Gecekondu-İşçikondu Süreci
Okuma Parçası I
“948’lerde... Bir Amerikancılıktır başlamıştı. Daha sonraları renk
renk, biçim biçim traktörler akmaya başladı Çukurova’ya. Ova bu
allı, yeşilli, mavili, sarılı oyuncaklarla doldu. Pamuk yedi, hatta
sekiz liraya satıldı, yerden biten mantarlar gibi apartmanlar,
barlar, memleketin biçimini değiştiriverdi. Para deste deste
kazanılıyor, oluk gibi harcanıyordu. Bar kızlarının kolları
dirseklerine kadar hacıağa bilezikleri, burmalarıyla doldu. Köy
yollarında Desoto’lar, Kadillak’lar Çukuova güneşiyle fırın külüne
dönmüş tozları havalara savuruyor, ağızları sıra sıra altın dişli
ağaların kahkahaları Çiftçi Birliği’nin kalın, sağlam duvarlarında
çınlıyordu. Toprak sahipleri, fabrikatörler, yurda dışarıdan mal
getirtip dışarıya yurdun mallarını gönderenler memnundu, ama Topal
demirci gibilerin yüzünden düşen bin parça oluyordu. Bir zamanlar
onu işe, paraya boğanlar artık uğramaz olmuşlardı. Toprak renk renk
traktörlerle sürülüyor, mibzerlerle ekiliyordu. “Dinamik ziraat”
başlamıştı. Memleket ziraatının işi bundan böyle Amerikan
makineleriyle görülecekti. Ortaçağdan kalma köhne demirci
dükkanlarına ne ihtiyaç vardı?
Yoksa onun da onlara düzdüreceği yoktu. Kerpiç huğu, ineği,
tavukları, takımı, tezgahı sattı, karıyı, kızı, küçük oğlunu kattı
önüne, tuttu şehrin yolunu. Onlar gelmeyeli hani, şehir de epeyce
değişmişti. Yeni yeni apartmanlar, oteller, asfalt yollar... Yollar,
apartmanlar, oteller ama bütün bunlar daha çok şehrin hemen ilk
bakışta görünen yönlerini süslüyorlardı. Büyük oğlu gibi gün kazanıp
gün yiyenlerin oturdukları kenar mahallelerle asfalt caddelerin
böğürlerinden derinlemesine dalınan ara sokaklarsa, bozuk parkeleri,
bel vermiş, kaykılmış harap tahta ya da kerpiç evleriyle hemen hemen
kırk elli yıldır bilip tanıdığı ara sokaklardı.
Şehrin hemen hemen göbeğindeki böyle sokaklardan birinde dişlerinin
harcı iki gözlü bir ev kiraladılar (...) Aylığı birkaç yüzden
başlayan apartmanlardan birinin katına yerleşecek değildi ya (...)
Öndeki odanın yan yana iki penceresi bozuk parkeli daracık sokağa
bakan eve yerleşildi “ (Orhan Kemal, 2008; 17-19).
Okuma Parçası II
İşçi mahallesi uyuyordu. Çürümüş tahta, paslı teneke ve kerpiç
yığınlarından ibaret evleriyle işçi mahallesi sanki bir seldi, bir
seldi de bu sel, uzak, çok uzaklardan yuvarlana yuvarlana, köpüre
köpüre, korkunç anaforlar yapa yapa gelmiş, yıllardan beri
mahallenin nabzı gibi atan fabrikanın ağır, beyaz taşlarla örülü,
kalın, sağlam ve yüksek dört duvarına dört yandan yüklenmiş, ama
duvarları aşamadan, takılmış kalmıştı.
Evler... Yan yatmış, diz çökmüş, bağdaş kurmuş, kapaklanmış, yahut
tam yuvarlanacakken tutunuvermiş evler, işçi evleri. Bu evlerin
çürük kapıları arada açılıyor, ya dal gibi bir kız, bir kadın, yahut
kocaman takunyalarıyla küçük bir çocuk, uyku dolu gözleriyle çıkıyor
(Orhan Kemal, 2004;12-13).
“İstanbul daima fakiri bol memleketti” (Tanpınar, 1960; 247).
İstanbul’da nereden geldiği belli olmayan yoksul işçilerden,
perişanlık içindeki köylülerden, hamallardan, çingenelerden, seyyar
satıcılardan, işsiz güçsüzlerden oluşan bir kitle her dönemde
varolageldi. Bekarlar ve belirli bir evi olmayıp tek başına
yaşayanlar hanlarda, bekar odalarında, kahvehanelerde, oda diye
adlandırılan, ayrı olarak yada dükkanların üst katına inşa edilmiş
mekanlarda barınırlardı. Yönetimin çeşitli dairelerinde çalışan veya
orduya mensup olan İstanbullular ne kadar çok olurlarsa olsunlar, bu
kesim kent nüfusunun devasa kitlesi içinde küçük bir azınlığı
oluşturmaktadır. Nüfusun faal kesimi esnaf grupları içinde toplanmış
tüccarlar, satıcılar, zanaatkârlar, işçiler, seyyar satıcılardan
oluşmaktadır. Meyve, sebze satıcısı, yoğurtçu, sucu, pabuç, toprak
tabak-çanak, testi ve kaba kumaş satıcısı, eskiciler; bütün bu küçük
“meslekler”, hiçbir nitelik gerektirmeyen bu seyyar satıcılar,
Osmanlı’nın erken işçi sınıfını oluşturmaya aday bu köksüzler,
İstanbul’a yeni gelen, topraklarından kopan köylülerden, başkente
daha iyi bir hayat fırsatını aramaya gelenlerin arasından
çıkmaktaydı. Seyyar satıcılar, dar sokakların ve ahşap evlerin bu
tanıdık ziyaretçileri, şehrin hayatına küçük ölçekli ticari canlılık
katmaktan çok öte, İstanbul’un yaşam tarzına renk katan önemli
aktörlerindendi.
Osmanlı yönetiminde görülmedik bir hızda Batıya, Anadolu dışına
taşan yayılma hareketi Anadolu’da köylerinde kum gibi kaynayan işsiz
ve ekmeksiz insanlar, geçim zorluklarıyla kıvranan kitleler, çift
bozan köylüler için önemli bir ekmek kapısıydı İstanbul ve Marmara
Bölgesi. Selçuklular döneminde olduğu gibi, şehirlerdeki zanaat ve
esnaflığa ticaret hayatının usta-çırak kadrolarını dolduranlar hep
köylerden geliyordu. Köylerinden, yurtlarından ayrılanların çoğu
“bekardı”; köylerinden kopan bu yersiz-yurtsuzlar için şehirlerde
“bekar odaları” şeklinde yapılan hanlar getirisi yüksek bir işletme
oluvermişti. Neredeyse tüm önemli Osmanlı şehirlerinde bekar hanları
bulunurdu. Bunlar çoğunlukla, isminin çağrıştırdığının tersine,
yolcu bekarlar için konaklama yerleri değil, şehirde çalışan
evlenmemiş yada evinden kopmuş işçilerin yatakhaneleridir (Karpat,
2002; 50). Evliya Çelebi Seyahatname’sinin “İstanbul içinde bulunan
mücerred yani bekar odalarını bildirir” adlı bölümde “bekar
odaları”nın sayısız ve çok yaygın olduğunu bildirerek, bunların
yerleri ve türlerini, kullanım farklılıklarını belirtir. “Yolgeçen
Odaları”nın hepsinden büyük olduğunu belirttikten sonra Mercan
Odaları, Mahmutpaşa yakınında Cephane Odaları, Pertev Paşa Odaları,
Süleymaniye’de Hilalci Odaları, Atpazarı’nda ve Büyük Karaman’da
kırkar bekarhane, Gedikpaşa Bekarhanesi ve Unkapanı yakınında yedi
azepler bekarhanesini anar (Evliya Çelebi, 2006; 281)
Çiftbozan levend, sekban ve suhteler, dolay çiftlik ve otlaklardan
inen çobanlar, büyük şehirlerin çehresini biçimliyorlardı. Kazançlı
kira getirdikleri için “bekar odaları” biçiminde yapılan hanlarda
yatıp kalkan, çarşı pazarlarda dolaşan, bugünden yarına geçimi
bulunmayıp ücretli çalışmaya, eş deyişiyle işçi sınıfını oluşturmaya
aday işsiz güçsüz yığınlar; 16. yüzyıl İstanbul’unun bu “küçük
insan”ları, Gelibolulu Mustafa Âli’nin demesiyle “yitik adam”lar,
çoğunluğu iktidarın meşruiyet uzmanı tarih yazıcılarının horlayıcı
değerlendirmelerine kurban edilen, üretim araçlarından yoksun bu
halk kesimi gezici ve geçici işlerle (suculuk, eşekçilik, hamallık,
sebze meyve satıcılığı, seyyar satıcılık, gece bekçiliği, kapıcılık,
hizmetçilik, gündelik işçilik), çoğunlukla sefil “bekar odaları”nda,
yırtık pırtık giysileriyle ancak yaşamalarına yetecek kadar
beslenebilecekleri koşullarda yaşardı. Geceleri sokakta,
bekledikleri dükkanların, çarşıların, hanların yada evlerin kapı
eşiklerinde, “bekar odaları”nda (Bingül, 2010) yatıp kalkan çoğu
fırıncı yada basit zanaat sahibi bu azgelirli ve çoğunlukla taşralı
kesim sık sık işsiz kalıyor, kıt kanaat bir yaşam sürüyor ve kent
toplumuyla bütünleşememenin sıkıntısını üzerlerinde taşıyorlardı.
Gerek ekonomik gerekse barınma açısından “gerçek marjinaller”di
(Bingül, 2007).
16. yüzyılda, dünyanın en büyük ve en kalabalık şehri olan İstanbul
“bekar taifesi”nin çekim merkezi idi. 18. yüzyılda da Anadolu’dan
gelen bekar erkekler kenti yığın yığın dolduruyordu. 19. yüzyılda da
uzaklardan İstanbul’a çalışmaya gelenler -1869 tarihli İngiliz
konsolosluğu raporlarına da giren- 150, 350 kişilik “bekar
hanları”nın odalarını mesken tutuyorlardı. Bu işçiler, belli bir
parayı kazandıktan sonra dönmek umuduyla ailelerini geride bırakmış
insanlardı. 1872 tarihli raporda bu meskenlerin genellikle berbat
olduğu yazılır. “Ancak zenginler taş ve tuğla (kargir) binalarda
oturabilirler. Geri kalan halk tahtadan, çamur ve kireçle sıvanmış
entipüften (ahşap) evlerde yaşar. Evlerin kötü bir planda kötü
malzemeyle yapılmış olmaları, kanalizasyon diye bir şeyin
bilinmemesine rağmen İstanbul’daki en düşük tabakalar bazı Avrupa
başkentlerindeki benzer tabakalardan bir ölçüde iyi yerlerde
oturmaktadırlar” (Türkcan, 1984; 35-36, 39). Eyüp, Kasımpaşa ve
Üsküdar ‘gecekondu’laşmanın ilk işaretlerini bağrında taşıyordu.
