir özelliği olması gereken güce başvurma eğilimini, gerçekte babasından almış gibidir. Babasından söz ederken “Merhum çok döverdi. Çünkü aşırı sinirliydi” der (Anılar, s.5). Ama kendisi bunu siyasal tutumuna, siyasal partisine bağlamaktadır: “(…) benim gibi fırkacı olan sinirli bir adamdan (…)” (Anılar, s. 87). Burada fırkacılıktan anlaşılması gereken, İttihat ve Terakki örgütü üyesi olmaktır.

 

İTTİHATÇILIK

Dönemin yurtsever aydınlarının pek çoğunun büyük umutlar bağladığı İttihat ve Terakki örgütü, İttihad-i Osmani Cemiyeti adıyla 1889 yılında İstanbul’da beş askeri tıp öğrencisince kurulmuştur. 1889, Abdülkadir Kemali Beyin Osmaniye’ye bağlı Yarpuz’da doğduğu yıldır. Abdülkadir Kemali Bey İstanbul’a yükseköğrenim için geldiğinde, yıl 1904’tür ve başkentin siyasal yaşamı oldukça canlı ve çalkantılıdır. Abdülkadir Kemali Bey kendini işte böyle çalkantılı bir ortamda bulur.

İttihatçıların ortak kimi özelliklerini Abdülkadir Kemali Beyin kişiliğinde görmek olanaklıdır. Anımsatmak gerekirse, İttihatçıların çoğu Batı Avrupa’daki eğitim-öğretim anlayışını ve uygulamalarını örnek alan bir yükseköğrenimden geçmiş, genç kimselerdir. Ortak eğilimlerinden biri de Türkçülük yanlarının ağır basmasıdır. Örnek aldıkları toplumsal-tutumsal yapı da Batı Avrupa’nınkidir. Bu yapı, kenter sınıfı güçlendirip yaygınlaştırmak isteyen, özel girişime öncelik ve ağırlık veren bir tutumbilimi benimseyen bir toplumsal-siyasal düzenin kendisidir. Kısacası, anamalcı düzendir.

İttihatçılığa çok bel bağlamış olan Abdülkadir Kemali Bey de bu anlayıştadır. Ancak o da, pek çok benzeri gibi bu konuda düş kırıklığına uğramıştır.

Abdülkadir Kemali Bey İstanbul’da 1904 yılında Mekteb-i Hukuk sınavına girer, ama Hamidiye Yüksek Ticaret Mektebi’ne yazılmak zorunda kalır. Ancak daha sonra Hukuk Mektebi’ni bitirir. Daha Hukuk öğrencisiyken bir özel okulun müdür yardımcılığı görevini üstlenmiştir. Ardından, öğrenciliği sürerken, Adliye Nezareti’ne memur olarak girer (1909). 24 Temmuz 1908 günü Sabah gazetesinde “Kanunuesasi’nin Yeniden İlanı” başlığını okuyunca mutluluğundan “hüngür hüngür ağlamaya” başlar. Ağlamakta haklıdır. Çünkü “otuz küsur sene devam eden kızıl bir istibdat vatanı da milleti de yakıp” kavurmuştur (Anılar, s.27). Meşrutiyet ilan edilmiştir. Yani haksızlıklar son bulacak, başına buyruk yönetimler tarihe karışacak, eşitlik, bireysel özgürlükler yasaların koruması altına alınacaktır.

Anayasanın ilan edilmesiyle birlikte her şeyin düze çıkacağını inanmak da, İttihatçıların ortak saflığı içinde yer alır. Temiz yüreklilikten de ileri gelen bu saflığı kitap boyunca biraz da gülümseyerek izleriz. Öyle ki, Voltaire’in (1694–1778) Safoğlan’ını (1767) veya Candide ya da İyimserlik’ini (1759) okuyormuşuz gibi oluruz.

Voltaire’in Safoğlan adlı imgesel anlatı kişisi “Hüronya” ülkesindendir; yeni karşılaştığı bir çifte kendini şöyle tanıtır: “Adım Safoğlandır; İngiltere’de bu adı bana lâyık gördüler; çünkü her istediğimi yaptığım gibi düşündüğüm her şeyi açıkça söylerim” (Çev.: Fehmi Baldaş, Maarif Vekaleti Yay., 1943, s. 8). 

Safoğlan ne ise, Abdülkadir Kemali Bey de odur demek yanlış olmaz. Abdülkadir Bey de Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte “Hüronya” [Özgür Ülke] düşleri kurar, doğru bildiği her şeyi yapar, doğru bildiği her şeyi söyler. Ama bu yüzden de başına gelmedik kalmaz. Özgürlük, doğruluk, insan hakları, tüze saygısı.. ödün vermediği ilkelerdendir. Ona göre İttihatçılığın da asal nitelikleri bunlardır.

Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi, bu konuda Abdülkadir Kemali Bey hiç de yalnız değildir. En tepedeki İttihatçıdan en alt sıralardaki İttihatçılara değin, pek çok kişi genel olarak böyledir. Örneğin, bir kalabalık Maliye Nezareti’nin önüne toplanmış “Yaşasın Hürriyet! Yaşasın Adalet!” diye coşkuyla haykırırken, Maliye Nazırı Ziya Paşa aşağıya inmiş, bakanlığın önündeki kalabalığa şu duygulu konuşmayı yapmıştır: “Bundan sonra vatanımız bu Kanunuesasi sayesinde cennet gibi olacaktır. Hiçbir memur halka kötülük yapamayacaktır. Hür bir devletin, hür evlatları olarak yaşayacağız. Yaşasın Kanunuesasi, yaşasın millet!” (Anılar, s. 28).

Kısacası “Meşrutiyet” adının yarattığı düş, gerçek sanılmıştır.   

 

DÜŞ İLE GERÇEK

Düş ile gerçek çoğu kez birbirini tutmaz. Abdülkadir Kemali Bey de bu tutmazlığı her yerde, her konuda gözleriyle görmüş, birebir yaşamıştır. “Meşrutiyette de aynı hâlin [İstibdat dönemi karakollarındaki durum] devamından o kadar üzüldüm ki (…)” (Anılar, s.73), “Şu halde hürriyet idaresi de istibdat yönetimin aynısı olabilirmiş…” (Anılar, s. 75).

İşte o çok bel bağlanılan aldatıcı “Kanunuesasi” ile adı var kendi yok “Hürriyet”, Abdülkadir Beyin yaşamının dört buçuk yılını çeşitli nedenlerle damlarda geçirmesine neden olur. Abdülkadir Kemali Beyin yattığı ilk dam, Bekirağa Bölüğü’nün damıdır. Burası, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinin şimdiki avlusunda (Beyazıt) yer alan, siyasal tutukluların konulduğu bir askeri tutukevidir. Tarih 29 Ekim 1912’dir, Abdülkadir Kemali Bey 23 yaşındadır. Ama orada yalnız kalmayacaktır. Bütün koğuşlar kendisinden yaşça ve başça büyük olan kişilerle, dönemin ileri gelenleriyle dolacaktır. Daha sonraki yıllarda Zaptiye Nezareti’nde önemli bir göreve getirilecek olan gözlüklü Cemal Bey ilk gelenlerdendir, ardından Hacı Adil (Arda) Bey [1913’te dahiliye nazırı olacaktır], Üniversitede müdür olan Şevki Bey, Eğitim Nazırı Emrullah Efendi [Geceleri korkuyla uyanır koğuştaki yatağında], Şeyhülislam Hayri Efendi, Hallaçyan Efendi, Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey, Süleyman Nazif, Lazistan mebusu Ziya Molla, Sudi Bey, Doktor Abdullah Cevdet Bey [ünlü çevirmen, düşünür ve bilimadamı] ve öbürleri. Bu “görkemli” tutuklu topluluğu “içerde” de boş durmaz; dışarının canlı siyaset tartışmaları içeriye taşınmıştır.

Meşrutiyette Abdülkadir Kemali Beyin en sevdiği olgu, işte bu siyasi canlılıktır: “Meşrutiyetin zevkini işte biz böyle alıyorduk. İki muhalif partinin adamları [İttihatçılar ile İtilafçılar, EE] kendi düşüncelerini kahvehanelerde (…) açıkça savunuyor (…). Zaptiye, hükümet asla müdahale etmiyordu” (Anılar, s.95). “Meşrutiyette iki siyasi fırka taraftarları birbirleriyle kıraathane tartışma kurallarına uygun olarak en şiddetli fikir tartışmasında bulunuyordu. (…) Ben o günlerin anılarını özlemle anarım” (Anılar, s. 96).

Abdülkadir Kemali Bey bu çok sevdiği canlı siyaset alanlarından 10 Nisan 1913 günü ayrılmak zorunda kalır. Çünkü Anadolu’da ilk görev yeri olan Bitlis’in Siirt sancağına savcı olarak atanmıştır. Abdülkadir Kemali Beyin Bekirağa’dan koğuş ağabeyi olan Hacı Adil Bey, İçişleri Bakanı olmuştur. Hacı Adil Bey yola çıkmadan önce ona çeşitli öğütler verir. Ama en önemlisi şudur: “İlk ve son vazifen şudur: Ağaların halk ile hükümet arasındaki aracılığına son ver” (Anılar, s. 102).

