Ana Sayfa

Cumhuriyet Kitap Eki - Işık Öğütçü - 2 Haziran 2011

 

ORHAN KEMAL’DEN NAZIM HİKMET’E MEKTUP…

 

Haziran ayındaki vefat tarihleri birbirinin peşi sıra olan iki değerli edebiyatçının dostluklarına duyduğum saygı adına, üzerinde çalıştığım “Orhan Kemal – Eşe Dosta Selam…” adını alacak olan mektup derlemesi kitabından alıntı yapmayı düşündüm. Orhan Kemal’in Nâzım Hikmet’e yazdığı, şu ana kadar bulabildiğim tek mektubu paylaşmak istedim. Mektup, Bursa Cezaevi’nden 26 Eylül 1943 tarihinde çıktıktan üç gün sonra yazılmış. Henüz özgürlüğü yeni yeni tadarken, kâğıdı kalemi alarak dostuna hemen mektup yazması sevgilerinin ne kadar derin olduğunu gösteriyor.

Orhan Kemal’in elli bir yıl sonra bulduğum romanı “Yüz Karası”nda bir cümle dikkatimi çekti, “Hayat, herkesin katıldığı başsız sonsuz bir koşudur…”. Hepimiz süresi belirsiz olan hayat koşumuzda kısa veya uzun yol alıyoruz. Halkının daha iyi yaşaması için mücadele vermiş, gereğinde bedel ödemiş, toplumun yapıtları ve duruşları nedeniyle “yazar gibi yazar” unvanı verdiği iki görkemli edebiyatçımız hem yol almış hem de kalıcı olmayı başarmıştır. İki önemli edebiyatçımıza sahip olmamız bana sevdiğim şu cümleyi anımsattı, “Büyük edebiyatçıların milliyeti olmaz. İnsanlığın büyük edebiyatçılarıdır onlar.” Onlarla bir kez daha gurur duydum.

Evrensel edebiyatçılarımızı ölüm yıldönümlerinde sevgiyle anarak, Orhan Kemal’in mektubunu sanata saygılı, iyi yürekli dostlara sunuyorum…


 

Adana, 29/9/943

Üstadım,


 

Bugün şimdi şu anda, şu satırları yazarken, evde, evin damındayım. Önümde Adana’nın en işlek caddesi. Yollar dehşetli kalabalık. Hava müthiş sıcak. Ama bildiğin gibi değil. Hani elli ikinci koğuşta en sıcak ayların, tahtakurusu dolu, insanı boğan geceleri vardır; aynen öyle. Gecelik entarimin altındaki çıplak bacaklarımı birbiri üstüne attım. Aradan dakika geçmedi, ılık ve sinirlendirici bir ter yapış yapış sıvandı...

Evet, memleketimde, bir zamanlar dehşetli sevdiğim arkadaşlarımın kokladığı havayı koklar gibi, kelepçesiz bir hürriyetle kokluyor, önümden akan insan seline bakıyorum.

Kimler ve neler geçiyor! Tesadüf, en sevdiğim, vaktiyle en çok şakalaştığım ve sohbetlerinden en hoşlandığım birkaç sabık dost geçiyor. Ufak bir işaret, hafif bir çağırış onları bana baktırmaya kâfi. Fakat, fakat üstadım hayır.. Olmadı, olmayacak.. Onları çağırmak, yani, “Ey eski dostlar! Ben geldim.. Bakın ben artık hürüm! Bakın burada oturuyorum.. Beni ehemmiyetle, bilhassa ehemmiyetle tebrik etsenize...” falan gibi tuhaf bir anlama geleceğinden korkarak onları çağırmıyorum. Eskiye nazaran herhalde müthiş bir farkla yükselmiş bir izzeti nefis, bir gurur, bir “aranılmayan insanların” küskünlüğü içinde bütün bu hay huydan, bütün bu bir alay eski dost grubundan kaçıyorum. Emin ol, senin yokluğunu müthiş bir yara acısıyla içimde taşıyorum ve uzun seneler de taşıyacağım. Sen yalnız imanlı bir sanatkâr değil, hepsinden daha fazla insandın, dosttun.. Senin büyük dostluğunu senden ayrılmakla bütün realitesiyle duyuyorum. Bazen sükut en beliğ ikrar veya ifade tarzıymış. Susacağım üstadım, seni hapishane duvarları arasına bırakmak azabının bütün ıstırabını işte çekiyorum.

Evimizin damı -ki benim şimdi oturmakta olduğum yer- dar bir sokağa baktıktan sonra, hemen solda mütemadiyen insan akıtan ve keyfince bütün ikinci sınıf vilayetlerde müşterek olan kıyafetleriyle akan insanların caddesine nazır. Karşı kahvede bir polis oturuyor. Bu adam, hayatımdaki bir hadiseyle ayrıntılı alakadar olmuş bir insandır. Şu, hani bir tarihte intihar etmek maksadiyle kendimi vurduğum gece önüme çıkıp, “Be birader, kendini öldürmek istiyorsan elektrik tellerine tutun!..” diyen adam. Her polis gibi, yalnız dakikalarla beraber akan hadiselerle alakadar olup, bilhassa maziyi pek az düşünen bir polis şüphesiz. Benden haberdar bile değil. Hararetli hararetli bir şeyler anlatıyor bir arabacıya.