Ancak ülkenin ekonomik yapısında köklü değişimler gerçekleşmemiş;
İstanbul, Bizans ve Osmanlı döneminin bir süreği olarak önemli bir
yapısal değişim geçirmemişti. 19. yüzyılda kimi cılız endüstrileşme
hareketlerine tanık olsak bile, yalnızca dış dünya ile yaptığı
ticarette bir değişim görülüyordu. 19. yüzyılın son çeyreğine
gelindiğinde, deniz ve demir yolu ulaşımına bağlı olarak istasyon ve
liman tesisleri, gezginlerin, casusların ve tüccarların
konaklayacağı Hotel Angleterre, Pera Palas gibi oteller, zengin
bankerlerin sarayları, büyük mağaza ve bankalar kurulur, canlı bir
iş merkezi Karaköy’de dünyanın ilk metrolarından biri “Tünel”
1869’da faaliyete geçer; belediye kagir bina yapımını teşvik eder,
kentin ilk parkı ve tiyatroları hep aynı bölgede yoğunlaşır:
Beyoğlu; eski İstanbul’un ahşap yapılarına ve harap semtlerine
tepeden bakar. Öte yandan özellikle sur diplerinde biten
mahallelerde ayak esnaflığı, hamallık gibi işlerle günlük
nafakasının peşinde koşan alt gelir gruplarına mensup ailelerin
yerleştikleri Karagümrük, Haseki gibi sefalet mahalleleri doğar.
Atölye, tersane gibi yarı endüstriyel tesislerin, mezbahaların
çevresinde Balat, Fener, Hasköy ve Haliç kıyılarında bugünden geriye
baktığımızda ‘gecekondu’ diyebileceğimiz yerleşimler görülür. Alt
gelir gruplarının yaşadığı Eyüp, Kasımpaşa, Hasköy, Haliç çevresi,
Okmeydanı ve Üsküdar’da, Pera’daki yaşama tamamen ters bir yaşam
biçimlenir. Fiziki olarak ‘gecekondu’laşmanın işaretleri görülse de,
içerik olarak bin yıldır süregelen bir yapı söz konusudur en genel
olarak.
1930’lu yıllarda Türkiye’de ilk gecekondular Ankara’da yapılıyordu.
Ama henüz toplumda gecekondu ismi ortaya çıkmamış, “barakalar”
denilip geçiliyordu. “İstanbul’da 1930’lardan ve II. Dünya Dünya
Savaşı’ndan sonra hızlanacak gecekondulaşma olgusu başlamış ve bu
olgunun oturduğu az gelişmiş metropoliten yapı, 19. yüzyılda ortaya
çıkarak gittikçe büyüyen bir sorun haline geldi” (Ortaylı, 2008a;
204). İşte bu dönemde değişen Türkiye’nin ve İstanbul’un yükünü
taşıyanlara omuz verir, yazı verir üstad Orhan Kemal .
19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Haliç kıyıları sanayiye
açılmış, Eyüp de artık bir ziyaretgâh, seyir ve mesire yeri değil,
imalathaneler, sanayi çalışanlarının yerleştiği işçi mahalleri, orta
sınıf konutları ve mezarlıklardan oluşan bir kenar semttir.
Sirkeci’ye demiryolunun getirilmesi, Silahtarağa’da ülkenin ilk
enerji santralinin kurulması, Haliç’te Feshane, İplikhane, Defderdar
Yünlü Fabrikası ve diğer sanayi ve depolama yapılarının yoğunlaşması
Kasımpaşa, Hasköy ve Eyüp’te sanayi çalışanlarının yerleşme dokusunu
ortaya çıkarmıştır. Cumhuriyetin ilk dönemindeki kentlerin
planlanması çalışmalarında İstanbul için farklı ülkelerden Batılı
uzmanlar plan ve öneriler geliştirmiş, ancak hepsi de Haliç’i bir
sanayi alanı olarak görmüşlerdir. Bunlardan geniş ölçüde uygulanan
Prost Planı (1936) ile Haliç kıyılarında ve 1950’li yıllarda
Topkapı’da sanayi bölgelerinin tesisi, bunun yanısıra 1940’lı
yıllarda Rami yöresinde ızgara sistemle oluşturulmuş yeni yerleşme
alanına Balkan göçmenlerinin yerleştirilmesiyle sanayi ile içiçe
girerek, Haliç kıyısı boyunca kuzeybatıya doğru büyümüştür.
1950’li yıllardan başlayarak 1980’lerin sonuna kadar İstanbul’un
gelişiminde sanayi alanları temel belirleyici işlev olmuştur; konut
alanları sanayi alanlarının yer seçim kararlarına bağımlı olarak
gelişmiştir. 1950 yıllarında Kartal, Bomonti ve Kağıthane
bölgelerinde sanayi kuruluşları yer seçmiştir. Aynı şekilde
Gaziosmanpaşa, Bakırköy, Zeytinburnu, İstinye, Paşabahçe ve
Beykoz’da da çok sayıda sanayi kolu üretime başlamıştır. 1950’lerin
ortasında İstanbul, banliyo demiryolu hattının da etkisiyle, Marmara
Denizi kıyılarına koşut olarak batıda Yeşilköy, doğuda Bostancı’ya
uzanan bir alana yayılmış, kuzeyde Levent’e ilerlemiştir. Bu
yayılmada iki farklı konut üretimi öne çıkmaktadır. Birincisi
gecekondulaşmadır. 1940’lı yıllarda yeni yeni ekonomik politikalar
sonucunda başlayan göç olgusu 1950’lerden itibaren İstanbul’un
gelişiminde temel olgu haline gelmiştir. Sanayileşmeye bağlı bu ilk
göç dalgası ile gelenler, Haliç ve surdışındaki sanayi kuruluşları
çevresinde yerleşmişler, Zeytinburnu, Kağıthane, Taşlıtarla ve
Maltepe bölgeleri ilk gecekondu alanları olmuştur. İkinci konut
üretim biçimi ise apartmanlaşmadır. 1954 yılında tapu yasasında
yapılan bir değişiklikle kat mülkiyetine olanak sağlanması bu süreci
hızlandırmıştır.
13 Temmuz 1947 tarihli İstanbul gazetelerinin birinci sayfasında iki
haber yer alır: Marshall Planı kapsamında Türkiye’ye Amerikan
yardımı getirecek antlaşmanın imzalanması, öbürü de Anadolu’dan
kente gelen ailelerin boş alanlarda bir gecede inşa ettikleri
İstanbul gecekondularından biri. Bu tarih, Türkiye’de köyden kente
göçün başlangıç tarihi olarak alınabilir. Amerika’dan gelen dış
yardım, göç zincirinin iki yönlü tetikleyicisi olur. Çıkış
noktasında, makineleşme yoluyla tarımın modernleşmesine yardım eder.
Varış noktasında ise sanayi ve kent şantiyelerini arttırır (Bazin,
2006; 85-86). Marshall Planı ile Türkiye’ye 240 bin traktör girdi.
“Çeşit çeşit, boy boy renk renk tarım araçları. 950’den sonra
Türkiye’ye Amerika’dan akın akın gelmişlerdi ki, bunların sayesinde
Türkiye’de dinamik ziraat başlayacaktı” (Orhan Kemal, 2006a; 119).
Makineli tarım kısa zamanda organik enerjiye dayalı (öküz, saban
vb.) ekip biçme sürecini ortadan kaldırdı. Bunun sonucunda
1950’lerde iç göç ve 1960’larda Almanya başta olmak üzere dış göçler
başladı.
II. Dünya Savaşı yol açtığı tahribat Batı Avrupa’da 7.8, Doğu
Avrupa’da 5.6, Sovyetler Birliği’nde 17 milyondan daha çok insan
kaybına yol açmıştı (Gitmez, 1983; 49). Marshall Yardımı, yıkılmış
Avrupa’nın yeniden güçlenmesi yanında, büyüyen ekonomilerin
dışarıdan büyük sayılara varan işgücü sağlama zorunluluğunu da
getirmişti. Uluslararası sermayenin de Batı Avrupa’da yoğunlaşması,
özellikle 1950’lerde kitlesel yabancı işgücü kullanımını kaçınılmaz
kıldı. Savaşın yıkımını izleyen ilk on yıldan sonra alınan ekonomik
ve siyasal kararlar belirlendi: Yerliler ve göçmenler hızlı gelişen
ekonomilerin temelini atacaktır.
Federal Almanya’da savaş öncesi Doğu Almanya’dan gelen göçmenler
Demir Perde ve 1961’de inşa edilen Berlin duvarı engeline takıldı ve
gereken işgücü “gelişmekte olan” ülkelerden temin edildi. Aynı
dönemde işsizlik ve dış ticaret açığıyla karşı karşıya olan Türkiye
işçi göçünü teşvik etti. İlk işçi kafilesinin yola çıktığı 1961’den
dıçgöçün durdurulduğu 1973’yılına kadar Batı Avrupa’da 800.000
dolayıyında Türk işçisi çalışıyordu (Gitmez, 1983; 14). 1961 ile
1975 arasında resmen göç eden 950.000 Türk vatandaşından yüzde 80’i
Federal Almanya’ya gitti (Massicard, 2007; 314). Orhan Kemal’in hiç
değinmediği yabancı ülkelere bu işçi göçü Türkiye’de işçi-oluş
tarihi açısından üzerinde durulması gereken önemli bir olgudur.
II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, dünya sistemindeki yeni hakim
rolleri içinde Amerikan sermayesi ve ABD hükümeti Avrupa için bir
Kalkınma Programı geliştirmişti ve Türkiye de 1947 yılında bu
program kapsamına alınmıştı. Buna göre, “hür dünya”nın bir parçası
olan Türkiye’ye, askeri bağımlılık ve iktisadi liberalleşme
karşılığında hibe ve yardım yapılabilirdi. Amerikalı uzmanların
tavsiye ettiği yeni ekonomik model uyarınca Türkiye dünya pazarı
içinde uzmanlaşmalıydı; yatırımlar verimsiz fabrikalara değil,
tarıma ve tarıma dayalı sanayie yapılacaktı. Verimsiz sanayi
yatırımları yerine hükümetin kamu kaynaklarını karayollarına ve
diğer altyapı projelerine tahsis edilmesi öneriliyordu. Amerikan
yardımı yol yapım makineleri ve 15.000 traktörde somutlaşınca,
traktörle hem yeni tarım alanları açıldı, hem de ulaşım ağlarıyla
insanlar ve mallar piyasaya ulaşmaya başladı.
Marshall Planı kapsamında ilk gönderilen mallar traktörlerdi.
Türkiye’de hız kazanan traktör ithalatı tarım alanında başlayan bir
devrimi haber verir. Traktör ve tarımda makineleşmeyle birlikte
sulamanın yanı sıra, mahsul yetiştirmeye elverişsiz diye bilinen pek
çok arazinin açılması, yeni toprakların kazanılması sonucunu
doğuracaktır. Makine kullanmakla birlikte çiftçi, piyasaya bir
müstahsil olarak giriyor demektir ki, bu yeni bir karakterdir.
Traktörle birlikte yeni aylak(lar/)lık, artık emek önemli bir sorun
olarak karşımıza çıkacaktır.
Amerikalıların raporlarında vurgulandığı üzre, Türkiye modernleşme
hamlesini tarımdan başlatmak zorundaydı. 1948-1952 yıllarında
traktör sayısı 1750’den 30.000’e fırladı. 14.5 milyon hektar olan
ekilip biçilir alan 1956’da 22.5 milyon hektara çıktı. Demokrat
Parti yönetiminin ilk üç yılında tarım ürünleri bollaştı, çiftçinin
geliri gözle görülür ölçüde arttı. Kârlar, ücretlerden daha hızlı
artsa da kentlerde de gelirler yükselmişti. Hükümet, Türk
burjuvazisinin 1940’larda biriktirmiş olduğu kârları yatırıma
dönüştürmeye başlayacağını umuyordu. Öyle olmadı; Demokratların arzu
ettiği ölçüde yatırım yapmakta tereddüt ettiler. Sonuçta liberalizme
düzülen övgüye rağmen, yatırımların yüzde 40-50’sini devlet yapmak
zorunda kaldı (Zürcher, 2007; 326-327).
