Orhan Kemal'in '72. Koğuş'u, koşulların da
dayatmasıyla 'insan' olmaktan uzaklaşan bir kitleyi çarpıcı
gözlemlerle yansıtıyor. Bu eserden beyazperdeye aktarılan film ise,
sıradan bir uyarlama olmanın ötesine geçemiyor
Orhan
Kemal ya da gerçek adıyla Mehmet Raşit Öğütçü, edebiyatımızın
‘gerçekçi’ damarının en önemli temsilcilerinden biridir kuşkusuz.
Nâzım Hikmet’le Bursa Cezaevi’ndeki kader ortaklığının ardından
edebiyata kanalize olan ve ‘yitik’ yaşamlara uzattığı aynayla kendi
biçemini ortaya çıkarma becerisini gösteren yazar, Türkiye’nin (aynı
zamanda devletin) yaşadığı (yaşattığı) ‘çözülme’yi ilk elden
yansıtmasıyla benzersiz bir ‘saptayıcı’ olmayı da başarır
eserlerinde. Temelde hikâye ve romanlarıyla öne çıksa da, oyun
yazarlığıyla da dikkat çeker Orhan Kemal.
Daha sonra oyunlaştırdığı uzun hikâye formundaki 1954 tarihli
başyapıtı ‘72. Koğuş’, Orhan Kemal’in bir ‘gözlemci’ olarak
gösterdiği yetkinliğin en önemli yansımalarından biridir.
Türkiye’nin hem politik hem de toplumsal olarak zor bir dönemden
geçtiği 2. Dünya Savaşı yıllarında bir cezaevini mekan edinen bu
hikâye, cezaevinin ‘çulsuzlar’ının bir araya geldiği 72. koğuşta
yaşanan sağlam bir trajediyi ameliyat masasına yatırır. Bütün
olumsuz koşullara rağmen koğuşun ‘adam’ gibi kalabilen tek mahkûmu
olan Ahmet Kaptan’ın beklenmedik bir çıkışla başlayıp sürekli dibe
doğru sürüklenen serüvenini takip ederiz. Annesinden gelen 150
lirayla ‘ağa’ statüsüne taşınan bu karakter, kendisinden ziyade
çevresindekileri mutlu etmeye çalışır, koğuştaki diğer mahkûmların
ihtiyaçlarını giderir. Kadınlar koğuşundaki güzel Fatma’ya duyduğu
platonik aşksa, çevresindekiler tarafından acımasızca sömürülür ve
onu deliliğin sınırlarına kadar götürür...
Orhan Kemal, ’72. Koğuş’ta insanoğlunun koşullara karşı direnme
iradesi gösterememesini öne çıkarır daha çok. Başkahramanımız Ahmet
Kaptan, insanlığından hiçbir şey kaybetmese de, cezaevindeki
gardiyanından mahkûmuna herkesin kaçınılmaz bir karakter
deformasyonuna girmesidir Orhan Kemal’in asıl ilgilendiği. Yazarın
‘âdemoğulları’ dediği sefaleti yoğun biçimde yaşayan 72. koğuş
mahkûmlarının, parası olan ‘beyler’le aralarında oluşan sınıfsal
uçuruma da dikkat çeken metin, Türkiye’nin o dönemlerdeki toplumsal
çöküşünü cezaevine taşır bir bakıma. Eşitsizliğin, adaletsizliğin
hüküm sürdüğü Türkiye’nin aynasıdır adeta bu cezaevi.
Toplumsal yozlaşmayı hâkim olgu olarak metnine taşısa da, bu
yozlaşmanın sonucu olarak ortaya çıkan bireysel bir trajediyi de
yamacımıza taşır Orhan Kemal, Ahmet Kaptan’ın trajedisini. Olaylara
‘pembe gerçekçi’ bir çerçeveden yaklaşan ve naifliğiyle öne çıkan bu
karakter, olanca kirlenmişliğin ortasında ‘insan’ olduğunu
unutmamaya çalışır, son ana kadar. Çevresindeki herkesin menipülatif
hamleler yapması, onun insanlığından bir şey götürmez ama ruhsal
dengesi giderek bozulur. Kendisi gibi olmayanı ‘tükürür’ toplum, her
zaman olduğu gibi... Yazar, bir Hitit heykeli gibi ‘çirkin’ diye
tanımladığı Ahmet Kaptan’ın ruhundaki güzelliğin diğerlerini
değiştirmesinin mümkün olmadığını gösterir hikâye boyunca. Ulufe
dağıtıldıkça “Ağam, beyim!” diyen toplumun, ulufe kesildiğinde
yeniden dişlerini göstereceğini ve onun ‘gerçek yüzü’nün bu olduğunu
vurgulamasıysa bu metnin en çarpıcı saptamasıdır. ’72. Koğuş’un
bugün bile etkisini sürdürmesinin müsebbibi de budur bizce. Dönem
değişse de insanoğlunun karakter zaafları değişmiyor ne yazık ki,
yöneticilerin bu zaafları manipüle etme istekleri de...
