Halkın
yaşayışını, acısını, nefretini, sevgisini yine halkın diliyle ve
kendine has sade üslubu ile anlatan, Türk Edebiyatı’nda önemli bir
yere sahip olan yazar Orhan Kemal’i, Cihangir’deki Orhan Kemal
Müzesi’nde, oğlu Işık Öğütçü’den dinledim.
Sevâl Günbal: Orhan Kemal’in bu kadar sade yazmasının sırrı
nedir sizce?
Işık Öğütçü: Çok iyi bir gözlemciydi babam. Cebinde bir not
defteri muhakkak vardı. Gözlemlerini kısa kısa notlar halinde yazar,
sonra onları birer öyküye ya da romana dönüştürürdü. İnsanı tanıması
mükemmel bir faktördür. En iyi roman üslubu, zabıt katibinin yazdığı
zabıtlardaki kuru üsluptur, çünkü anlatılmak istenen doğrudan
anlatılır. Yoksa olayın özü, asıl anlatmak istediğinin özü kaçar.
Attila İlhan, bir konuşmasında yazarın ismini vermeden ‘Orhan Kemal
bir yaprağı bir ağacın dalından on beş sayfada yere düşürmez,’
demiştir. Bu yazarımız bundan alınmış olacak ki ‘ben öyle bir şey
yapmıyorum,’ diye konuşmuş. Özetle bir cümlede koca bir dünya
yaratabiliyorsanız beş yüz sayfaya ne gerek var; ama bazılarının
söyleyecek sözü yoksa beş yüz sayfa yazsa da nafile bir çabadır.
S. Günbal: Babanızın adını çok güzel bir şekilde
yaşattığınızı biliyorum. Şu an bir projeniz var mı?
I. Öğütçü: Babamın 1960 yılında ‘Son Saat’ isimli gazetede
tefrika edilen kendisinin de unuttuğu, yayımlanmamış bir romanını
buldum. İsmi ‘Yüz Karası.’ 1 Temmuz 1960’da başlamış ve altmış gün
boyunca yayımlanmış. Yüz sayfalık bir kitap. O kadar küçük bir
kitapta canlı bir yaşama tanıklık ediyorsunuz. En son bu roman için
bir önsöz yazdım ‘Kayıp romanın izinde’ başlığıyla. Mektuplarını
düzenleyip, yayımlamak istiyorum. Zamanla Orhan Kemal’e dair
bulduğum her dokümanı paylaşacağım.
S. Günbal: Nasıl ulaştınız peki bu romana?
I. Öğütçü: Babamın röportajlarıyla ilgili bir
çalışma yapıyorum aynı zamanda. Çünkü bir yazarın röportajları demek
onun edebiyat ve tüm bir yaşam üzerine görüşleri demek. Bu yazıları
incelerken röportajı yapan gazeteci soruyor, ‘Orhan Bey kitabınızın
konusunu anlatır mısınız’. Babam da anlatıyor. Okuduğumda hiçbir
kitabının konusuna benzemiyordu. Evde arşivde kayıt da yoktu. Milli
Kütüphane, Beyazıt Kütüphanesi’ndeki arkadaşlara bulmalarını rica
ettim. Bir süre sonra tefrikanın kopyası ellerimdeydi. Bizlere çok
büyük hediye oldu. Elli bir yıl sonra Orhan Kemal’in yeni yazılmış
bir kitabı gibi karşımda duruyordu.
S. Günbal: Dediğiniz gibi Orhan Kemal okurları için yeni bir
kitap olacak bu.
I. Öğütçü: Evet, şu ana kadar Everest Yayınları’nda
yayımlanmış elli bir kitabı bulunuyor. Bunun dördü çocuk kitabı,
biri de resimli ‘Kötü Yol,’ iki tane de İngilizceye çevrilmiş eseri
var. Bu romanla birlikte elli iki kitap olacak.
S. Günbal: ‘Orhan Kemal Roman Armağanı’ devam ediyor
sanıyorum. Gönderilen eserler nasıl?