Siirt’te onu bekleyen neredeyse gerçekdışı bir yaşamdır, bir düştür. Yoksulluk, şeyhlik düzeni.. ama bunun yanında iyiliksever, sevimli ve sevecen bir halk vardır orada. Halkın devlete bağlılığını orada yakından görür Abdülkadir Kemali Bey. Halkın istediği, hak ve adalettir. Siirtliler, Edirne’nin geri alınmasıyla [22.7.1913] birlikte damlara çıkıp bu utkuyu silah atarak coşkuyla kutlamış, Savcı Abdülkadir Kemali Bey bu olay karşısında hiçbir kovuşturmada bulunmayarak halkın sevgisini kazanmıştır: “Ve Siirt baştan başa, yaşasın adalet sesleriyle çalkalandı” (Anılar, ss. 116, 117).

Siirt’e mutasarrıf [kaymakam] olarak gelen Mustafa Abdülhalik Renda Bey (1881–1957) daha sonra TBMM Başkanlığı (1935–1946) yapacak olan değerli bir kişidir. Yeni kaymakam Renda, Abdülkadir Kemali Bey’e bir de selam getirir: “Hacı Adil Bey [İçişleri Bakanı, EE] gözlerinden öpüyor” (Anılar, s. 123). Renda, Abdülkadir Bey’in Siirt’teki düğününde de (1913) ona bir anlamda “babalık” yapar.

Abdülkadir Bey Aralık 1913’te Basra İli Savcısı olarak atanır. Oraya ancak 1914 Şubatında ulaşır. “Rahmetli Mithat Paşa”nın 1869’daki Bağdat valiliği sırasında gerçekleştirdiği güzel yatırımlarına karşın (Anılar, s. 150), o topraklar Osmanlı toprağı olmaktan çıkmıştır; “Osmanlı Devleti’nin bu diyarla ilgisinin olmadığı kanaati” kendisinde kısa sürede oluşur (Anılar, s. 147).   

Abdülkadir Kemali Beyi bu yılın sonlarında bu kez Bilecik’te görüyoruz. Ama artık o “cemiyetin teşkilatında” bir görevlidir ve böylece “Savcılıktan siyasetin girdabına” atılmış olmaktadır (Anılar, s.155). Söğüt’teyken bir haber alır: Devlet “genel seferberlik” ilan etmiştir [11 / 23 Kasım 1914]. Abdülkadir Kemali Bey İstanbul’a döner, asker olur ve kısa bir eğitimden sonra Çanakkale’de görevlendirilir (Şubat, Mart 1915). Bu sırada eşi ve çocukları Bilecik’tedir (Anılar, s.190). Abdülkadir Kemali Bey, Çanakkale’den sonra bir süre Bilecik’te kalır. Ardından Gazze Cephesine, Cemal Paşanın ordusuna gözetleme subayı olarak atanır. Buradaki askerlik görevi sona erince onu Batum’da görürüz. Batum’un kaymakamı, eski Siirt kaymakamı olan Mustafa Abdülhalik (Renda) Beydir. Abdülkadir Kemali Bey daha sonra Bilecik’e çocuklarının yanına döner, onları da alarak Adana’ya göçer. Ancak yaşam çok pahalıdır, oturulacak bir ev bulmakta güçlük çeker. Bunun üzerine bir kaymakamlık görevi ister İstanbul’dan. Önce Kafkasya’daki Acara Kaymakamlığına atanmışsa da, sonunda o zamanki adı Kirmasti olan Mustafakemalpaşa’ya (Bursa) kaymakam olarak gider.  

Düş ile gerçek birbirini izler gibi ya da birbirinin içine geçmiş gibidir: Abdülkadir Kemali Bey 1919 Nisanında bir kez daha Bekirağa Bölüğüne atılır. Kendisinin kabul etmediği bir sava göre, Bilecik’te sekiz Ermeni’nin öldürülmesi için buyruk vermiştir… Kısa süre sonra da ülkede işgal başlamıştır. Abdülkadir Kemali Bey Bekirağa Bölüğünde tutuklu olduğu sırada “Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adına ilk mührü kazdırtır. Bir de altı maddelik bir tüzük hazırlar: “Bu tüzüğün özeti şundan ibaretti: Vatanı yabancı işgalinden kurtarmak için gizli şekilde çalışacak olan Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, ya İstiklal ya Ölüm davasında vatanperver gençleri bu fikir etrafında toplamaya davet eder. Muvaffakiyet, azmimizi isteyen Allah’tandır” (Anılar, s. 269).

