Ana Sayfa

Dünya Kitap Eki - Işık Öğütçü - 3 Haziran 2011

 

BABAM ORHAN KEMAL…

 


 

Babam, “Ama ben babamı asıl ‘fırka’ mücadelelerinde tanıdım” diye yazdığı “Baba Evi” kitabını okuduğumda, bu soru aklıma takıldı. Ben babamı ne zaman tanıdım?
 

Hiçbir kardeşime nasip olmayan bir kayıta sahiptim. O da 1 Kasım 1957, Cuma günü saat 22.00 de tuttuğu günlüğüydü:

Kemali koşa koşa geldi, müjdeyi verdi.

Oğlan olmuş. 4 kilo 200 gr.

Demek doğum tarihi şu saati saatine:

1 Kasım 1957 Cuma gecesi saat 10 (yarım saat önce doğmuş). Adını Işık koyduk.

Kemali, “Ağzına s……..n! dedi. Niye kız olmadı!

Bence oğlan kız fark etmez.

Kemali boyuna, “Kız olsaydı, kız olsaydı” deyip duruyor. İlk azarı yedi:

Kemali bitsin artık bu dırıltı! Aaa!!

1957 Türkiye’sinin “Pahalılığı” ile alay eder gibi dördüncü çocuk babası olarak yeni güne giriyorum. Hayırlısı.

Doğumumdan üç ay sonra evdekileri bağırtılarımla öyle bıktırmışım ki, babamın kadim dostu Fikret Otyam’a yazdığı mektup da şunları yazıyordu:

Analığın ne zor şey olduğunu ben bu son sıpadan sonra büsbütün anladım. Gecenin saat on birinde başlıyor zır zıra. Keyfine kalmış artık ondan sonrası. On iki, bir, iki. Bugün sabaha kadar uyumadı p……k. Sanki büyüyünce başımıza tüy dikecek (Bu tüy dikmek sözü de bir tuhaf. Çok mu lazım sanki? 11.2.1958.

Unkapanı’nda doğduğum evdeki odasında çalışmasını anımsıyorum. Bir masa, yatak, kitapların dolu olduğu kütüphane ve dolap. Ve sesini bugün dahi unutmadığım, bizim karnımızın doymasında babama aracılık eden o muhteşem makine. Daktilo makinesi…

Yazarken parmaklarının rüzgârlaştığı, bir başka insan olduğu, heyecandan dünyanın silindiği, yarattığı dünya ve kendisinin baş başa kaldığı yazı makinesi. Yıllar sonra o daktiloya baktıkça gözümün önünden geçen babamın silueti. Küçüklüğümde sorarlardı, “Oğlum baban ne iş yapıyor?” Onun ne yazdığından haberim olmadan, sadece seslerin ritmine bakarak söylerdim, “Babam dıgı dık, dıgı dık yapıyor!”. Bu seslerle uyudum, uyandım. Büyüdüm. Yıllar sonra daktiloda yazarken o sesleri ben de çıkardım. Güldüm. Anılara dalıp gittim.

Hele bayram sabahları. İhtiyaç varsa alınmış yeni bir çorapla uyunan, sabah kalkıldığında çorabı giyecek olmanın verdiği mutluluk. Bayramlaşma sırasında babanız tarafından verilen küçücük bir para ve onunla almayı düşündüğünüz çikolata. Genelde annemin dağıttığı çikolatayla yetinirdim. Bayramda misafir gelecektir, onlara da kalsın düşüncesiyle fazla vermediği, içinizin çektiği fakat korkunuzdan daha fazlasını isteyemediğiniz çikolataya hasret bir bayram günü. Ama ben bir yolunu bulmak için babama sığınırdım. Annemi ona şikâyet ederdim. Beni dinler, kıramazdı. Sanıyorum çocukları çok sevdiğinden hiçbirinin üzülmesini istemezdi. Beni peşine takar, annemin sakladığı çikolataları bulur, verirdi. Kızarmış, kavga edermiş umurunda olmazdı.