M. S. 1. yüzyılda Augustus tarafından yapılan sayıma göre
Anadolu’nunun nüfusu 13 milyon dolayındaydı. Türkiye’nin 1927’deki
ilk nüfus sayımında Anadolu’nun nüfusu yine 13 milyon dolayındadır.
Yüzyıllar boyunca yönetenler, diller, inançlar değişmesine, 11.-17.
yüzyıllarda önemli göçlere, büyük veba salgınına (14. yy.) karşın
Anadolu’nun gıda üretim biçimi, bir başka deyişle 13-15 milyon
insanı besleyen saban ve öküze dayalı tarım değişmemişti (Kıray,
2006; 155, 185). Amerikalı iktisatçı Max Weston Thornburg 1949
Türkiye’sinde kaleme aldığı “Turkey: An Economic Appraisal” adlı
araştırmasında şu gözlemini aktarır: “Türklerin beşte dördü köylerde
yaşar ve ziraatle meşgul olur. 40.000 köy bin seneden beri hemen
hemen hiç değişmemiştir. Bu köylerde insan M. Ö. 3000 senesinde
Sümerlilerin resimlerini yapmış oldukları parmaklıksız tekerlekli
kağnıyı, kadim sabanı görür” (Tütengil, 1983; 67). 1948 sonrasında
Anadolu tarımında görülen teknolojik değişme, Anadolu tarımının
geçirdiği ilk teknolojik değişme değildi. 1830’lardan sonra
yarı-koloniyel hale gelerek dış pazara açılan Anadolu’ya 1900’lerden
beri karasabanın yerine pulluk girmeye başlamıştı. bu değişme,
geçimlik bir tarımsal üretim ünitesinden, Pazar için küçük üretime
geçebilmeye olanak sağlar. Böyle bir üretim ise köy içinde mülkiyet
farklılaşması ve işbölümü farklılaşmasına olanak sağlayan bir
dönüşümün başlaması demektir. Ama bu dönemde Anadolu’da ulaştırma
sisteminin yeterince gelişmemiş olması yüzünden üretim ancak küçük
yerel Pazar içinde pazarlanabilmekte, dolayısıyla büyük kapitalist
işletmelere geçebilmek için gerekli mekanizmalar oluşamamaktadır.
Ancak demiryollarının ulaştığı alanlar ile Ege ve Adana bölgesi gibi
dış pazarla ilişkileri yüksek yörelerde büyük kapitalist işletmeler
doğabilmiştir. Türkiye’nin bir Pazar olarak bütünleşmesi ancak II.
Dünya Savaşı sonrası karayolu programının uygulanması sonucunda
gerçekleşmiştir. Bu süreçte bir yandan tarımda insan ve hayvan
gücünden, makine gücüne, bir başka deyişle organik enerjiden organik
olmayan enerjiye geçilmiş; öte yandan ülke pazarı hızla bütünleşmiş
ve yerel Pazar için üretimden, ülke pazarı için üretime geçilmiştir
(Tekeli, 2008; 75-76).
Tarımın modernleşmesi, makineli, sulamalı, yeni tohum türleri ve
suni gübreli üretime geçiş II. Dünya Savaşı’ndan sonra olmuştu.
Türkiye’nin bir tarım toplumu olma özelliğinin belirgin biçimde
sürdüğü, toplam işgücü içinde ücretli çalışanların payının çok
sınırlı olduğu bu dönemde ortakçı-yarıcı olarak çalışan köylüler,
makineleşme emeğin yerini aldığı için, yarıcı olmaktan çıkmışlar,
topraktan kopmuşlardı. Bunların bir kısmı el emeği gerektiren
işlerde düşük gelirli gündeliklerle emeğini satan tarım işçileri
haline geldi, bir kısmı da tarımdan tamamen koparak şehirlerde
emeklerini değerlendirmek üzere göç ettiler, sanayi ve hizmet
sektörü için kentsel işçi rezervlerine katıldılar ve gecekondu
bölgelerinde yaşamaya başladılar. Dışardan gelenlerle yerleşim
alanlarının nüfusunun artması, boş alanlarda yada eski tarım
alanlarında gecekondu ve apartman tipi konutların çoğalması İstanbul
başta olmak üzere şehirlerin şişmesine, büyümesine yol açtı. Eski
tarım alanları yerleşmeleri sanayi faaliyetlerinin öncülüğünde
şehirsel fonksiyonlar kazanarak şehre eklenmelerine karşın bu
gelişimi “süburbanizasyon” olarak nitelemek zordur. Bir çok yazar bu
olayı yalancı şehirsel yerleşme (pseudo-urban) yada yalancı
banliyöler (pseudo-suburban) olarak adlandırmayı yeğleyecektir. Bu
süreç, şehirlerin sanayileşme hızı tarımın modernleşmesinden çok
daha yavaş olduğu için, Mübeccel Kıray’ın “sahte şehirleşme” diye
niteleyeceği bir oluşuma yol açtı. “Nüfusun şehirlerde oturan
oranının artması ile asıl modernleşmeyi belirleyen, sanayide çalışan
nüfusun artma oranı arasında bir ilişki yoktu” (Kıray, 2006; 131).
“Şehre kırsal kesimden gelen göç şehirde yaratılan örgütlü işgücüne
kendisinin marjinal kesim yaratma kapasitesine bağlı olarak marjinal
kesim içinde iş vermektedir. Başka bir deyişle, kırsal kesimden
şehre göç, boş iş alanlarını doldurmak için gelmektedir” (Tekeli,
2008; 138). Peki ama, hal böyle iken neden geliyorlardı? Bilmiyorum.
İkincisi, 1960- 1973 yılları arasında Avrupa’ya bir milyonu bulan
fevkalade yüksek orandaki işçi göçü Türkiye’de işçi-oluşun önemli
bir bileşenini oluşturuyordu. Romancılığının olgunluk döneminde bu
işçi göçüne tanık olan Orhan Kemal, görebildiğim kadarıyla,
yapıtlarında bu konuya hiç değinmemişti.
1950 Tarım Sayımı sonuçlarına göre ailelerin yüzde 12,20’si tümüyle
topraksızdı; Siyasal Bilgiler Fakültesi tarafından gerçekleştirilen
Türkiye’de Zirai Makineleşme araştırması ise makineleşme sonucu
işsiz kalanların beşte birinin şehre veya kasabaya gittiğini, beşte
dördünden fazlasının ise köylerde kaldığını ortaya koyuyor. Bu
durumda, kazanç için giden (mevsimlik, geçici) işçilerin büyük
çoğunluğunun tarımsal faaliyet alanlarında çalıştığı çıkarsanabilir.
Bu, 1950’li yıllar itibariyle henüz kentlerin bu işgücünü çekecek
düzeyde gelişmemiş olmaları ve ulaşım olanaklarının henüz gelişmemiş
olması yanında, tarım kesiminin de şöyle yada böyle ücretli
işgücünün büyük bir bölümünü hâlâ istihdam edebildiğini
göstermektedir (Makal, 2002; 128-129).
İstanbul’un fethinden Celali İsyanları’na, emek göçü/göçer işçi yeni
bir olgu değildi (Kasaba, 2005), ancak, göçün içeriği niteliksel bir
değişim geçiriyordu. Osmanlı İmparatorluğu boyunca göçlerle içiçe
yaşayan bu coğrafyada gurbetçilik, mevsimlik göç biçimi idi.
Asırlardır göç edenler yılın bir kısmı şehirde çalışır, esas
itibariyle köyde yerleşiktirler. Şimdi ise kentte sürekli kalmak,
gelişen sanayilerde iş aramak için göç ediliyor, köye mevsimlik
işler için dönülüyordu. 1950’lerden sonra göç edenler kentte sürekli
çalışabileceklerinden emin olduklarında oraya yerleşip ailelerini
yanlarına getiriyor ve böylece kendi gurbetçiliklerine son vermekte
tereddüt etmeyenlerin kitlesel göçleri asırlık gurbetçiliği kısmen
sona erdiriyordu. Göçün genel akış yönü doğu ve Karadeniz ağırlıklı
olmak üzere kuzeydeki dağlık, yoksul ve azgelişmiş kesimlerden
Marmara ve Orta-Batı Anadolu bölgelerineydi.
Kente gelen “yorganlılar”, “gurbet kuşları” çok düşük gelirlere
sahiptiler. O gelir seviyesinde, mimarlar ve mühendisler başta olmak
üzere modernitenin savunucuları meslek sahiplerinin meşru gördüğü
bir şekilde konut yapma olanakları yoktu. Belli ölçüde paraları olsa
dahi modernitenin gereklerine uygun bir arsa alıp, bir plan
yaptırıp, yapı ruhsatı aldıktan, binasını kurallara uygun olarak
inşa ettikten sonra, oturma ruhsatı alması ve daha sonra orada
yaşamaya başlaması, köyden koparak kente yeni gelenlerin
gerçekleştirebileceği birşey değildi. Dahası, II. Dünya Savaşından
çıkmış, çok partili bir siyasal yaşama girmeye çalışan Türkiye ve
onun karar vericileri hızlı bir kentleşme beklentisi içinde
değillerdi.
Orhan Kemal’in “Gurbet Kuşları” adlı romanında yer verdiği
Türkiye’nin ilk gecekondu ilçesi Zeytinburnu ve 1950’de sadece 358
nüfusa sahip Eyüp’e bağlı bir köy olan Sağmalcılar’ın (Bayrampaşa)
bugünkü haline gelmesinde sanayi ile iç ve dış göçler başrolü oynar.
Kuruluşundan beri (1927) sütçülük ve tarımın başlıca ekonomik
faaliyet olduğu Sağmalcılar’da ilk kez 1952 yılında sanayi tesisleri
kurulmaya başlar. Bu gelişme ile fonksiyonel değişime uğrayan
yerleşimin nüfusu, işçilerin sanayi kuruluşlarında çalışmaya
gelmesiyle, büyük ölçüde artar. Hemen ardından, Orhan Kemal’in
İstanbul’dan Çizgiler’de anlatacağı Rami, Sağmalcılar’ın adeta
devamı Esenler, Güngören, Safraköy (Sefaköy), Kocasinan vd. çorap
söküğü gibi gelir. 1950 yılında yerleşime açılır açılmaz Birinci
Levent’te 1951 ve 1952 yıllarında imalata başlayan iki ilaç
fabrikasını 1957’de bir radyo fabrikası izler. Hızla çoğalarak
Gültepe ve Harmantepe olarak adlandırılan gecekondu yerleşme
alanları ortaya çıkar. Buralarda sanayi faaliyetlerinin başlaması
her şeyden önce işçi talebini artırmış, dolayısıyla gecekondu yada
apartman türü konutlarla iskan alanı gelişmiştir. Sanayi
kuruluşlarının faaliyete geçmesi, artan nüfusun ihtiyaçlarına cevap
verecek ticari ve sosyal kuruluşların da çoğalmasına ve
gecekondulaşmayı hızlandırmaya yol açar (Tümertekin, 2006; 83-84,
98-99).