Karşıda, eczanenin köşesindeki hoparlör baso sesiyle bana mütemadiyen Bursa hapishanesini hatırlatmakta.

Neyse Nâzım Hikmet... Bu sırada kardeşim geldi. Elinde bir şişe kırk dokuzluk... Karım, kız kardeşlerim dama oturduğumuz yere masayı hazırladılar ve biz iki kardeş sofrada oturan yakınlarımızın neşesi, kahkaha ve konuşmaları arasında içtik.

Bu satırları evimde yazıyorum. Evim bir tek odadan ibaret. Dayılarımın büyük taş evlerinin bir göz odası. Mobilyamız hiç de fena değil: Üstü iyi bir örtü ile kaplı bir sedir, yanında beyaz bir karyola, üzerleri pötikare bez geçirilmiş minderleriyle iki tahta iskemle ve bir halı -bu henüz yere yayılmadı- iki kilim, saat, bazı resimler, senin yağlı boya yaptığın iki köşe yastığın v.s.

Şu anda ben karyolada oturuyorum. Karım karşımda, sedirin ucuna ilişmiş, Yıldız’ın bayramlık entarisini yetiştirmeğe çalışıyor. Onu bilhassa süsledim, mütemadiyen seyrediyorum. Bana beş senelik ayrılığa dair hikâyeler anlatıyor ve soruyor:

-Raşit, Nâzım ağabeyime ben mektup yazmıyayım. Sen yaz. Benim yazım iyi değil.

Israr ediyorum. Razı oluyor. Tekrar soruyor:

-Peki ne diyeyim? Ağabey mi, amca mı?

-Ağabey! de.

Tam bu sırada kızım, örme sepetten arabasını iterek karyolama yanaştı:

-Haydi baba araba geldi..

-Mektup yazıyorum kızım.. Beklesin azıcık arabacı!

Ve arabasını sürüp ayrılırken:

-Peki babacığım, diyor. Yarım saat sonra gelir araba!

Tabii anladın; arabacılık oynuyoruz kızımla. Onu çok seviyorum. Öyle zeki ve öyle güzel ki... Bugün saat öğleden sonra ikiye kadar pek resmiydik.. Az evvel ona hareketinde tam bir serbesti verdim. Şimdi bülbül oldu. Mesela Yıldız sordu annesine:

-Anne elmanın içine kurt nereden gelir?

Annesine meydan vermeden izah ediyorum -bilhassa izah ediyorum- ve ona bir büyük insan muamelesi yapıyorum:

-Dinle kızım! Elmanın bir tarafı çürür, çürüyen tarafında kurt olur..

Ona, elmanın bünyesindeki yıpranmanın biyolojide, bilmem ne lojide izahını yapamam elbette. Tabii bu “elmanın çürüyen yerinde kurt olur” sözünü, iri kahverengi benekli gözlerini açarak ve büyük bir dikkatle dinliyor. Fakat tatmin olmadığı belli.

-Ben kurt nasıl girer diye sordum, babacığım?

Demek istediği ve benim de cevabımın kifayetsizliğini, cahilliğimi yüzüme vuracağıydı. Fakat hâlâ bütün laubaliliğimize rağmen bir hayli resmiyiz.

Velhasıl her an, her dakika onun zeki müdahalelerini, annesinin lisanındaki düzeltmelerine ve yorumlarına şahit oluyor, gülüyordum.

Akşam indi Nâzım Hikmet. Mektubumu bu günlük kısa keseceğim. Yazacak o kadar şey var ki sana her hafta neşeli mektuplar yazmağa çalışacağım. Şimdi Yıldız’la annesine sana yazdığım mektubu okudum. Neşe ve zevkle dinlediler.

Karım bir sürü roman okumuş. Hatta bunların isimlerini bir tarafa yazmış. Hepsi de macera ve şu Esat Mahmut, Kerime Nadir v.s.’nin romanları... Her ne olursa olsun... Bir defa roman okumaya heves etsin, onlardan zevk almış ya... Mesela Kira Kiralina’yı da okumak için başlamış fakat canı sıkılmış bırakmış...

İşte böyle Nâzım usta... Müsaade et mektubumu bitireyim. Çünkü yarın bayram, çarşıya gideceğiz. Biraz ufak tefek ve bu mektup işi var.

İplik meselesine -yani üç yüz elli lira meselesine- annem razı olmakla kalmadı sana dua etti. Bu vaat beni bir hayli sağlam vaziyete soktu. Yani: “hayatta dayanacağı olan” insanların gönül rahatlığı ile başkalarından itibar görmek meselesi.

Diğer taraftan herhangi bir işe girmek mümkün olacak.

Arkadaşlara teker teker selamlar... Bilhassa Çorbacı’nın gözlerini hasretle öper, yakın tahliyelerini beklerim.

Karım gene mektup yazmaktan vazgeçti. Kusura bakma. Sana ve Piraye yengeye yazacak. Bu kadar az şey içinde öyle mesudum ki üstat... Yalnız, evet yalnız seni orada, hapishanede düşünmek azabı! Gözlerinden öperim büyük ve insan dostum.


 

Raşit

 

 


[email protected]