Vazgeçilmez çikolata arzum, yıllar sonra okuduğum “Çikolata” öyküsünde karşıma çıkmıştı. Olanağı olduğunda getirdiği gofretleri yediğim gibi, babamın beni izlediğinden habersiz ziyan olmaması için büyük bir hazla çikolata bulaşmış parlak kâğıdını da yalardım. O öyküsünde kendimi bir an için gördüm. Yoğurtçunun kızı da kâğıdı aynı şekilde yalıyordu.

Zaman zaman kapı çalışını anımsıyorum. Şayet işleri iyi gitmiş, umduğu yerlerden parasını almışsa, evin sokak kapısı şenlikli çalınırdı. İçeri girdiğinde ise herkese takılır evde kahkaha eksik olmazdı. Tersi olursa, kapı şiddetli çalınır, içeri girdiğinde bir öfke bulutu eve dolar, dokunulsa hemen patlamaya hazır barut fıçısı gibi dolaşırdı. Saklanırdım. Görünmez olurdum. Annemle kavga etmemelerini isterdim. Ama bu kızgınlık uzun sürmez. Bir süre sonra hava yumuşar, babam eski haline dönerdi.

Bazen iki bisküvi arasına lokum koyardık. Ne keyifli olurdu yemesi. Şam fıstık fincanla kardeşlere dağıtılırdı. Kardeş payı yapardık. Kimseye bir hak geçmezdi. Parası olduğunda, annemden çiğköfte yapmasını isterdi. Genelde pazar günleri çiğköfte törenle hazırlanır. Ailenin bütün fertleri zevkle yerlerdi. Ben sevmezdim. Yine babama nazlanırdım. Kırmazdı. Köfteci Mustafa Amca’nın dükkânına gönderir, köfte yememi sağlardı. Hâlâ köfte yemekten mutluluk duyarım.

Ve hapislik… Yıl 1966…Bir gece yarısı eve birileri gelmişti. Her yeri didik didik aradılar. Bir şeyler aldılar ve babamı da alıp götürdüler. Annem üzüntülü, kardeşlerim perişan, ben ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. İlkokul ikinci sınıfa gidiyordum. Annemin bir sözü aklıma geldi, “Babanın ne iş yaptığını sorarlarsa, serbest meslek dersin!” Bu meslek nasıl bir meslekti? Ne yapardı? Ne iş tutardı? Hiçbir zaman anneme soramadım. Sadece dediğini yaptım. Babam kaç gündür evde yoktu. Birkaç gün sonra babamı Sultanahmet Cezaevi’nde ziyaret ettiğimizde onu tel örgülerin arkasında gördüm. Çok gürültü vardı, konuşulanları anlamıyordum. Eve döndüğümüzde ise yiyecek yemek yoktu. Bazı günler sadece kıvırcık salata, ekmek yiyerek o günleri atlatmaya çalıştık. Bir gün babamdan bir mektup aldık. Beni ilgilendiren satırları yıllar sonra daha iyi okuyunca babamı tanımaya başladım:

Karıcığım ve sevgili çocuklarım, bugünkü gazeteler sizi dehşete düşürecek haberlerle dolu ise de kulak asmayın. Hepsi mübalağalı. O kadar ki, dün 9.sulh ceza hakimi bizi tevkife sebep görmemişti. Savcı usulen 3.asliye ceza mahkemesine itirazda bulundu ve tevkif edildik. Bugün otuz avukat vekâletimizi üzerine aldı. Ağır ceza mahkemesi nezdinde tahliyemiz için yeniden müracaat edecekler.

Şunu kesin olarak bilin ki, isnat edilen suç tamamiyle tertiptir. Her şey yakında aydınlığa çıkacaktır.

Beyoğlu’ndaki taksitçiye durumu anlatın. Merak etmesin. Paranız olursa şubattan kalan 230 lira ile mart ayının borcunu ödeyin.

..

Başkaca hepinizin ve bütün dostlarımın gözlerinden öperim. Işıkçığım üzülmesin. Çıkınca bisikletini mutlaka alacağım.