1948 yılında gecekonduları önlemeyi amaçlayan ilk yasa
çıkarıldığında, büyük kentlerde 25-30 bin dolayında gecekondu
yapıldığı tahmin ediliyor. 1953 yılında izinsiz yapılara yönelik
ikinci yasa çıkarıldığında gecekondu sayısı 80 bini bulmuştu. 35
yıla yayılan dönem içinde çıkarılan yasalara karşın bu rakam, 1960
yılında 240 bin, 1983 yılında 1.250.000’ e çıkmıştı. Bu
gecekonduların yüzde 90’ı Ankara ve İstanbul’un yer aldığı İç
Anadolu ve Marmara bölgesi ile Akdeniz ve Ege bölgelerindeydi.
İstanbul ve Ankara başta olmak üzere bu gecekondular şehirlerin
sanayi kuruluşlarına kucak açan semtlerde, fabrikalar çevresinde
türemiş ve çoğalmış, bir yandan da sanayiden bağımsız olarak,
kentlerin belediye sınırlarına yakın, dolayısıyla kolluk güçlerinin
denetiminden uzak kesimlerdeki arsalar üzerine yapılmıştı (Keleş,
1983; 196-198). Türkiye’de kentsel yerleşimin toplam 21 milyonluk
nüfusa oranı 1950’de yüzde 18; 1960’da yüzde 26’dır; 1970’de yüzde
35, 40 milyonluk nüfusa ulaşan 1975’de ise yüzde 41’dir. (Tütengil,
1983; 15-16). Çalışma Bakanlığı’nın yayınladığı Çalışma adlı
derginin Mart 1946 tarihli sayısında, Türkiye’deki toplam işçi
sayısının verilerine bakalım: Orta ve büyük sanayide çalışan işçi
sayısı 275 000 iken, tarım, küçük sanat, ev sanatı, küçük sanayi ve
deniz işçileri 426 000’dir; toplamda 726 000 işçi. Aynı dönemde
çalışabilir nüfusun işgücüne katılma oranı yüzde 49’dur. Buna göre
ücretlilerin işgücü içerindeki oranı yüzde 8,85, toplam nüfus
içindeki oranı ise yüzde 4,34’dür. 1955’de toplam çalışan nüfus
içinde ücretlilerin oranı yüzde 13,31, 1960’da yüzde 18,76, 1965’de
22,41’dir (Makal, 2002; 118-120). Bu rakamlardan kırsal nüfusun
ağırlıkta olduğunu, ülke nüfusunun artışına bağlı olarak da bu
yapının hızla çözülme sürecine tabi olduğunu çıkarabiliriz. Bu
rakamlardan köylü-işçiyi anlatan Orhan Kemal’in neden “gerçek
işçi”yi anlatamadığının ip uçlarını da buluruz
Bu verileri ücretli çalışma ilişkileri bağlamında eşelediğimizde
şunu görüyoruz: 1965 genel nüfus sayımına göre çalışır nüfus toplamı
yuvarlak hesapla 13,5 milyon. Bunun yuvarlak olarak 3 milyonu
şehirde, yine yuvarlak 10,5 milyon kırda; şehirde ücretli çalışan
nüfus hep yuvarlak 2 milyon, kırda 1 milyon; yuvarlacık 3 milyonu
kendi hesabına çalışanlar ve 6 milyonu da aile işinde ücretsiz
çalışanlar olmak üzere kırda yuvarlananların sayısı ise yusyuvarlak
9 milyon (Tütengil, 1983; 47). Ezici bir çoğunluğu kırlarda yaşayan
çalışabilir nüfus, ücretli çalışmaya dahil değildir. Olur şey değil.
Bu yuvarlak rakamlar birilerinin yuvarlak ensesini, yusyuvarlak
göbeciğini ve iştahını kabartıyor olmalı. Kimin? Bir elde puro, bir
elde fiski bardağı -karikatür. Bu atıl emekten faydalanmalı değil
mi? Nasıl ve kimin çıkarına? İşte kendi yağıyla köylerde kavrulurken
İstanbul’a, şehirlere gelen yorganlılar, Orhan Kemal’in bir
mektubunda demesiyle: “hani şu, insana kulağıyla filan bakan,
İstanbul’un şerefli meydanlarında hergele sürüleri gibi
kovalananlar” (Otyam; 1974; 200), “Gurbet Kuşları”, şantiye alanına
dönen İstanbul’un inşaatlarında çalışmak üzere şehirlere akacak,
romanın başlarında, daha Haydarpaşa garında tirenden iner inmez de
aşağılanacaklardır.
“Hani şu yeni yollar açma, buldozer denilen, eski çağların iri
bedenli hayvanlarını hatırlatan yıkma makinelerinin İstanbul’u toza
dumana kattığı “bedelsiz istimlak” günlerinde İstanbul’a akın akın
gelen Gurbet Kuşları!
Bekleşiyorlardı. Kir pas içinde, isli, perişan bir kalabalık. Ne
halt edeceklerini şaşırmışçasına düşünceli. Gözler yerde, bakışlarda
keder, duruşlarda hüzün...
Yanlarında duruşumuzdan ürktüler. Yıllar yılı “Efendi”, “Bey”, “Bay”
takımından işitmedikleri kalmamış. Ürküyor, korkuyorlar. Nasıl
korkmasınlar ki, “İstanbul’u kirleten, pisleten” onlar. “Ne diye
tarlalarını, evlerini barklarını bırakıp” geliyorlar? Otobüslerde
kalabalık yaratan, otobüsün temiz havasını kirleten, yabancılara
karşı tek ayıbımız onlar!” (Orhan Kemal, 1960/2007c; 181-182).
1950’lerde sanayi kapasitesi, hızla artan ama vasıfsız olan işgücüne
iş sağlamakta yetersizdi. Bunun sonucunda da göç edenlerin bir
bölümü sanayide sürekli bir iş bulabiliyor, çoğu ise ya geçici işçi
yada seyyar satıcılık yapıyordu. Gecekondu bölgelerinde yerleşen
aile reislerinin büyük çoğunluğu küçük memurluk, şoförlük,
marangozluk, duvarcılık, terzilik, oto tamirciliği, becerisiz işler,
küçük ticaret, seyyar satıcılık, çeşitli eşya tamirciliği (musluk,
ayakkabı, bisiklet vb.) gibi işlerle uğraşmaktaydılar. Kırsal
kesimden kentsel kesimlere gelen kişiler, buradaki çalışma yaşamının
gereksindiği nitelik ve eğitime sahip değillerdi. 1961 yılı
itibariyle İstanbul sanayi bölgelerinde işçilerin yüzde 17’sinin
nitelikli, yüzde 55’inin yarı nitelikli, yüzde 25’inin de niteliksiz
olduğunu görüyoruz (Makal, 2002; 114-115). Kemal Karpat’ın 70’lerin
başında İstanbul’un bugünkü adıyla Hisarüstü ve Baltalimanı’nda
yaptığı alan çalışmasından öğrendiğimize göre, bu gecekondu
bölgesinde yaşayanların çalıştığı iş ve mesleklerin başlıcaları
şunlardır: İnşaat ustası, şoför, garson, hizmetçi, uşak, sütçü,
aşçı, taş ustası, benzinlik işçisi, hizmetli-kapıcı, hamal, çaycı,
tezgahtar, seyyar satıcı, bahçıvan, manav, bakkal, demirci vb.
(Karpat, 2003 ; 163-164). Bütün bu uğraşlar sanayileşmiş bir
toplumsal düzene ait değildir. Denklerini alıp İstanbul’a gelenlerin
göçünü anlattığı “Gurbet Kuşları” başta olmak üzere Orhan Kemal
edebiyatını dolduran da işte bu kesimlerdir. Berber, bakkal, iplik
fabrikasında ateşçi, küçük memurlar, katip, eskici, işsiz, hayta,
bekçi, trikoda, çorapta çalışan, tütüne giden gündelikçi kızlar...
“Beyaz başörtülü annesi, Balkan Harbi’nde şehit düşen ağabeyi,
kocaman bıyığıyla babası... Babası iri yumruklarıyla hamur
yoğuruyordu. Alnı bulgur bulgur terlemişti ama aldırış ettiği yoktu.
Alışkındı. Çocuklarının ekmeğini bu işten, börek işinden
kazanıyordu” (Orhan Kemal, 2003; 7), börekçiler bu edebiyatı
doldurur.
“İşçi sınıfı” bir kavram olarak, kapitalizmin ve sanayileşmenin
gelişmesiyle ortaya çıkan bir toplumsal kategoriyi dile
getirmektedir. Üretim araçlarına sahip olmayan işçi, emek
piyasasında emek gücünü satarak yeniden üretimini sağlamaktadır. Bu
anlamda işçinin işgücü piyasasında emeğini satmaktan başka bir gelir
edinme yolu bulunmamaktadır. Böyle bir tanım ‘saf’ anlamda bir işçi
sınıfı tanımı, bir ‘ideal tip’tir. Toplumsal gerçekliğin değişen
koşullarında ise böyle bir ideal tipe rastlanma olanağı sınırlıdır.
Dünya kapitalist sistemi içinde merkez ülkelere eşitsiz bir şekilde
bağımlılığı sonucu işçi ücretlerinin maliyetlerinin pahalı bir unsur
olması nedeniyle, metropol ülkelerde yaşandığı biçimiyle tam bir
işçileşme gözlenmemekte, yarı- proleterleşme, alt-proleterleşme yada
köylü-işçi gibi terimlerle nitelenen bir ‘eksik’ işçileşme süreçleri
gözlenmektedir. Türkiye gibi yarı-çevre ülkelerde enformel sektör
faaliyetlerin giderek yaygınlaşması, ‘ideal tip’ anlamında tam bir
işçileşmenin yaşanmaması anlamına geliyor. Enformel sektör, yasal
koruma ve güvencenin olmadığı her türden küçük girişimcilik ve
düzensiz işçiliği ifade etmektedir. Seyyar satıcılar, mevsimlik
işçiler, geçici sigortasız işçiler, kendi hesabına çalışanlar
enformel sektörün heterojen görünümünü yansıtır (Demir, 1995;
70-71).
Şehre ait olmaktan çok şehre bitişen bir kasaba izlenimi verir Orhan
Kemal külliyatı. Köyden kente göçe maruz kalan yeni bir tip insanın
sancıları, değişimi, hele hele ücretli çalışmanın mahsulü “işçi”
yeni yeni boy göstermektedirler. Orhan Kemal’in kahramanları
zanaatçılar, küçük memurlar, işçiler, köylüler ve ırgatlar,
serserilerin elebaşları, evsiz barksızlar, fahişelerdir vb.’dir.
