Ana Sayfa

Sabitfikir.com - Haydar Ergülen - 2 Haziran 2011

 

İyiliğin büyüsü: Orhan Kemal

 

Orhan Kemal benim çocukluğumdur. Cümle budur, aslında gerçek de budur. Tam Orhan Kemal’i okumaya başlamışken o gidiverdi. Çocuklukla ilkgençlik arası hayli kitabını okumuştum yine de, onu sevecek ve hayran olacak kadar zaman tanımıştı bana. O zaman da büyük yazardı şimdi de büyük yazar. Tanıdıkça daha büyük yazar, ben büyüdükçe o da büyüdü gözümde. Çok şey söyledim, hepsini tek tek açmak hayli sürer, ama sözkonusu olan Orhan Kemal’se, adını tekrarlamak bile yeter bence. Herkes onun iyiliğinde ve yapıtlarının iyiliğinde birleşiverir hemen. Asl’olan da bana göre budur, iyi bir insan ve iyi bir yazar ya da iyi bir şair olmak. Metni önemseyen ve önceleyen bir okurum, şiirde de, romanda da, öyküde de. Ama bu hakikat duygusunun iyilikle tezahür etmesini engelleyen bir şey değil, olmamalı. İyi bir yazar, iyi bir şair, iyi bir insan olmalı, iyi yürekli olmalı. Ya da benim sevdiklerim, okuduklarım öyle oldu ve öyle olmalı. Çünkü onların sayesinde dünyaya ve insanlara iyilikle bakmayı, iyi bakmayı öğrendim, iyiliğin her şeyden iyi olduğunu öğrendim, öyleyse iyiliğin yerini hiçbir yazın kuramı, şiir kuramı da tutamaz ve değiştiremez deyip öyle sevdim ben de o iyi insanları, Yaşar Kemal’in söyleyişiyle ‘o güzel insanlar’ı.

 

 

Neden iyilikle başladım, çünkü her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum iyiliğe ve iyi örneklere, iyi anılara, iyi zamanlara. Orhan Kemal’in yazdıklarının iyiliği kadar, onların edebiyatta, şiirde yol açtıkları iyilikler de var, ve kişisel olarak da bu iyiliklerin arkasında böyle iyi bir düşünce ve onun da arkasında böyle iyi bir insan var. Bu çok etkileyici bir şey,  herkes bundan etkilensin isterim.

 

Orhan Kemal Müzesi’ne giderseniz Cihangir’de, önünde de İkbal Kahvesi var, meşhur, orada okuduğu kitapları, masasını, daktilosunu, kırçıllı paltosunu, yıpranmış takım elbisesini, fötr şapkasını görürsünüz, onların içini bir gülüşle doldurun, yoksulların onuru olan iyiliğin bir adam suretinde belirdiğini göreceksiniz. Ben ne zaman Orhan Kemal’i düşünsem, kendiliğinden bir gülümseme yayılıyor yüzüme, ben de hissediyorum bunu, kimse sormadı şimdiye kadar ama, ben söyleyeyim, o Orhan Kemal’i okumuş olmanın iyiliğidir. Orhan Kemal’i çocukluğunda okumuş olmanın iyiliğidir, bir kez yüzünüze onun gülümseme hali, içinize de iyilik hali olarak düşerse, artık ömürboyu sizin bir çocukluk arkadaşınız olarak sizde yaşayacaktır. Bende yaşayan Orhan Kemal benim çocukluk arkadaşımdır, o Adana’dan, İstanbul’dan ben Eskişehir’den, bir de Romanya’dan bir çocukluk arkadaşım var, Panait Istrati. Ben onların da kalem arkadaşı olduğuna inanıyorum, duygu arkadaşı, yazı yoldaşı, iyilik kardeşi. Onlarla çocuk oldum, onlarla büyüdüm ve onlarla çocukluğumu hatırlamak ne kelime, hiç unutmuyorum. Orhan Kemal’in büyük iyiliği budur, hatırlatmak bir yana, unutturmaz. Bana çocukluğumu unutturmadı, yapıtları da Türkiye’deki sınıf gerçeğini, yoksulluğu, işçi mücadelesini, ‘küçük’ diye anılan emekçi yığınların büyük insanlığını hiç unutturmadı.