Abdülkadir Kemal’i Bey Pozantı İstiklal Mahkemesi Başkanlığı (1920), Ankara’da ilk Büyük Millet Meclisinde milletvekilliği, ardından Adana’da avukatlık yapmıştır (1923–1930). 24 Eylül 1930’da Ahali Partisinin kurmuş, Ahali adlı bir de yerel gazete çıkarmıştır. Parti 21 Aralık 1939’da kapatılmıştır. Kaldı ki, o sırada Abdülkadir Kemali Bey de Suriye’ye “geçmiş” (17 Aralık 1930) bulunmaktadır.

 

ÖZSAVUNMADA YETERSİZLİKLER

Abdülkadir Kemali Bey’in Suriye’ye geçişi Orhan Kemal’in Baba Evi’nde anlatılır: “(…) ben de herkes gibi öğrendim ki, ‘salimen öbür tarafa geçmiş!’ “ (s. 29). Sonra yoksulluk günleri. Adana’daki yakınların ilgisizliği: “Nesine lazımmış babamın siyaset? Her koyun kendi bacağından asılırmış. El için kendine zarar vereceğine, yakıp çubuğunu rahatına baksaymış” (Avare Yıllar, s. 54). “Çünkü onlar, babamın el için kendine zarar verişini bir nevi ahmaklık sayıyorlardı” (a.g.y., s. 56).

Abdülkadir Kemali Beyin ülkeden “kaçar” gibi çıkışı konusunda Menemen olaylarını (23 Aralık 1930) çağrıştıran, Serbest Fırkacı olmasına değinen, vb çeşitli suçlamalar var. Abdülkadir Kemali Beyin bu anılarında özsavunmasını gereğince yapabilmiş olduğu kanısında değiliz. Ancak yazılı anıların önemli bir bölümünün yitmiş olduğunu da biliyoruz.

Bununla birlikte söz konusu bu anılar kitabından anlaşıldığı kadarıyla, Abdülkadir Kemali Bey, aşırı genellemeler ve kesinlemeler yapan bir kişidir. Bu genellemeler, yukarıda andığımız Meşrutiyet’teki özgür siyasal tartışma ortamından özlemle söz edilirken bir yandan da Bekirağa Bölüğü’nün siyasal tutuklularla dolup taşmasında olduğu gibi, kimi kez birbirleriyle de çelişmektedir. Bir örnek : “(…) bahriyelilere mahsus çalımla karşıma dikilerek, ‘Kalk karakola!’ dedi” (Anılar, s. 86), “Bilgili, zeki ve bütün bahriyeliler gibi hamiyetli bir gençti” (Anılar, s. 215). Bir başka örnek: “Siyasetçilik asker için intihardan başka bir şey değildir” (Anılar s. 83), “23 Temmuz 1908 tarihinden beri her inkılabın içinde askerin de dahil olmasıdır” (Anılar, s. 85).

Abdülkadir Kemali Bey’in askerliği sırasında tanıdığı birtakım açgözlü subayların soygunculuğunu nerdeyse bütün subaylara yayabilme eğiliminde olduğuna biz de Anıları’nda tanık olduk. Abdülkadir Kemali Beydeki bu eğilim, “eşkıyalığın” başka yerde değil, kesinlikle devletin içinde olduğu saplantısına ulaşmış gibi görünmektedir.

Abdülkadir Kemali Beyin anılarında, okurda güvensizlik uyandıran yerler yok değil. Örneğin Mustafakemalpaşa kaymakamı olduğu sırada İstanbul’dan gelen bir buyruğu hâlâ anlayamadığını söylemektedir: “Jandarma genel kumandanlığından gelen emre göre bütün jandarmaların terhisi gerekiyordu. Bu emrin nedeninin hâlâ kavrayamamaktayım” (Anılar, s.260). Oysa kavranılmayacak bir şey yok. 30 Ekim 1918 Mondros Bırakışması uyarınca, az sayıda kolluk gücü dışında, Osmanlı ordusu terhis edilecektir. Abdülkadir Kemali Beyin Mondros Bırakışmasından hiç söz etmeyişini de bizim anlayamadığımızı belirtmeliyiz.

1932, 1933 yıllarında Kudüs’te kaleme alınmış olan bu anılarla, yüz yıl öncesine dönüp o günlerin çeşitli yaşantılarına yakından tanık olma olanağına erişince, “Değişen bir şey yok!” demekten ne yazık ki kendimizi alamadık.  

    

 

 

Işık Öğütçü [Haz.], Orhan Kemal’in Babası Abdülkadir Kemali Bey’in Anıları, İstanbul, Everest Yayınları, İkinci Basım: Nisan 2009, 308 sayfa.

 


[email protected]