Yazar, fabrikatörlere, müteahhitlere, toprak ağalarına da değinir,
ama onun asıl ilgilendiği şehre düşmüş günlük nafakasının peşinde,
alın teriyle geçimini sağlayan küçük insanların, emekçi halkın
yazgısıdır. Kırsal yaşam koşullarında hayat mücadelesi veren
köylüleri değil, gurbete düşmüş ve büyük kentteki yaşama dahil olan
köylüleri anlatır (Uturgauri, 1980; 183-184). Orhan Kemal’in
anlattığı işçiler Türkiye’nin sanayileşme sürecinin başlangıç
yıllarının işçileridir; henüz gerçek sanayi işçileri değildir; bir
ayağı köyde bir ayağı şehirde köylü-işçilerdir. “Bence, Orhan Kemal
işçileri, romanlarından çok, Grev gibi, Uyku gibi hikayelerinde
başarıyla anlatmıştır” (Fethi Naci, 1981; 333-344). Bu çok ilginç
bir edebi durum -eşelenmeli. 1935-1945’lere M. Ş. Esendal,
1945-1955’lere Sait Faik öyküleri damgasını vururken 1955-1965’lerin
Türk hikayeciliğine Orhan Kemal damgasını vuracaktır;
1965-1975’lerde Türk hikayesinin bayrağını Füruzan devralacaktır.
Henüz ne yazdığı hikayeler ortada yokken, dahası Türkiye’de işçi
sınıfı yok iken Nazım Hikmet’in Bursa cezaevinde, “inanıyorum ki
işçi sınıfının en büyük yazarı olacaksın” dediği Orhan Kemal
hakkında Kemal Tahir’e 1941 yılında yazdığı mektupta, “amele
muhitini vermekte rekor bence hala yazıları henüz intişar etmeyen
Reşit Kemali [Orhan Kemal –İB]’nindir” (Nazım Hikmet, 1975; 94),
demesi; Orhan Kemal’in isim babası Kemal Sülker’in 1943’te Yurt ve
Dünya’da “Orhan Kemal’de işçilerin hikayecisi olmak istidat ve
temayülü bulunduğunu bildirmeliyiz (...) O fabrika işçisinin bizzat
realitesinin aksi olan yaşayış tarzlarını çok ustaca anlatmakta ve
bizde yapılmamış olan fabrika işçileri hikayeciliğinde adeta ihtisas
sahibi olmaktadır” (Sülker, 1988; 27-28) demesi Orhan Kemal’in
belirli çevrelerce desteklenmesini, her sosyoloji tarihsel olmalıdır
diyerek, edebiyat sosyolojisine havale ediyorum. İşin bir de roman
tarihi ve sosyolojisi boyutu var: Batı’nın 16. yüzyılından
başlayarak günümüze kadar bir dizi medya kurumunun gelişimiyle
birlikte enformasyon ve sembolik biçimler görülmedik bir boyutta,
ama hep pazarda alınıp satılabilen metalara dönüştürülerek, zaman ve
mekanda yayılmış bireylere ulaştırılmayı güderek (yeniden) üretildi
(Thompson, 2008; 25). Tarihsel olarak “piyasa toplumu”nun icadı olan
roman, edebi mal olma karakterine sıkı sıkıya bağlı oluşuyla öbür
edebi sanatlardan ayrılır, Cioran’ın demesiyle “edebiyatın kaldırım
orospusudur”. İki, Orhan Kemal Türkiye’de ücretli çalışma
ilişkilerinin belirdiği yıllarda, çok kısa bir ücretli katiplik
dışında, hayatı boyunca ücretli çalışan/işçi olmamış, geçimini
yazdığı romanların sırtından sağlamıştır ve kanımca –Bereketli
Topraklar, Murtaza gibi dünya romanında seçkin bir yeri olan bir kaç
romanı dışında- vasatı zorlayan romanlar yazmasının bir nedenidir de
bu. Hikayelerini bu vasatın dışında, çok çok üstünde tutuyorum.
Türkiye’de kentlere göç edenlerin büyük bölümünün formel sektörde ve
süreklilik, iş güvencesi, daha yüksek ücret koşulları altında
istihdam edildiğini söylemek olanaksızdır. Çünkü, kentsel kesimin
gelişme hızı, kırsal kesimden göçenlere bu tür iş olanakları
sağlamayacak kadar düşük boyutlarda kalmaktadır. 1951 tarihli
Milletlerarası İmar ve Kalkınma Bankası (Dünya Bankası) raporuna
göre “nüfusun şehirlerde tekasüfü (urbanization) hadisesinin dikkati
çeken herhangi bir ölçüde vukua gelmemiş bulunduğu Türkiye’de,
devamlı bir endüstriyel işgücü göze batar derecede kifayetsizdir.
Bilhassa, mütehassıs olmayan işçi zümresi ziyadesiyle seyyaldir;
mevsim vaziyetine göre zirai faaliyetlerle endüstriyel faaliyetler
arasında hareket halindedir” (aktaran Buğra, 2008; 116). 1950’li ve
1960’lı yıllarda gecekondu bölgelerinde yapılan araştırmaların
sonuçları, bu bölgelerde nüfusun genellikle küçük çaplı ticaret,
esnaflık, becerisiz işçilik ve küçük memurluk ile marjinal işlerde
çalıştıklarını ortaya koymaktadır. İşportacılık, araba siliciliği
vb. İşlerden oluşan marjinal işler kategorisinin temel özellikleri
ise formel sektörden farklı olarak; devamlılık niteliği taşımaması,
düşük verimlilik, işe giriş-çıkış engellerinin olmaması, düşük
sermaye gerektirmesi, yüksek bir iş değiştirme oranına sahip
olmasının yanı sıra Türkiye’de yaşanan toplumsal dönüşüm sürecinin
ekonomik ve toplumsal sancılarını azaltıcı yönde rol oynaması, bazı
sorunları emen bir tampon mekanizma oluşturmasıdır (Makal, 2002;
140).
Gurbet Kuşları’nda köyden denkleriyle gelen İflahsız’ın Yusuf
inşaatlarda duvarcılığı öğrenir, bir kabzımal-müteahhidin yanında
katiplik yapar: “çalışmalıydı ki, para biriksin, günün birinde de
bir yerlerde bir arsa satın alıp, Hatça Ablasıgil gibi, iki oda bir
sofalı küçük ama kullanışlı bir gecekondu kursunlar” (Orhan Kemal,
2007; 165). Köyden babasını da getirtir; İstanbul’un ilk gecekondu
bölgesi diyebileceğimiz Zeytinburnu’nda kendi gecekondusunu yapma
uğraşı verirken roman biter. Erguvanlar şehri caanım İstanbul’un
estetiğine hiç yakışmayan, Feriköy, Darülaceze, Zeytinburnu,
Taşlıtarla dolaylarını çepeçevre saran, gecekondu bile denemeyecek
alt alta üst üste evler; “evden çok, hatta gecekondudan çok tavuk
kümeslerine benzeyen tahta barakalar”ı, ne A. Hamdi Tanpınar, ne Y.
Kemal Beyatlı, ne de göbekbağısız O. Pamuk’un İstanbul kitaplarında
bulamadıklarımızı ölümünden sonra yayınlanan “İstanbul’dan Çizgiler”
adlı kitabında ve öbür romanlarında, Türk hikayesini yükselten
hikayelerinde anlatacaktır Orhan Kemal (2006; 145-147).
Sanayi kuruluşlarının şehir dışı, hatta şehir içi dağılışları ile
gecekondu alanları arasında mekansal ilişkiler gözlemlenmektedir.
İstanbul çevresindeki sanayi kuruluşları ile gecekondular adeta yan
yana ve birlikte kurulmaktadırlar. Orhan Kemal edebiyatında
işçi-oluş bağlamında iki olguyu yan yana koymak istiyorum. Biri,
Orhan Kemal İstanbul’a otuz beş yaşında, 1951 yılında geldi. İkinci
olgu da şu: 1950’de 400.000 olan ücretlilerin sayısı 1965’te 2
milyona yaklaşmıştı (Karpat, 2007; 97). Sadece 1964 yılına ait
bilgilerin ışığında Türkiye’deki büyük sanayi kuruluşlarının yüzde
42,9’u, işçilerin de yüzde 35’i İstanbul’dadır. Fakat birçok sanayi
kolunda İstanbul’un payı çok daha fazladır. Örneğin giyim eşyası,
kimya, madeni eşya, elektrik aletleri sanayi kollarında, İstanbul
Türkiye’deki kuruluşların yüzde 50’sinden fazlasına sahiptir.
İstanbul’da 20 ve daha fazla işçi çalıştıran 700 kuruluşta 116.605
işçi vardır (Tümertekin, 2006; 62); 20’nin altında işçi çalıştıran
birçok sanayi kuruluşunu da buna eklersek işçi sayısı çok daha
fazladır. Bu 700 kuruluş içinde dokuma sanayi 32.052’lik işçi sayısı
ile başı çeker; onu 19.979 işçi ile madeni eşya ve makine, 9316 ile
sağlık malzemesi ve ilaç izlemektedir. Bu sayısal olgulara bir ek
daha: İstanbul’daki sanayi kuruluşlarının sadece 13’ü devlet
sektörüne aittir. Bu sayı 700 kuruluş arasında pek önemsiz gibi
görünmesine karşın devlete ait kuruluşların hemen hepsinin çok büyük
oluşları nedeniyle çalışan işçi sayısı, ödenen ücretler ve yaratılan
değer bakımından devlet sektörü bazı sanayi kollarında ağırlığını
hissettirir, ki bu da bir başka parantez açmamızı gerektirir.
Bu veriler ışığında diyebiliriz ki, İstanbul bir işçi şehridir –yıl
1964. 1964 aynı zamanda, senaryosunu yazdığı “Gurbet Kuşları” adlı
filmin çekildiği yıldır. Üstad Orhan Kemal’i üzmek istemiyorum ama,
bayağı bir senaryodur. Orhan Kemal 1947-1960 yıllarının
köylü-işçisini, adlandırmakta zorlandırdığım bir duyarlılık içinde
yansıtmış; İstanbul’daki işçi-oluş duyarlılığına nüfuz edememiştir.
Günlük nafakasını çıkarma anlamında para için yazdığı romanlarda ve
senaryolarda ne yazık ki, melodrama kaymıştır diyip görece
hafifleştirerek bu konuyu daha fazla deşmiyorum. 1958 ve 1959
tarihli mektuplarında “’Boktan yayınlar serisi’ tutturmak üzereyim.
Esat Mahmut, Kerime Nadir vesairenin tarzı şeyler. Başka çıkar yol
bulamadım”; “Kötü senaryo yapmaktan gına geldi, nerdeyse öğüreceğim”
yazar. 11. 9. 1961 tarihli mektubunda “neme lazımdı benim senaryo
menaryo. Boktan bir sürü bezirganın elinde oyuncak oldum. Hooş, gene
de eksik olmasınlar. On yıl hemen hemen sırtlarından geçindik. Çocuk
okutup büyüttük” (Otyam 1975; 146, 150, 225-226). Susuyorum.