 

 

Hemen tüm yapıtlarını okudum, Adana’da çırçır fabrikasında, bereketli topraklarda, Çukurova’da yaşananları da, İstanbul’da geçenleri de, yoksul göçmen kızların çalıştıkları fabrikalarda, atölyelerde, mağazalarda başlarından geçenleri de, ırgatların, marabaların, amelelerin, işsizlerin, küçük memurların çilesini de,  onlardan bazılarının düzenle uyuşacağım derken yalnızca kendi sınıfına karşı değil kendi ailesine bile rezil olma hallerini, vitrinlere bakıp piliç dönere ağzı sulanan yoksul çocukların gözlerindeki yakıcı özlemi de okudum, onların içerde yemek yiyen adamı seyretmelerini, adamın rahatsız olup çocukları  o pilicin hayalinden bile kovdurduğunu böyük bir gerçeklik duygusuyla, ama büyük bir acıyla okudum, hepsini tek tek. O zamanlar düşünememiştim ama şimdi bu yazıyı yazarken düşündüm, galiba ben bir Orhan Kemal tefrikası okumuşum. Yani Nazım Hikmet, Orhan Kemal Bursa Cezaevine komünist neşriyat ve Nazım Hikmet okumaktan düştüğünde, elinde şiirleriyle geldiğinde, ona ‘boşver bunları, sen roman yaz’ dediğinde bir kez daha anladım ki ne isabetli bir yorumda bulunmuş! Tıpkı Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları adlı dev yapıtı gibi, aslında Orhan Kemal’in de “Memleketimden İnsan Hikayeleri” diye anabileceğimiz dev bir insan destanı yazmasına vesile olmuş bu sözleri. Ölüm tarihleri de, güzel Haziran’ın 2’si ve 3’ünde ard arda olan bu iki büyük yürekli iyi insanı, iki ustayı birlikte anmak ve saygı duruşunda bulunmak için büyük bir neden daha işte. Ve iyilerin iyilerle birlikte anılmasının iyiliği var bir de. Panait Istrati’yle, Nazım Hikmet’le.

 

Şimdilerde ihmal edilen bir hususiyet değil iyilik yalnızca, yazarlık için de kötü bir hususiyet sayılıyor! Ahmet Güntan’ın bir yazısı vesilesiyle ben de ‘iyi yürek’ başlıklı bir yazımda değinmiştim, sanılıyor ki iyi bir insan olursan, iyi yürekli bir yazar olursan, iyi bir yazar olamazsın! İyilik,, iyi bir yazar olmaya engeldir türünden bir kötülük kol geziyor ne zamandır dünyada ve edebiyatta. O gezedursun ama dünyadan da, edebiyattan da uzak dursun! Fakat tam tersinin düşünülmesi de gerekmez mi, belki de tüm bu yapıtlar, Orhan Kemal’in büyüklüğü de, o iyilikten çıkmış olabilir, o iyimser, sevgi dolu bakıştan ve yürekten çıkmış olabilir, daha da öncesi, Orhan Kemal’in dünya görüşünden çıkmış olabilir. Sosyalizmden çıkmış olabilir, sosyalizmin iyiliği Orhan Kemal’in yapıtlarında tıptı olması gerektiği gibi insanlara bir iyilik olarak ulaşmış olabilir. Yani sosyalizm Orhan Kemal’in romanlarında gerçekleşmiş olabilir. Bu düşünülmeli. Hümanist temelli bir edimin sınıfsal bir niteliğe de bürünerek, yani sosyalizmle de tanışarak, onun da iyilğiyle bir sınıf iyiliğine dönüşmesinden niye söz edilmiyor? En saf haliyle, en naif haliyle olsun, nasıl olursa olsun, sosyalizm de insanın en yalın haline, kaybettiği ve şimdi aradığı ilk haline, tekrar kavuşması değil midir? Hepimizin süslerimizden arınarak yalın halimizle, gerçeğimizleş dünyanın bizim için olduğu bilgisiyle daha iyi bir yaşam sürmemizin yolu değil midir? Kısacası, sosyalizm bir iyilik yolu, iyilik biçimi değil midir? Bence Orhan Kemal’in bildiği budur, ve yapıtları da bu iyiliğin sırrına varmış olmanın yetkin örnekleri sayılır. 