I. Öğütçü: Orhan Kemal Roman Armağanı 1972’den beri
veriliyor. Bu yıl kırk eser katıldı. Yedi kişilik bir jüri bunları
inceleyip, karar verecek.
S. Günbal: Peki Işık Öğütçü neler yapar.
Biraz da onun dünyasını tanıyabilir miyiz?
I. Öğütçü: 1957’de İstanbul’da doğdum. İlkokulu üç yerde
okudum. Ortaokul ve lise derken üniversite mücadelesi başladı. Ancak
üçüncü girişimde üniversiteyi kazanabildim. Kazandığımı öğrendiğimde
bayılacaktım. Şöyle ki arkadaşlarla sınav sonuçlarımızı
karşılaştırırdık, benimkiler hep yanlış çıkardı. Üçüncü hakkımda
sonuç kâğıdında şu yazıyordu: İstanbul Teknik Üniversitesi, Kimya
Fakültesi, Kimya Mühendisliği Bölümü. Uzun ve kalabalık bir yazıydı.
Önceki girişlerimde kâğıtta tek kelime yazardı: Kazanamadı. Üç
yıldır üniversiteye giremiyordum. Sanıyorum bilgisayarda halime
acımış olacak ki, “Şunu bir yere yerleştireyim de artık kurtulayım”
diye düşünmüş ve beni 1977 de üniversiteli yapmıştı.
S. Günbal: Sizin durumunuz daha iyi. Beni beş yılda tanıdı.
I. Öğütçü: (Gülüyor) Tabii bu insanların çalışkanlıkları ya
da tembellikleri ile alakalı bir durum değil. Şartlar bunu
gerektiriyor. Nihayet üniversiteye girdim. 12 Eylül 1980’i
üniversitede yaşadım. Bir sabah uyandım, sınava gitmek için
hazırlanıyordum, radyoyu açtım, marşlar ve kahramanlık türküleri
çalınıyordu. Galiba Hasan Mutlucan’dı. Hasan Mutlucan söylerse bir
şeyler olduğunu anlardık. Televizyonu açtık. Genelkurmay Başkanının
bildirisini dinledik. 12 Eylül askeri darbesi olmuştu. Zaten olaylı
yıllardan dolayı bir yıl kaybetmiştim. Bizden sonra üniversiteye
giren 78 girişlilerle birlikte 1982’de mezun olduk. Bundan dolayı
mezun olduğum yıl tüm Mühendislik Fakülteleri’nden iki kat mühendis
çıktı. Okulu bitirince kimyasal madde ticareti yapan bir arkadaşımın
yanında işe girdim. Sonra kendi işimi yapmaya başladım.
Anlayacağınız ailenin ilk kapitalisti oldum. 2000 yılında Orhan
Kemal Müzesi’ni açtım. Hayatım ondan sonra değişti. Ziyaretçiler
ilgilerini eksik etmiyor. Basın da öyle. Yeni bir etkinlikte burayı
konu ediyorlar. Türkiye’nin her yerine gidip Orhan Kemal’i
anlatıyorum.
‘Daktilonun Üzerinde Parmaklarım Rüzgârlaşıyor’
S. Günbal: Çocukluğunuzda babanıza dair aklınızda kalan en
canlı olay hangisidir?
I. Öğütçü: Çocuklar yeni konuşmaya başladıklarında bazı
harfleri yuvarlarlar. Bana devamlı ‘baban ne iş yapıyor’ diye
sorarlardı. ‘Babam dıgıdık yapıyor,’ derdim. Babamın daktilosunun
sesi, dörtnala giden atların sesi gibiydi. Çocuklukta edindiğiniz
izlenim her zaman karşınıza çıkar. Hep hatırlarsınız. Ben bunu yirmi
yıl önce de hatırlıyordum. Babam gerçekten çok süratli yazardı.
‘Daktilonun üzerinde parmaklarım rüzgârlaşıyor,’ derdi. Yaşar Kemal,
‘Ben Orhan Kemal’e çok yakındım. Fakat bu kadar romanı ne zaman
yazdı, nasıl yazdı bir bunu soramadım,’ der durur.