Evet, mutlaka alacağım dediği bisikleti tam üç yıl sonra 1969 da almıştı. Çok sevinmiştim. Hatta babama bisiklete binmesi için ısrar etmiştim. Lacivert ceket, gri pantolonuyla bisiklete bindi. Onun bisiklete binemeyeceğini düşünmüş olacağım ki, “Oğlum,” dedi, “ben bu bisiklete çok küçük yaşlarda bindim. Merak etme düşmem!”Çocuğunun istediği herhangi bir şeyi alamayan babaların çektiği sıkıntıyı şimdi çok daha iyi anlıyorum.

Bu ve benzeri olaylar aslında babamı tanımama yardım etti. Orhan Kemal Müzesi ile hem ben onu daha iyi tanımaya başladım, hem de genç kuşaklara onun iyimserliğini ve umudunu anlatmaya çalışıyorum. Nasıl yazdığını kendi kaleminden öğrendim : “Okurlar meraklıdır. Haksız da sayılmazlar. Ben masa başından çok, fazlaca gezer dolaşırım. Yani iş masa başına geçip yazmaya kaldığı zaman mesele çoktan bitmiştir.”

Yazıda iki önemli özelliğe dikkat çeker: “Öz: Niçin yazıyorum bu konuyu? Ne demek istiyorum? Biçim: Nasıl söylemeliyim?”

Onu özümserken yaşamın içinde olmanın ne kadar önemli olduğunu kendi anlatımından anladım: “Hasta, anormal, deli tipleri işlemek kolaydır da, normal hiçbir göze batacak özelliği olmayan insanları yazmak zordur. Küçük insanların, günlük ufak meselelerini okuyucuya anlatmak, anlatabilmek çok zordur. Bunun için ayrıntıları layıkıyla verebilmek, o tiplerin gerçek dünyalarında yaşamış olmaya bağlıdır.”

Babamın yapıtlarında yaşadığı, gördüğü yerler ve oralarda gözlemlediği insanlar mevcuttur. Yani hayatı onlar gibi yaşamış, acılarını onlar gibi çekmiştir. Onları çok iyi tanımaktadır. Bir edebiyatçı dostunun dediği gibi Orhan Kemal bize üç şey getirmiştir: Kinsiz, herkese açık, cömert yüreğinden insan sıcaklığı; hayat serüveninden sonra da kafasının ışığından bilinç; insana olan sonsuz güveninden de umut. Ben babamı artık çok iyi tanıyordum.

Yurtdışında da tanındığını ve sevildiğini tanıştığım Tevfik Melikof’un anlattığı bir anısından sonra daha iyi anladım: “Orhan Ağabey, 1969 yılında Moskova’ya geldiğinde, ününü duyduğu Moskova metrosuna binmek istedi. Aldım götürdüm. Metro istasyonunda bankta otururken, karşı bankta oturan bir genç kızın kitap okuduğunu gördüm. Kızın okuduğu kitap yeni çevirisi yapılan Orhan Ağabey’in “El Kızı” kitabıydı. Bunu kendisine söyledim. Çok heyecanlandı. Kalktım kızın yanına gittim. Kız kendisine kur yaptığımı sanarak önce çekindi. Konuşmaya başladım, “Şu anda okuduğunuz kitabın yazarı karşıdaki bankta oturuyor. Biliyor musunuz?” dedim. Kız kitaptan başını kaldırdı, Orhan Ağabey’e bakar bakmaz bir sevinç çığlığı attı. Kalktı yanına gitti. Sohbet ettiler ve kitabını imzaladı. Biliyor musun? O yıl “El Kızı” kitabı yüz elli bin adet basılmıştı. Hepsi de satıldı. Orhan Kemal Rusya’da çok iyi tanınmaktadır.” Son söz olarak bir yazarın şu sözünü hatırlattı, “Bir ülkenin insanını tanımak istiyorsan, o ülkenin gerçek edebiyat kitaplarını okuyacaksın.”

Orhan Kemal, çağımızın insanı olmayı çoktan, hatta bizler uykudayken başarmıştır. Hayatımıza çok şey katan, yaşamayı anlamlı kılan, önemli dersler veren, bizi anlattığı kişi ve dönemlere zahmetsizce alıp götüren, çok önemli hayat derslerini belli etmeden topluma ileten böyle bir edebiyatçı babaya sahip olduğum için çok şanslıyım. Hayatını insanlığa adayan tüm gerçek babalara selam olsun…

 

 


[email protected]