1987’de de uyarlanmıştı
Geçen yıl kaybettiğimiz Erdoğan Tokatlı’nın 1987’de yaptığı Kadir
İnanır’lı uyarlamanın ardından yeniden beyazperdeye taşınan Orhan
Kemal’in hikâyesi, bu kez senaryo satırındaki Ayfer Tunç imzasıyla
dikkat çekiyor daha çok. Genç kuşağın gözde yazarlarından Tunç’un
kalemiyle eserin daha da ‘değerli’ olabileceğini hissediyorsunuz
önce. Ama sonucu görünce, 2011 yapımı filmin 1987 yapımı adaşından
oldukça geride kaldığını görüyor ve kaçan fırsata üzülüyorsunuz.
Bu filmin yaklaşımının Orhan Kemal’in eserinde ‘baskın’ unsur olarak
öne çıkmayan ‘aşk’a daha yakın durması ve buna paralel olarak gene
yazarın hikâyesinde kısa bir bölüm olarak verilen ‘kadınlar
koğuşu’nu öne çıkarması, doğal olarak meselenin özünden
uzaklaşılması sonucunu doğuruyor. Hülya Avşar isminin ağırlığından
olduğunu düşündüğümüz, Fatma karakterinin yoğun biçimde varlığını
hissettirmesi de bu yaklaşımın bir sonucu kimliğiyle önümüze
geliyor. Kitapta ‘fettan’ bir mahkûm olarak çizilen ve bir yan
unsura dönüşen Fatma, filmde Ahmet Kaptan kadar ağırlıklı bir rol
üstleniyor ve ona da ekstra bir ‘değer’ atfediliyor. Oysa Orhan
Kemal’in eserindeki toplumsal yozlaşmanın ipuçlarını bulmak
istiyoruz filmde, ama bunu sadece ‘şekilci’ bazı sahnelerle vermeye
çalışıyor yönetmen Murat Saraçoğlu. 72. koğuş mahkûmlarının bir
tavuk kemiği için birbirlerini ezmelerini göstererek Orhan Kemal’in
etkisine ulaşabileceğini düşünen yönetmen, hikâyenin ‘katı gerçekçi’
tonundan uzaklaşarak bir tür ‘komik unsur’ ortaya koyuyor bu
yaklaşımıyla. Elindeki yoğun malzemeyi heba etmenin sınırlarında
dolaşmasına rağmen, uyarladığı metnin gücünden kaynaklanan avantajı
cebinde tutmayı başarmasıysa “Bu kadarına da razı olmak gerek
galiba!” dedirtiyor bize.
Filmi izlerken, Orhan Kemal’in vurgulamaya çalıştığı
yönetilen/yöneten paradoksunu ve bunun getirdiği insanlık
zaafiyetini görmeyi bekliyoruz. Dediğimiz gibi, tüm bu sorunsalı
şeklen gösterse de, kitaptaki ‘hissettirme’ becerisi yok filmde.
Ahmet Kaptan’ın yalnızlığı ve çaresizliğinin yerini her şeyi ‘yüksek
sesle’ dile getirme telaşı alıyor, nihayetinde de ortaya kakofonik
bir durum çıkıyor. Neresinden tutulacağına tam karar verilememiş
hikâyeye ‘yıpratıcı’ fazlalıklar yüklenirken, olması gerekenler geri
plana atılıyor ve Orhan Kemal’den soyutlanan bir sonuca ulaşılıyor.
Hikâyenin dönemine dokunulmamış olmasına rağmen, buradan
kaynaklanabilecek avantajdan yararlanılmıyor, aksine ‘dönemler üstü’
metni dar bir zaman dilimine sıkıştırıyor film. Çoklukla klişeler
üzerinden yürümesiyse filmin temel handikaplarından biri olarak
kendini gösteriyor; karakterlerin eylemlerine ‘aynılık’ duygusuyla
yaklaşıyor, umut kırıntısının olmadığı Orhan Kemal’in metnine bir
bebek vasıtasıyla umut aşılamaya kalkıyor, kötücüllüğü değişmez bir
kişilik belirtisi olarak sergiliyor... Tüm bunlar, kitaptaki
‘koşullarla belirlenen ışıksızlık’ duygusunu zedeliyor sonuç olarak,
cezaevinden çıkıp yaşananlara daha yukarıdan bakmamızı engelliyor.
Dört duvar arasına sıkışan film, Türkiye’nin gerçeklerine doğru
yelken açmamızın önünü kesiyor, fazlasıyla ‘içe dönük’ bir etki
yaratıyor en nihayetinde.
Not: ’72. Koğuş’u bugünden itibaren sinemalarda izlemeniz mümkün.
72. KOĞUŞ
Orhan Kemal
Everest Yayınları
2011 (22. baskı)
98 sayfa
9 TL. |