 

 

Ama ben onu Maksim Gorki’den çok Panait Istrati’ye yakın bulurum, belki aynı zamanda okuduğumdan, belki benim ruhuma daha iyi geldiğinden her ikisi de. Sonraları şiirle tanışınca da onun tıpkı Orhan Veli ve arkadaşlarının “Garip” akımı gibi, küçük insanın dertlerini şiir yoluyla anlatmak, yalın, süssüz bir sanat yapmak ve içine biraz da diyalektik olarak diyelim, mizah unsuru katmak. Ki zaten bu o insanları anlatmaya başlayınca doğal olarak beliren bir duygudur, gülmece duygusu. Orhan Kemal de romanımızın, hikayemizin “Garip”i sayılmaz mı? Hem yaşamı hem de Cemile’sinden Filiz’ine, Murtaza’sından El Kızı’na kahramanları, karakterleri de birer ‘Garip’ değil midir? Yalnızca ‘Garip’ değildir ama onlar, aynı zamanda daha sonra İkinci Yeni’nin ‘papaz’ı Ece Ayhan’ın bir başka ‘garip’ şiirlerinde de karşımıza çıkarlar, Sirkeci’nin ara sokaklarından adı kötüye çıkmış semtlerine kadar İstanbul’un her yeri onların zayıf iyilikleriyle ezilmeleriyle dopdoludur. Orhan Kemal’in sözcükleri onların elindern tutmuştur. Bir yazarın halk yazarı olması biraz da budur, brinin elinden tutmak, birinin gözlerinin daha çok dolmasını önlemek, birinin yüreğini yatıştırmak, birinin gözlerinin sevinçle gülmesini sağlamak. Ve elbette bir büyük iyilik olarak kendisini okuyan herkesin gönlünü doldurmak... Ahmet Güntan Esrariler (YKY) kitabında bu iyiliği şöyle anlatıyordu: “Denir ki Orhan Kemal iyi yürekli olmasaydı belki de iyi bir yazar olurdu, yani iyi yürek, iyi yazarlığa engel. Tuhaf değil mi? Halbuki iyi yürek, iyi yazar için şarttır. İyilikten en uzak günde bile yazar iyiliği dile getiremiyorsa kendi savaşını kazanamamış demektir, zekasına yenik düşmek hiçbir büyük yazarın gururu kırılmadan becerebileceği bir iş değildir.
....
İstanbul'a Vefa'dan giren Siirtli kürt arap çocuklar, Gaziosmanpaşa'daki Akmerkez Mass Plaza, otoban kenarında bir arabaya altı kişi tıkışıp bira içenler, Çarşamba'da İsmail Ağa Camii'nden dağılan öyle o cemaat, Akmerkez'in üst katında bir çayla saatleri dolduran Gaziosmanpaşalı gençler, hepsi bugün zekasını yenmiş, iyi kalpli iyi bir yazarı bekliyor." 

 

Bunları okuyunca Behçet Necatigil’in şiiri geliyor akla doğal olarak. “Orhan Kemal”başlıklı bu şiirin son bölümü: “bir nutuk çekti uzun,/
dünyadan habersiz serseri/cıvık gözlerinde parıltılar:/
"ne işin var senin burda gece vakti?"/
ablan güzel mi? yok para!al karamelanı,/
"çek git!" dedi.duydum hepsini/yazmaya orhan kemal olacaktı.”

 

 

‘Yazmaya Orhan Kemal olacaktı!’ Galiba Ahmet Güntan’ın söylediği, benim de katıldığım ve tabii Necatigil’in ta 1973’de dile getirdiği özlem de gerçek de bu. Böyle anılmak da iyiliğe sayılır, tıpkı Aziz Nesin’in anılma biçimi gibi, ‘tam Aziz Nesin’lik’dediğimiz şeyler gibi.