S. Günbal: ‘Cemile’ romanında hikâyesi anlatılan anneniz,
‘72. Koğuş’ ta Nâzım Hikmet’le cezaevi günleri, ‘Bereketli Topraklar
Üzerinde’ romanında Adana’daki pamuk işçilerinin hikâyesi… Her
hikâyesinde hayatın içinden çok ince gözlemler var. Birebir şahit
olduğu, yaşadığı, hissettiği anılar.
I. Öğütçü: Cemile; annem. Gurbet Kuşları, Murtaza, Eskici ve
Oğulları, Avare Yıllar… Bu romanların hepsinde dışarıda
karşılaşabileceğiniz insanlar var. Hayatın içinden karakterler hepsi
de. Orhan Kemal insan canlısı, sevecen biriydi. Kahveye gider, bir
masaya oturur. Biraz sonra onu görenler taburesini kapıp onun olduğu
masaya gelirlerdi. Ve masadan kahkahalar yükselirdi. İnsanlarla
arasına mesafe koyan biri değildi. Çok samimi ve halktan birisiydi.
Kibirli değildi. Bizim bu sokakta kâğıt toplayan bir arkadaş var.
Bir gün buraya geldi. ‘Dizideki Teneke Mahallesi beni anlatıyor. Bu
bizim hayatımız,’ dedi. Ben o kitapların her birini en az on kez
okudum. Bir eleştirmenin kitapta gördüğünün daha fazlasını ben
görmekteyim. Her yapıtında kendisinden çizgiler buldum. Gözlemciliği
zaten ortada. Gözlemci olmasa bile o duygusu ve düşüncesi öyle bir
yansıyor ki esere, siz onu okuduğunuz zaman o duyguyu
yakalayabiliyorsunuz. İnişleri çıkışları, ağlaması gülmesiyle
yaşayabiliyorsunuz. Çizdiği karakterlerin, anlattığı öykülerin
çoğuna hayatınızın bir safhasında ya da gazetenin bir köşesinde
okuyarak tanık oluyorsunuz.
S. Günbal: ‘Hanımın Çiftliği’ romanı dizi şeklinde
televizyonda yayınlanmaya başladı. Bu anlamda romanın
senaryolaştırılmasına bir katkınız oldu mu?
I. Öğütçü: Dizinin ilk iki bölümünün senaryosunu okudum ve
senaristler diğer bölümlerde konuyu geliştirdi. Benden yardım
istemediler. Onun için onlarla bir irtibatım olmadı. Olsaydı aklımda
olanları elbette söylerdim. Roman, dizi ayrı bir dünya. Tabii ki
bunlar farklı alanlar. Dizinin geliştirilip derinleştirilmesi gerek.
Bugün Orhan Kemal üzerine herkes konuşabilir; ama onu çok daha iyi
anlayabilmek için en azından beş tane kitabını birkaç kere okumak
lâzım. Çünkü insan okurken pek çok şeyi atlıyor. Sonra
tekrarladığınız okumalarda ‘ben bunu niye görmedim,’
diyebiliyorsunuz. Ben kitaplardan aldığım notlarla tam iki dosya
tuttum. Orhan Kemal’i romancı olarak kabul ederseniz, romancı gibi
okursunuz. Bir sosyolog olarak görürseniz sosyolog olarak okursunuz.
Bu kadar geniş panoramik bir görüntü ve düşünce sunuyor. O,
toplumdaki aksaklıkları görür, daha iyi bir yaşamı düşünür ve onun
için yazardı. O ateş içinde durarak, gereğinde yanarak toplumu
aydınlatmayı zenginliğe tercih etti. Toplumun refahını istediği için
ödetilen bedelden hiçbir zaman şikâyetçi olmadı. İçindeki insan
sevgisi ve umudu ile yazdı. ‘Sessizlerin Sesi’ oldu.
S. Günbal: Sohbetiniz ve bu röportajı kabul ettiğiniz için
teşekkür ederim.
I. Öğütçü: Ben teşekkür ederim.
|