GEÇEN ay İzmir'deki sahaftan aldığım kitapları ara ara okuyorum. Dün
Etem İzzet Benice'nin "Gözyaşları" romanını elime almıştım, bitirene
kadar bırakamadım. Peşinden Aka Gündüz'ün "Üveyana" romanını
bitiriverdim.
İlk yayımlandığı yıllarda okuduğum, ancak kitaplığımda bulunmayan,
rahmetli Ayhan Yetkiner'in "Konuşan Kalemler" (Saygı Yayınevi,
1969)'ine sahafta rastlamam beni çok sevindirmişti. Okumayı sonlara
bırakmıştım onu. Bugün elime alıp, gazetecilerin-yazarların meslek
yaşamları boyunca başlarından geçen en enterasan olayları seçerek
okurken, Orhan Kemal'in ünlü "72'nci Koğuş" eserini yazma ve
yayımlatma macerası içimi sızlattı.
65 haftadır reytinglere rekorlar kırdırarak seyrettiğiniz "Hanımın
Çiftliği"nin yazarının acılı ve yoksul yıllarından bir kesiti
sunayım istedim sizlere. 2 Haziran 1970'te kaybettiğimiz, iyi yazar
Orhan Kemal'in, rahmetli Ayhan Yetkiner Ağabey'e anlattığı "72'nci
Koğuş"un yazılış serüveni şöyle:
"1953-54'ün kışı. Vakit gece. Dışarıda sulusepken, kendini Haliç
Fenerinin ahşap evleriyle ıssız sokaklarına kaldırıp kaldırıp
vuruyor. Tükürseniz donacak bir soğuk hâkim dünyaya. Karımla
çocuklarım her zamanki örtülerinin üzerine evde ne kadar battaniye,
hatta kilim varsa almış, birbirlerine sokularak çoktan uykuya
geçmişler. Bense uyanığım. Yalnız o gece değil, günlerden,
haftalardan beri uyku tutmuyor. Ufacık ufacık, iç içe iki odada
oturuyoruz. Aylık kira kırk lira. Evet sadece kırk lira ama ay
başlarında düzenli bir şekilde ödeyemiyorum. İki aylık birikmiş,
üçüncü aydan da almışız. Buna evin kaynaması gereken tenceresini,
ekmeğini ekleyin, çocukların ayakkabılarıyla kışlık giysilerini
ekleyin. Nerdeee?
Evin reisiyim ama cepte dolmuş, otobüs, tramvay parası yok. Soba,
odun-kömür hak getire.'Ne halt edeceğim? Bu işlerin üstesinden nasıl
geleceğim? Çoluğu çocuğu bu kıştan dondurmadan nasıl çıkaracağım
bahara, yaza?" diye kara kara düşünüyorum.
Adana dan İstanbul'a gelişime bin pişmanım ama, kalsaydım ne
olacaktı? Veremle Savaş Derneği, Bağ ve Bahçeciler Derneği, o
zamanki adıyla Etibba Odasının yazı, tahsilat işlerini görmekten
elime geçen iki yüz liracığı bile Demokratlar (1950'de iktidara
gelen Demokrat Parti iktidarı yöneticilerini kastediyor.E.K) çok
görerek, ilk iş beni işimden çıkarmışlardı.
Elim kalem tutuyordu, çaresiz büyük şehre göçecektim. Göçmek
zorundaydım. Göçmüştüm. Şimdi de kara kara düşünüyordum işte. Bir
ara, kendimi sigorta ettirip bir hususinin altına atmak, bu suretle
sigortadan alınması mümkün parayı çocuklarıma bırakmak gibi çılgınca
fikirler de kafamda ciddi ciddi yer etmedi değil ama, can tatlı.
Yapamadım. Geldi geçti. Tek çıkar yol, büyük şehre tutunmak. Bunun
için de savaşmak gerekti.
Mangal, soba yok o sıra evde ya, ne keder? Eski gaz ocağına yarım
kilo mu, bir kilo mu gazyağı doldurtmuşum. Geçiyorum iç odaya. İç
oda büsbütün soğuk, buz dolabı adeta. Yakıyorum ocağımı.Avuçlarıma
hohlayarak başlıyorum. Neye? Günlerdir kafamda dönüp dolaşan 72'nci
Koğuş hikayesine. Yazı makinem falan yok, ama eski harflerim var.
Hızlı yazıyorum bu harflerle. Kendimi işe bir kaptırdığımı
hatırlıyorum. Bir de kendime geliyorum ki sabah olmuş. Hikaye de
bitmiş. Attığım taş istediğim kuşu vurmuştur. Kara, fırtınaya,
soğuğa karşılık ayaklı bir türkü, bir aşk türküsü gibi pırıl
pırılım. Bir neşe çığlığı halinde çocuklarımın yanına dönüyor,
keyiften dört köşe, sabah kahvaltısı yerine, hikayemi büyük bir
coşkunlukla okuyorum onlara. Sonra yeniden oturup yeni harflerle
temize çekiyorum. Bu iş de öğleye doğru bitiyor. Öğleden sonra
magazinlerden birine koşuyorum. İçim içime sığmamaktadır. Hemen
kapacaklar. Hiç olmazsa küçük bir avansla eve döneceğim. Et, ekmek,
bir şişe Marmara şarabı, kömür alıp o gece felekten bir gün
çalacağım. Çalacağım ya, ilk hayal kırıklığı: "Eserinizi okuyalım.
Kabilse bize yarın uğrayın."
Eyvah, eyvahlar olsun. Hık, mık... Başka çareleri yoktur ki onların
da. Kendilerine verilen bir eseri okumadan...haklılar elbette. Ne
yapalım? Yarını beklemekten başka çare yok. Bekliyorum.Ertesi gün
küçük avanstan o kadar eminim ki, su bardağında bilediğim paslı
jiletimle şıpın işi bir tıraş, koşuyorum. Eserimi teslim ettiğim
dergi sahibi yerine Odacı çıkıyor karşıma:
-Sanat müşavirimiz müstehcen buldu. Müsveddelerinizi buyurun...
Şu, tiyatro oyunu olarak üç yüzü geçen, hikaye olarak beşinci mi,
altıncı mı baskısı yapılan "Türk edebiyatı bu hikaye ile her zaman
öğünecektir" sözleri edilen "72'nci Koğuş" hikayesinin serüveni...
Elimde müsveddem, dolaşan ayaklarımla, magazin idarehanesinden
çıkıyorum. Kar dinmiş, güneş soğuğu kırmış. Dünya pırıl pırılmış.
Bana ne? Bu pırıl pırıl, bu şıkır şıkır dünyadan o kadar uzağım ki,
alamadığım avanstan çok, yaptığım işin anlaşılamaması...
Ne karım, ne de çocuklarımda tek laf. Kendimi sedire bir kalıp gibi
bırakıyorum. Serde erkeklik olmasa ağlayacağım. Hem de katıla
katıla..."
|