1950-1970’daki gecekondulaşmaya, işçikondulaşmaya bir de
romankondulaşma eşlik edecektir. Türkiye edebiyatında
romankondulaşmaya burada değinmeyeceğim (Bingül, 2008). Buna karşın
şu kadarını söylemeden geçmeyeyim: “Roman” dışsal olarak, ortaya
çıkışı, biçimi itibariyle yeniydi: tarihin ve toplumsal koşulların
ürünüydü; zihinsel kurulum olarak ise Eski Yunan’a köklenebilecek,
özellikle de Rönesans resminde merkezi perspektifle pekiştirilen
mimesis’e dayanmasıyla yeni değildi. Bir başka türlü dersek, Avrupa
“roman”ı, gerçeği taklit etme temelinde yükseliyordu; öyle ki, Batı
kültüründe bu taklit adeta gerçeğin yerine geçiyordu. Orhan Kemal’in
önünde bir, köylü çokluktan işçi çokluğa geçen Türkiye’de uç vermeye
başlayan yeni bir gerçek vardı, bir de kökü Türkiye’de olmayan ve
“piyasa toplumu” oturgasına sıkı sıkıya bağlı edebi bir tür olarak
“roman”. Dolayısıyla bir yandan “yeni” gerçeği taklit etmeliydi, bir
yandan da taklidi (romanı) taklit etmesi gerekiyordu. Romanlarından
çok çok daha başarılı olduğu, bir edebi formu taklit etmeye
yönelmediği öykülerinde yer alan kişiler; cenaze töreninde veya
ayinlerde ölen kişinin yerine geçen heykeller, mezar taşları, artık
varolmayan kişilerin yerini alan ve onların dünyevi varlıklarını
sürdüren ikizleri: temsilleri/ hece taşları değil; canlı olanların
yerini tutan bir(er) ikamedir. Şaşırtıcı ve de yeni olan: henüz
capcanlı olanın, ama muhakkak ölecek olanın temsilleridir. Bu
yanıyla Orhan Kemal’in -hikayeleri dışında- yazdıkları romandır,
novel’dir. Bu çalışmada Türkiye’de işçi-oluş’un toplumsal, tarihsel
arka planı üzerinde yoğunlaştım; edebiyatın, romanın arka planına
ağırlık vermedim.
* Pamuk
“Güzün başlangıcı sayılan ağustosun ikinci yarısıyla birlikte
Çukurova’nın duru mavi göklerinde atılmış pamuk yığınlarını
hatırlatan bulutlar belirir. Günler geçer. Atılmış pamuk yığınlarını
hatırlatan sütbeyaz bulutlar esmerleşmeye hatta morarmaya başlar.
Şimşekler ve gök gürültüleri yaklaştıkça, kütlü toplama mevsimi de
yaklaşıyor demektir. Yaklaşan kütlü toplama mevsimiyle birlikte
yağmur yüklü bulutların morartısı artar, sonra da yağmur! Kaç
vakittir yağmura hasret insanlar yağmur altında kalıverirler. Sonra
bulutlar dağılır, yerden sıcak bir buğu yükselir, güneş yüzünü
gösterir. Gösterir ama, mevsim dönmüştür artık, ağustos sonları
gelmiştir. Bir yandan çuvallar dolusu zahire yüklü kamyonlar, harman
makineleri homurtularla şehre gelirken, şehrin kıyı semtlerinde
izbelerin kara donlu, erkek yüzlü kadınlarıyla erkekleri, bütün yazı
mahallenin güneşte kavrulmuş toprağında bir parça ekmek, sarı bir
hıyar, pek pek şuncacık peynirle geçirmiş çoluk çocuğunu, tencere
kazanları, çulları çuvalları, kesileri köpekleriyle sırtlayan
kamyonlar pamuk tarlalarının yolunu tutarlar.
Toplama ameleleridir bunlar!” (Orhan Kemal, 2008; 166-167).
Orhan Kemal, arkadaşı Fikret Otyam’a yazdığı mektuplarda Kanlı
Topraklar adlı yeni roman tasarısından sözeder: “Taa Sultan Hamid
devrindeki Çukurova’dan alıp, Meşrutiyet, İttihat ve Terakki,
ardından Harbi Umumi, Milli Mücadele ve nihayet bugünlere geleceğim.
Bütün bu enine boyuna platform üzerinde, Çukurova’da gelişip
bugünlere varan ticaret, ziraat ve sanayiimizin dünkü sahipleriyle,
bugünkü sahiplerine el değiştirilişlerini ve bugünkü sahiplerinin
perde ardından milleti nasıl sömürüp, memleketi gericiliğin
karanlıklarına nasıl sürüklediklerini, çıkarlarının ne olduğunu
“Tipik” bir şekilde vermeğe, daha doğrusu “Erbabı İz’an”a sermeğe
çalışacağım” (...) “Çukurova’da endüstrinin kuruluşu ve şimdiki
sayın fabrikatörlerimizin babalarını, dedelerini, çalışan Türk
emekçilerini, memleketimizin tarihi realiteleri içinde”
gösterecektir (Otyam, 1974; 229-230, 236).
Osmanlı İmparatorluğu’nun en eski ve en ünlü ürünü olan tütün,
ekiminden sigara üretimine kadar büyük bir emek ve özen istemesi
dolayısıyla yüzbinlerce insanın “geçim kapısı” olması, üstelik
devletin mali kaynakları içinde önemli bir yer tutmasına karşın,
Orhan Kemal edebiyatında Adana ve Adana’nın hemen hemen her
bucağından da pamuk karşımıza çıkar:
“Bembeyaz pamuk tarlaları göz alabildiğine uzanıyor, köyleri şehre
bağlayan tozlu yollarda kütlü denilen, tohumlu pamuk hararları yüklü
Doçlar, Şevroleler, Fordlar, yağsız tekerleklerinin gıcırtısı
aydınlık geceyi dolduran öküz, camız arabaları, İnegöl çift
atlıları, yüklü deve dizileri şehre akıyor”, Orhan Kemal Cemile’nin
ücretli hayat hikayesine böyle başlıyordu. Pamuk tarlalarının
arasından geçerek şehre girilir, asfalt yola çıkmadan önce pamuk
balyaları taşıyan kamyonların tozu dumanı arasından geçip Çarşı’ya
vardığımızda da bizi toptancılar, perakendeciler, fabrikadan top top
çıkan bezleri, pamukluları, bekar çamaşırı, don gömlek tezgahlarıyla
iç içe dükkanlar karşılar. Gerek Türk gerekse dünya edebiyatı içinde
önemli bir yeri olduğunu sandığım Bereketli Topraklar Üzerinde adlı
romanını “Orta Anadolu’nun seksen evlik köylerinden Ç. Köyünün
erkekleri o yıl da çalışmak için çeşitli iş bölgelerine dağıldılar:
Sekizi onu Kayseri Dokuma fabrikasına gitti, dördü beşi Sivas
Çimento fabrikası, Cer atölyesine. İçlerinden üçü de Çukurovanın
yolunu tuttu” cümlesiyle açar, ilerleyen sayfalarda da pamuk
toplamaya giden mevsimlik tarım işçilerinin yaşam ve çalışma
koşullarını anlatır: “Pek pek birkaç hafta sonra ‘Urumdan Şamdan
çekilip çekilip gelen ırgat kafilelerinin akını başlar. Binlerce
kadın, erkek, çoluk çocuk, genç, yaşlı, paramparça üstbaşlarıyla pis
pis kokarak, Ötegeçe’deki mezarlığa yığılırlar. Kıçı çıplak çocuklar
mezar taşlarına inip biner, tevekkül içindeki kadınlar, Taşköprü’nün
bu geçesindeki ırgat pazarından iş ve ekmeğin sevinciyle gelecek
erkeklerini beklerler. Kul acımaz bunlara, Allah acımaz. Allahın
unuttuğu insanlardır bunlar! Peygamberler kitaplar dolusu sabır,
tevekkül, kanaat getirmişlerdir bunlara. Hiçbir işe yaramayacak olan
sabır, tevekkül, kanaat!”
Tarım işçileri, yer yer muhacir fabrika işçileri, köyden kente göç
Orhan Kemal edebiyatının toplumsal arka planını oluşturur. Burada
iki şehir öne çıkar, biri pamuk ekimine açılan Adana, öbürü de
İstanbul. Türk edebiyatında işçileşme, mevsimlik tarım işçileri ne
Bursa’da ne de İzmir’de yeşermemiş, yeşermişse bile tutunamamış,
Adana Çukurova’da ve Orhan Kemal’in kaleminde dile getirilen bu
işçileşme olgusu Türkiye’de pamuğun hikayesi ile doğrudan ilgilidir.
Bursa hem başkentlik yapmış bir tarihe, hem de ticari canlılığın
bulunduğu coğrafi stratejik bir konuma sahipti. Dahası Osmanlı
payitahtına olan yakınlığı dolayısı ile büyük mali çevrelerin de
merkezindeydi. Osmanlı devletine ve İstanbul bankerlerine ticaret
kredileri veren servet sahiplerinden, vergi gelirlerini toplayan
mültezimlere kadar geniş bir girişimci sınıf bulunmaktaydı. Önemli
ticaret ve ulaşım yollarının kesiştiği noktada konumlanan Bursa,
kuzeyinde İran’a uzanan yol ile batı ve kuzeyde yer alan transit
yolunun ortasında bulunuyordu. Bu özellikler, 15. yüzyıl ortalarında
o zamanki İstanbul’un hem rakibi hem de tamamlayıcısı olan Bursa’nın
Osmanlı yapısı içindeki yeri ve önemini yeterince açıklamaktadır
(Reyhan, 2008; 10). 15. yüzyıldan başlayarak, ipek dokumacılığı
Osmanlı İmparatorluğu’nun her döneminde oldukça gelişmiş bir düzey
tutturabilmiş, tacirlerin Avrupa’ya lüks mallar ihraç ettiği ve 19.
yüzyılda ipek böcekçiliği ve ipek eğirmede yeni teknolojik ve
bilimsel gelişmeleri kendi üretimlerine uyarlamanın eşiğine gelip
1861-62 yıllarında Suphi Bey yönetiminde Erkan-ı Harbiye’den bir
grup mesahacı (ölçümcü) tarafından hazırlanan haritalarda Bursa’nın
en çarpıcı özelliğinin tıpkı kamu yapılarına yada dini yapılara
gösterilen dikkate eşdeğer bir özenle şehrin belli kısımlarını
kapsayan fabrikaları belirtme ihtiyacı duymasına, fabrika
(imalathane) üretiminin Bursa’yı öbür Anadolu şehirlerinin yanında
bir fenomen haline getirmesine (Bisharar, 2008; 173-186) karşın
işçileşme olgusu bağlamında Bursa edebiyata dahil olmamıştır; 18.
yüzyıl sonu ila 19. yüzyılda gökten zembille düşer gibi hızla
yükselişe geçen İzmir de.
19. yüzyılda Türkiye’nin dış ticareti beş önemli liman şehri
aracılığıyla yürüyordu. İstanbul en büyük ithalat limanıydı.
Trabzon, Rusya ve İran’a olan transit ticaretiyle uğraşıyor, Beyrut
ise daha çok ihracata dönük bir görünüm arzediyordu. Selanik ve
İzmir hem ithalat hem de ihracat ile uğraşan gelişmiş, dış ticaret
merkezleriydi. Uygun bir limana sahip olması ve çok zengin bir
hinterlandın tek çıkış özelliğini taşıması dolayısıyla İzmir,
Türkiye’nin dış ticaretinde en önemli yeri almıştı. Uzun yıllar
Türklerin sayısı şehir nüfusunun üçte birini geçmediği için
imparatorluk halkı tarafından “Gavur İzmir” adıyla anılan bu güzel
şehrimizde Rum, Ermeni ve Yahudiler ekonomik bakımdan son derece
güçlüydüler. Küçük ticaret ve sanayi, bankacılık ve kıyı ticareti
hemen hemen tümüyle onların elindeydi. Özetleyin canalıcı birçok
ekonomik faaliyete gayrimüslimler hakimdi (Kurmuş, 1982; 18-27).
