Ana Sayfa

Bizim Gazete - Emin Karaca - 21 Mayıs 2011

 

Orhan Kemal'i Kahreden Magazin Dergisi...

 

 

GEÇEN ay İzmir'deki sahaftan aldığım kitapları ara ara okuyorum. Dün Etem İzzet Benice'nin "Gözyaşları" romanını elime almıştım, bitirene kadar bırakamadım. Peşinden Aka Gündüz'ün "Üveyana" romanını bitiriverdim.

İlk yayımlandığı yıllarda okuduğum, ancak kitaplığımda bulunmayan, rahmetli Ayhan Yetkiner'in "Konuşan Kalemler" (Saygı Yayınevi, 1969)'ine sahafta rastlamam beni çok sevindirmişti. Okumayı sonlara bırakmıştım onu. Bugün elime alıp, gazetecilerin-yazarların meslek yaşamları boyunca başlarından geçen en enterasan olayları seçerek okurken, Orhan Kemal'in ünlü "72'nci Koğuş" eserini yazma ve yayımlatma macerası içimi sızlattı.

65 haftadır reytinglere rekorlar kırdırarak seyrettiğiniz "Hanımın Çiftliği"nin yazarının acılı ve yoksul yıllarından bir kesiti sunayım istedim sizlere. 2 Haziran 1970'te kaybettiğimiz, iyi yazar Orhan Kemal'in, rahmetli Ayhan Yetkiner Ağabey'e anlattığı "72'nci Koğuş"un yazılış serüveni şöyle:

"1953-54'ün kışı. Vakit gece. Dışarıda sulusepken, kendini Haliç Fenerinin ahşap evleriyle ıssız sokaklarına kaldırıp kaldırıp vuruyor. Tükürseniz donacak bir soğuk hâkim dünyaya. Karımla çocuklarım her zamanki örtülerinin üzerine evde ne kadar battaniye, hatta kilim varsa almış, birbirlerine sokularak çoktan uykuya geçmişler. Bense uyanığım. Yalnız o gece değil, günlerden, haftalardan beri uyku tutmuyor. Ufacık ufacık, iç içe iki odada oturuyoruz. Aylık kira kırk lira. Evet sadece kırk lira ama ay başlarında düzenli bir şekilde ödeyemiyorum. İki aylık birikmiş, üçüncü aydan da almışız. Buna evin kaynaması gereken tenceresini, ekmeğini ekleyin, çocukların ayakkabılarıyla kışlık giysilerini ekleyin. Nerdeee?

Evin reisiyim ama cepte dolmuş, otobüs, tramvay parası yok. Soba, odun-kömür hak getire.'Ne halt edeceğim? Bu işlerin üstesinden nasıl geleceğim? Çoluğu çocuğu bu kıştan dondurmadan nasıl çıkaracağım bahara, yaza?" diye kara kara düşünüyorum.

Adana dan İstanbul'a gelişime bin pişmanım ama, kalsaydım ne olacaktı? Veremle Savaş Derneği, Bağ ve Bahçeciler Derneği, o zamanki adıyla Etibba Odasının yazı, tahsilat işlerini görmekten elime geçen iki yüz liracığı bile Demokratlar (1950'de iktidara gelen Demokrat Parti iktidarı yöneticilerini kastediyor.E.K) çok görerek, ilk iş beni işimden çıkarmışlardı.

Elim kalem tutuyordu, çaresiz büyük şehre göçecektim. Göçmek zorundaydım. Göçmüştüm. Şimdi de kara kara düşünüyordum işte. Bir ara, kendimi sigorta ettirip bir hususinin altına atmak, bu suretle sigortadan alınması mümkün parayı çocuklarıma bırakmak gibi çılgınca fikirler de kafamda ciddi ciddi yer etmedi değil ama, can tatlı. Yapamadım. Geldi geçti. Tek çıkar yol, büyük şehre tutunmak. Bunun için de savaşmak gerekti.

Mangal, soba yok o sıra evde ya, ne keder? Eski gaz ocağına yarım kilo mu, bir kilo mu gazyağı doldurtmuşum. Geçiyorum iç odaya. İç oda büsbütün soğuk, buz dolabı adeta. Yakıyorum ocağımı.Avuçlarıma hohlayarak başlıyorum. Neye? Günlerdir kafamda dönüp dolaşan 72'nci Koğuş hikayesine. Yazı makinem falan yok, ama eski harflerim var. Hızlı yazıyorum bu harflerle. Kendimi işe bir kaptırdığımı hatırlıyorum. Bir de kendime geliyorum ki sabah olmuş. Hikaye de bitmiş. Attığım taş istediğim kuşu vurmuştur. Kara, fırtınaya, soğuğa karşılık ayaklı bir türkü, bir aşk türküsü gibi pırıl pırılım. Bir neşe çığlığı halinde çocuklarımın yanına dönüyor, keyiften dört köşe, sabah kahvaltısı yerine, hikayemi büyük bir coşkunlukla okuyorum onlara. Sonra yeniden oturup yeni harflerle temize çekiyorum. Bu iş de öğleye doğru bitiyor. Öğleden sonra magazinlerden birine koşuyorum. İçim içime sığmamaktadır. Hemen kapacaklar. Hiç olmazsa küçük bir avansla eve döneceğim. Et, ekmek, bir şişe Marmara şarabı, kömür alıp o gece felekten bir gün çalacağım. Çalacağım ya, ilk hayal kırıklığı: "Eserinizi okuyalım. Kabilse bize yarın uğrayın."

Eyvah, eyvahlar olsun. Hık, mık... Başka çareleri yoktur ki onların da. Kendilerine verilen bir eseri okumadan...haklılar elbette. Ne yapalım? Yarını beklemekten başka çare yok. Bekliyorum.Ertesi gün küçük avanstan o kadar eminim ki, su bardağında bilediğim paslı jiletimle şıpın işi bir tıraş, koşuyorum. Eserimi teslim ettiğim dergi sahibi yerine Odacı çıkıyor karşıma:

-Sanat müşavirimiz müstehcen buldu. Müsveddelerinizi buyurun...

Şu, tiyatro oyunu olarak üç yüzü geçen, hikaye olarak beşinci mi, altıncı mı baskısı yapılan "Türk edebiyatı bu hikaye ile her zaman öğünecektir" sözleri edilen "72'nci Koğuş" hikayesinin serüveni...

Elimde müsveddem, dolaşan ayaklarımla, magazin idarehanesinden çıkıyorum. Kar dinmiş, güneş soğuğu kırmış. Dünya pırıl pırılmış. Bana ne? Bu pırıl pırıl, bu şıkır şıkır dünyadan o kadar uzağım ki, alamadığım avanstan çok, yaptığım işin anlaşılamaması...

Ne karım, ne de çocuklarımda tek laf. Kendimi sedire bir kalıp gibi bırakıyorum. Serde erkeklik olmasa ağlayacağım. Hem de katıla katıla..."

 

 


[email protected]