 

 

İnternette Orhan Kemal’le ilgili bilgilere bakınırken şöyle bir cümle gözüme çarptı: ’40 yıldır roman yoksulların semtine uğramıyor!’ Yani, Orhan Kemal gittikten sonra kimse yoksulları yazmadı! Evet, ağır ama doğru bir yargı. En son Latife Tekin’le uğramıştı roman yoksulların semtlerine de, düşlerine de,  evlerine de diye hatırlıyorum. İyi romancıların arasında başka bir isim de gelmiyor aklıma doğrusu. Hem onların semtine uğrayacak, daha doğrusu onlardan biri olduğunu hiç unutmayacak ve onları hiç terk etmeyecek kadar iyi bir yazardı, iyilğin yazarıydı Orhan Kemal, hem de hikayeye de romana da, postmodern bir tavırla yalnızca bir ‘metin’ olarak bakılmaya başlandığı uzun yıllardan beri de unutula, ihmal edilen bir şeyi hakkını vererek yazardı. Karakterlerini konuyştururdu, bol bol diyaloga yer verirdi, hem onları öyle bir konuştururdu ki, galiba bu konuda Türkçe romanın iki büyük ustasından biridir, diğeri Kemal Tahir. O nasıl Çorum ağzyla uzun uzun konuşturduysa kahramanlarını, Orhan Kemal de hem yöresel ağızlarla birbirinden farklı hem de pek çok kahramanını konuşturdu, böylece onların içlerini dökmesine de vesile oldu, hem de bunu bir halk yazarı olduğu için öyle doğallıkla yaptı ki, bir an okur olarak bizler de kendimizi romanın içinde buluverdik. Şimdilerde ‘interaktif’ dedikleri şeyi de 50 yıl önce gerçekleştirmiş oldu Orhan Kemal. O capacanlı diyaloglarını okurken bazen taraf tutup, bazen kızıp, bazen üzülüp, müdahale etmek gerektiğini hissettik, yüksek sesle düşüncemizi söyleyivrdik, daha şaşırtıcı olanı da romandan ya da hikayeden de ses gelmesi, bize cevap vermesiydi o kahramanın. Abarttım ama neredeyse böyle bir şeydi, böyle bir duyguydu, böyle bin heyecandı Orhan Kemal okumak. 

 

 

İyilik bir vicdan işidir elbette. Ya da ikisi de aynı anlamın iki kardeş sözcüğüdür, biri içimizdir biri dışımızdır diyelim, Orhan Kemal içi dışı bir büyük bir iyiliğin yazarı olarak hep vicdanıyla yaşadığı için içi vicdan, dışı iyilik olarak yapıtlar verdi ve onlar vicdan sahibi olan herkesin gönlüne girdi, o yüzden de unutulmaz Orhan Kemal. Şimdi solda, hayatta, Türkiye’de Orhan Kemal gibi büyük yazarların eksikliği çekiliyor, ihtiyaç duyuluyor ona. Gözümün önünde şöyle bir hayal canlanıyor. Şimdi seçimler var, bir an Aybar’ın TİP başkanı olduğu 1965 seçimleri geliyor aklıma, Mehmet Ali Aybar yine başkan olmuş, güleryüzüyle, güleryüzlü sosyalizmiyle, Orhan Kemal de Aybar’ın yanında yoksul bir semtte mitingde konuşsa, yanında da tüm roman ve hikaye kahramanları, aklınıza kim geliyorsa, Adana’dan, Çukurova’dan, çırçır fabrikalarından, pamuk, çeltik, pirinç tarlalarından, İstanbul’dan, Balat’tan, Cibali’den, Tekel fabrikasından, Sirkeci’den, yoksulluktan, taşradan, oradan, buradan hepsi… Adı da yine TİP olsa o partinin, ama Türkiye İşçi Partisi yerine ufak bir değişikle, Türkiye İyilik Partisi. Böyle bir partiye de, böyle iyi yürekli bir yazara da ihtiyacımız her zamankinden çok. 

 

 


[email protected]