1930’lu yıllarda Ege Bölgesi, uluslararası pazar için ihtisaslaşmış
tarımsal üretim yapma aşamasına ulaşmış, az sayıdaki yörelerden
biridir. Ülkenin tarımsal İzmir Limanı ise bu üretimin ihraç
edildiği yerdir. İzmir’de ihracat Kurtuluş Savaşı’na kadar, hemen
hemen tamamıyla yabancı şirketlerin, levantenlerin yada gayrimüslim
Osmanlı tüccarlarının elindedir. İttihat ve Terakki döneminde milli
tüccar yaratmak için izlenen politikalar dahi bu ihracatın
denetiminin Türk tüccarın eline geçmesi için yeterli olamamıştır.
Kurtuluş Savaşı sonrasındaki büyük nüfus değişimleri bile bu konuda
yeterli olmamıştır. Türk tüccarların Avrupa pazarına doğrudan
girecek bir güce ulaşamadığı, Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye’den
ayrılan azınlık tüccarların pek çoğunun Trieste gibi serbest
limanlara yerleştikleri, buradaki serbest liman olanaklarından
yararlanarak Türkiye’nin Avrupa’ya ihracatını denetlediklerini
görüyoruz (Tekeli-İlkin, 2004; 240-242). Bu durumun sakıncaları
ekonomik buhran döneminde daha açık seçik hale gelir; siyasal
gündemde çok önemli bir yet tutar, devlet yeni düzen arayışı
içindedir.
Bu peşrevi bitiriyorum: Orhan Kemal bir rastlantı sonucu ortaya
çıkmıştı, doğru; eğer Orhan Kemal İzmir’de doğup yetişseydi Türk
edebiyatında bir Orhan Kemal çıkmayacaktı. Aynı dönemde İzmir-Aydın
bölgesinde Orhan Kemal’in inatla muhalif durduğu DP’nin başkanı
Türkiye’de iktidar doğanlar: Erguvaniler mensubu Adnan Menderes
çıktı.
*
Gelişmiş bir ipekçiliğe sahip Bursa pamuğa hiç yanaşmaz. III. Selim
1812’de 600 dokuma tezgahı çalıştıran büyük bir basma pamuk
fabrikası kurmuş, fakat 1841’de yalnızca 41 dokuma tezgahı
kalmıştır. İngiliz Büyükelçiliği’nde papaz olan R. Walsh’ın
anlattıklarına göre Üsküdar’daki pamuk fabrikasında Manchester’deki
fabrikada çalışanlardan daha usta görünen birkaç yüz işçi istihdam
edilmiştir. 1827’den sonra Eyüp semtindeki Taşlıkburun’da bir pamuk
iplik fabrikası (iplikhane) kurulmuştur. Çalıştırmak için
katırlardan yararlanılmıştır (Karpat, 484-485). Ne var ki
İstanbul’da pamuğun ömrü çok uzun sürmemiştir. Batı Anadolu
tarımında kapitalist ilişkilerin, eşdeyişiyle pazar için üretimin
gelişmesi ve tarımda ücretli işçilerin ortaya çıkması süreçlerini
inceleyen Orhan Kurmuş İngiltere’nin kendi hammadde gereksinimlerini
karşılamak için teşvik ettiği ürünlere en güzel örnek olarak pamuğu
gösterir. Yeni pamuk üretim alanları bulmak için faaliyete geçen
İngiliz kapitalistleri 1857’de Manchester Pamuk Alım Birliği’nin
kurulmasıyla pamuklu endüstrinin hem Amerikan pamuğuna bağımlılığı
kıracak hem de hissedilen pamuk kıtlığının üstesinden gelmek için
Hindistan’da ve Türkiye’de pamuk yetiştirilmesini teşvik ettiler.
18. yüzyılda Türkiye, İngiliz pamuklu sanayiinin güvenilir bir
hammadde kaynağı olmuş, uzun yıllar İngiltere’ye düzenli olarak
pamuk ihraç etmişti. 19. yüzyıl başlarında İzmir’den pamuk ihracı,
Amerikan pamuğunun hem kaliteli hem de daha ucuz olması nedeniyle
azalır. Aydın Demiryolu’nun yapılması ile demiryoluna yakın bölgeler
pamuk üretiminin en çok yaygınlaştığı bölgeler olur. Öyle ki, geniş
bir alana yayılan pamuk üretimi, tahıl ihtiyacını olumsuz yönde
etkileyeceği kaygılarını doğurur. 1870’de hepsi de demiryolu
üzerinde bulunan kentlerde 700’ün üzerinde çırçır makinesinin
kullanıldığı buhar gücüyle çalışan 34 fabrika kurulur. Küçük ölçekte
de olsa bir sanayiin gelişmesine yol açan pamuk üretimi, aynı
zamanda, kapitalizmin gelişmesini kolaylaştıran ve hızlandıran
bankacılık ve sigortacılık gibi kapitalist kurumların ortaya
çıkmasını sağlar. Pamuk üretimini yaygınlaştırma çabaları yalnız
Batı Anadolu’da değil, Selanik, Adana, Mersin, Suriye kıyıları ve
Doğu Anadolu’da da görülüyordu. Fakat bu bölgelerin hiçbirinde İzmir
bölgesinde elde edilen başarı sağlanamadı. Pamuk yetiştirmek için en
elverişli topraklara sahip Çukurova’da 1880’lere kadar pek büyük
gelişmeler olmadı (Kurmuş, 1982; 59-72). 19. yüzyıl sonlarında
düşüşe geçen Batı Anadolu’ya göre Çukurova’da, geç başlayan
kapitalist tarım çok daha hızlı gelişti. Neden?
1800’lerin başında 5.000 civarında olan Adana’nın nüfusu, 1831
yılında 15.464’e (3.926’sı gayrimüslim), 6.000 civarında olan
Tarsus’un nüfusu 15.710’a (902’si gayrimüslim) yükselmiştir. Aynı
yıl yakın vilayetler ile önemli merkezlerden olan Aydın’ın 112.723,
Kastamonu’nun 121.483, Kayseri’nin 54.866, Konya’nın 57.724,
Niğde’nin 59. 138, Trabzon’un 136.552, Selanik’in 94.701 nüfusuna
göre bölgedeki her iki merkezin de nüfus açısından oldukça zayıf
kaldığı görülmektedir. Bölgeye yakın merkezler daha gelişmiş yerler
olarak Halep ve İzmir ile ticaret yapmayı tercih etmektedir. Bu
nedenle, Adana ve Tarsus önemli bir ticaret merkezine dönüşememekte,
Halep ve İzmir arasında sıkışmaktadır. Çukurova bölgesinin Halep,
Şam, Antep, Maraş gibi dokumacılığın geliştiği merkezlere yakınlığı
nedeniyle 19. yüzyılın sonuna kadar dokuma sektöründe sanayileşme
yönünde bir gereksinim duymadığı anlaşılmaktadır. Gereksinimler
açısından ne iç pazar ne de dış pazar baskısı ile karşılaşan
Çukurova bölgesi sanayileşme yönünde önemli bir çaba göstermediği,
bu nedenle de tezgâh sayısı ve üretim açısından köklü bir değişiklik
meydana gelmediği anlaşılmaktadır (Akkaya, 1998; 145-146).
20. yüzyılın başlarına gelindiğinde, İstanbul ve çevresiyle birlikte
ülkenin başlıca sanayi bölgesini oluşturan Ege bölgesi Kurtuluş
Savaşı’nda en büyük yıkımı yaşamıştır. En çok etkilenen merkezler
İzmir, Aydın ve Bursa’dır. İzmir’de Halıcılık kapasitesi yarı yarıya
inmiş ve zeytinyağı ile sabun üretimi de çok düşmüştür. Bursa’da
ipek sanayii hızlı bir gerileme içine girmiştir: 1914’te 6 milyon
kilo olan koza üretimi, 1925’te 780.000 kiloya düşmüştür. Aynı süre
zarfında iplik imalathanelerinin sayısı da 41’den 12’ye inmiştir.
Bursa’da ipek sanayiinin gerilemesi aynı zamanda işgücünün
azalmasına da bağlıdır ve bu, sanayinin önündeki genel bir sorundur.
1912’den 1922’ye kadar nerdeyse kesintisiz süren savaşlardaki insan
kayıplarının yanı sıra, 1923 sonrası nüfus mübadelesini de unutmamak
gerekir: Bir milyondan fazla Rum Anadolu’yu terk etmiştir. Gidenler
zanaatkârlar, işçiler, küçük patronlardır. Makedonya yada Trakya’dan
gelen Türkler ne aynı teşebbüs ruhuna ne de aynı vasıflara sahiptir.
Bu nedenle nüfus mübadelesi bazı bölgelerin ekonomisini
değiştirmiştir. Bursa ovasında, ipek sanayii gerilerken, tütün ekimi
gelişir, çünkü bu bölgeye yerleştirilenler tütüncülükte uzmanlaşmış
Trakya Türkleridir. Bütününde nüfus mübadelesinin Türk nüfusunun
tarımsal niteliğini artırdığı ve bunun da tam sanayileşme kalkışması
dönemine denk geldiği söylenebilir (Georgeon, 2008; 191-192).
İngiltere endüstrileşmeye başlayan ilk ülkeydi; 1780’lerden
başlayarak dokuma endüstrisi sürekleyici sektör olmuştu. Max Weber’e
göre endüstrinin ritimleri, Batı’nın tüm maddi geçmişine egemen
olmuştu. Batı sırasıyla, bir keten çağına, bir yün çağına, sonra bir
pamuk çağına –daha doğrusu 18. yüzyılda bir pamuk çılgınlığına-
tanık olmuştur. İngiltere hem kendi, hem de Avrupa ve Avrupa dışı
piyasalar için, Hind’deki kendi ticari işletmelerinden pamuklu
kumaşlar (Hindliler) ithal etti. Bu kumaşların başarısı, İngiliz
manifaktürleri tarafından taklit edilmelerine yol açacaktır. Teknik
iyileştirmelerden teşvik gören pamuklu endüstrisi, ara vermeden
büyüyecektir. Kelimenin dar anlamında fabrikaları geliştirecek olan
pamuktur. Hindler, Afrika, Amerika ticaretine, buna bağlı olarak
zenci köle trafiğine bağlanan pamuk, büyük sömürgecilik limanlarına
veya bunların çevresine (Liverpool, Glaskow) yerleşir (Braudel,
2001; 420, 423).
1750’den sonra dünya ekonomisindeki büyük genişlemenin başlamasıyla
beraber, pamuğa ve daha sınırlı bir düzeyde buğdaya dönük talep
toparlandı. Sulama ve tesviyenin yanı sıra büyük ölçekli ekim için
geniş arazi gerektiren pamuğun karşı konulmaz ilerleyişi, alçak
arazilerin işlenmesinde bir tersine dönüşün ilk işaretlerini verdi.
Her iki koşula uygun alçak arazilerin kaderinde ihmalden hafif
ilgiye doğru bir tersine dönüş yaşandı. Alçak arazileri iskâna açma
sürecinin sağlamlığını ve kalıcılığını kesinleştiren şey, Küçük Buz
Çağı’nın başlamasıyla 1550’lerde devreye girmiş olan büyük döngünün
1870’lerde sona erişiyle birlikte tamamlanmasıydı. Alçak arazilerin
talihindeki dönüş, alçak ovaların ekonomik diriliğini geri getirmeye
hizmet eden ikinci teşvik unsuru Britanya’nın 1815’ten sonra
üstünlüğü ele geçirişiyle birlikte dünya ekonomisindeki işbölümünü
yeniden şekillendiren yeni hegomonya döngüsünün başlaması oldu.
Akdeniz bu gelişmenin dışında kalmadı. Daha alçak kesimlere dönerek
yerleşme süreci ıslah edilmiş araziler ile çorak topraklar üzerinde
mülkiyet hakları sağlayan ve böylece ovaları toprak sahibi olmak
isteyenlerin akınına açan 1858 tarihli Osmanlı Arazi Kanunnamesi’nin
çıkarılmasının ardından hız kazandı (Tabak, 2010; 32-33).
18. yüzyılda Avrupa’yı pamuklu tutkusu sarar. Hindistan’dan ithalat
yetmez olur. İplik eğirme ve dokuma makineleri icat eden İngiltere,
işe el atar: Gereksindiği hammaddeyi ona Amerika sağlayacaktır.
Hasat için kol gücüne ihtiyaç vardır. Sanayileşme ve kölelik el ele
ilerler. Manchester ve yöresi fabrikalarla dolarken Liverpool, bir
süreliğine, köle ticaretinin merkezi olur. Yüzyıl sonra, Amerika
Birleşik Devletleri bağımsızlığını kazanmasına karşın eski anavatana
pamuk sağlamayı sürdürür, ne var ki iç savaşın patlak vermesiyle
Britanya dokuma tezgahlarını kimin besleyeceği sorunu baş gösterir.
Londra, iki sömürgesine, Mısır ve Hindistan’a yönelir. 19. yüzyılın
sonundan itibaren gezegen pamuk tarlaları ve fabrikalarıyla
kaplanmıştır (Orsenna, 2008; 14-15). Kapitalizmin ve Sanayi
Devrimi’nin gelişiminde önemli yer tutan tekstil sanayiinde
İngiltere Amerikan pamuğuna bağımlıydı. İngiliz sanayiciler, daha
Amerikan İç Savaşı (1861-1865) başlamadan bu pazar bağımlılıklarına
alternatif aramaya başlamışlardı. 1857 yılında kurulan Manchester
Pamuk Alım Birliği (Manchester Cotton Supply Association) Hindistan
ve Türkiye’yi pamuk yetiştirilmesi için uygun ülkeler olarak görmeye
başlamıştı.
Osmanlı pamuk ipliği ve pamuklu kumaş üreticileri, yüzyıllarca
hammadde sıkıntısı çekmemiş, bol miktarda ham pamuk bulmuştu. Güney
Arabistan, Mezopotamya, Kuzey Filistin, Kuzey Suriye ve Adana
bölgesi, Ege kıyıları, Teselya Ovası, Makedonya’nın Zekhua ve Serez
bölgeleri Haçlı Seferleri’nden beri önemli pamuk üretim
merkezleriydi. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı
dünyasında, uzakta yaşanan gelişmelerin sonucu olarak, pamuklu kumaş
dokumasına ve pamuk üretimine ağırlık verilmeye başlandı. Osmanlı
üst sınıfları arasında, ipekli ve tiftik yerine, pamuklu dokumalar
tercih edilir oldu. Kentli elit kesimlerde pamuklu kumaş tüketiminde
artış görülürken bütün cemaatler arasında “geleneksel” giysileri
giymek yaygın bir alışkanlık olarak varlığını sürdürüyordu.
Tanzimat reformlarından önce, kanunlar, çeşitli mesleki ve dini
cemaatlere mensup kişilerin ve Osmanlı askeri ve sivil
hiyerarşisinde yer alanların giydikleri ve taktıkları giysiler
Osmanlı tekstil imalatçılarına yabancı rakipleri karşısında kısmi
bir korunma sağlıyordu. Giyimde Batı modalarının benimsenmesi, ürün
tercihlerindeki bu değişimlerle aynı zamanda gerçekleşiyordu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun pamuk ipliği ve pamuk dokuma ithalatı 25
ila 50 kat arttı. 18. yüzyılın sonlarında Osmanlı pamuk ipliği
üreticileri ülke pazarına genel olarak hakimdiler; iç pazarda
ağırlıklı bir yere sahip olmak bir yana, ülke dışına da iplik
satıyorlardı. 19. yüzyıl başlarında, Hint ve Osmanlı ipliklerinin
yerini İngiliz iplikleri almaya başladı ve ithalat piyasasının
neredeyse tamamına hakim oldu (Quataert, 2008; 59-63).
Amerikan iç savaşı nedeniyle pamuk sıkıntısı çeken İngiliz
fabrikatörler, Türkiye’den pamuk getirtilmesini düşünmüşler;
Türkiye’de pamuk yetiştirmek ve pamuk cinsini ıslah etmek yolunda
Osmanlı Devleti’ni tedbirler almaya zorlamışlardı. Türkiye’de büyük
kapitalist çiftliklere rastlanmıyordu. Yabancılar, sömürge tipi
kapitalist çiftlikler kurmak yerine, ürünlerin ticaretiyle
yetinmişler; pamuk gibi bazı ihtiyaç duydukları ürünlerin
yetiştirilmesini teşvik etmişlerdi. Türk gazetelerinde yayınlar
yaptırmışlar, çiftçiye parasız tohum vererek, ucuz araç gereç
sağlayarak, ekim usullerini öğreterek pamuk tarımını geliştirmeye
çalışmışlardır. Almanlar da pamuk tarımına ilgisiz kalmamışlardı.
Kapitalist ülkeler kervanına sonradan katılan Almanlar dünyayı
paylaşma yarışına geç katılmaları sonucunda dünyada paylaşılacak pek
az yer kalmıştı. Almanya “Bağdat Demiryolu Hattı” projesi ile
Anadolu ve Mezopotamya’yı bir Alman kolonisi haline getirmeyi
umacaktır.
İşte tam bu dönemde Avusturyalı Kotschy, 1862 tarihli Kıbrıs ve
Küçük Asya’ya Seyahat adındaki yolculuk günlüğünde “Kilikya” başlığı
altında Çukurova’ya geniş yer ayırır. Ovanın doğal yapısının, sulama
olanaklarıyla birlikte toprağın artan değerinin; nehir, kanal ve
limanlarının; Suriye ile küçük Asya arasında bulunmasının büyük bir
tarım olanağı ve zenginlik yarattığını; bu eşsiz özellikleriyle
çatışma ve yıkım alanı olmaya da aday bu bölgenin merkezi konumda
olup köprü görevi gördüğünü ve en önemlisi darı ve pamuk için ana
pazar rolünü (Gümüş, 2007; 74-75) üstlenebileceğini kaydeder.
Tanzimat reformları Çukurova’da 1860’larda etkisini göstermeye
başladı. 1862’de pamuk üretimine destek verilir; beş yıl süresince
Adana ve çevresi vergi muafiyeti ve bedava pamuk tohumu gibi
tedbirlerden yararlanır. Göç politikaları işgücü sorununa yönelik
olarak düzenlenir; ilk Müslüman muhacir grupları Kırım Savaşı’nın
ardından bölgeye sevk edilir. Çerkez ağırlıklı ikinci Müslüman
muhacir dalgası pamuk teşviki uyarınca 1862-1863’ten sonra bu
bölgeye yönlendirilir. 1864’te pamuk üreticileri için düşük faizli
kredi ve ödeme ertelemesi sağlanır. Dahası 1867’de Adana Halep’ten
ayrılıp yeni bir eyalet olarak kurulur. Mutasarrıf tarafından değil,
bir vali tarafından yönetilmeye başlanan Çukurova bölgesinin merkezi
Adana olur. Böylesi yapısal değişimler ve uzun süreçler sonunda,
ancak 1880’lerde pamuk üretiminin artması ve yayılmasıyla bölge
biçimlenmeye başladı. Bu yeni bölgesel yapılanma, nüfusunun
neredeyse tamamının Suriye, Beyrut, Kıbrıs, Ege adaları ve İç
Anadolu’dan göçmüş topluluklardan oluşan yeni bir liman şehri
Mersin’i de içeriyordu (Toksöz, 2009; 79-80).
Tahıl başta olmak üzere, üzüm, tütün ve ipeğin sahip olduğu ekonomik
öneme sahip olmasa da, pamuk Abdülhamid döneminde Osmanlı
İmparatorluğu’nun önde gelen figürleri arasına katıldı. Bir adım
öncesinde ise, imparatorluğun ekonomik liberalleşmesi ve dünya
ekonomisine eklemlenmesi sonucunda ortaya bir ticari-endüstriyel
Müslüman orta sınıf çıkmadığı için Babıali, bürokratların
biçimlendirmekte olduğu yeni devlete tamamen bağlı olacak yeni bir
sınıf yaratmak amacıyla toprak sahiplerine yöneldi. 1858’de
yürürlüğe giren Arazi Kanunnamesi ile toprağın özel mülkiyete geçişi
açısından önemli bir adım atılmıştı. Fakat 1870’lerin sonlarına
kadar Çukurova’da etkisini göstermedi; kadastrolaşmanın ve tapu
almanın topraklar ticari olarak değer kazanana ve ekilebilir duruma
gelene kadar hiçbir önemi yoktu. Bu toprak kanununun amaçlarından
biri de aşiretleri yerleşik düzene geçirmekti. Toprak ağalarından
çoğu, köylülerini ortakçı olarak çalıştırıyorlar, bu da, toprağı
işlemede yeniliklere olanak tanımıyordu. Yine de bu toprak
ağalarından bir kısmı kapitalist çiftçilere dönüşerek tütün ve pamuk
gibi para eden ürünler yetiştirmeye başladılar. Amerikan İç Savaşı
sırasında ve sonrasında Avrupa piyasasında ürettikleri pamuğa rağbet
artınca zenginleştiler. Bunlar, 20. yüzyılda, 1908 Meşrutiyet
Devrimi sonrasında ortaya çıkan yeni orta sınıfı oluşturdular
(Ahmad, 2007a; 39-40).
19. yüzyılın ikinci yarısında ulaşım maliyetlerini azaltan
demiryollarının yapılması, pamuk tarımını geliştirme ve
yaygınlaştırmayı amaçlayan yabancı sermayeli şirketlerin kurulması,
ihracatçıların, satın aldıkları pamuğun temiz ve balyaların standart
ölçülere göre sıkıştırılıp bağlanmasını şart koşmaları üzerine
çırçır fabrikaları ve hidrolik presleme tesislerinin açılmaya
başlaması gibi gelişmeler kapitalizme özgü hareket yasalarının
(maliyet tasarrufuyla değişim değerinin maksimizasyonu, uzmanlaşma
ve yenilikler yoluyla üretkenliğin arttırılması gibi) Osmanlı
tarımında da işlemeye başladığının (Kaygalak, 2008; 58) birer
göstergesi olarak görülebilir. Çukurova’ya pamuğu ve tarımda
modernleşme fikrini sokan Kavalalı İbrahim Paşa’ydı. Suriye, Mısır
ve Kıbrıs’tan pamuk ekiminde usta olan işçiler, işçi kıtlığı
nedeniyle “amele” olarak çalışacak fellahlar getirilir.
Orta Doğu, Avrupa Endüstrisi için hammadde sağlayan ve önemli bir el
yapımı mallar üreten bir ‘plantasyon (fidanlık/sömürge) ekonomisi’
olarak Avrupa ticaret sistemine eklenecektir. Örneğin tüm Mısır
ekonomisi, Lancashire imalathaneleri için sulak topraklar üzerinde
yüksek kalitede yoğun pamuk ekimine adapte edildi. Bunun sonucu,
farklı sosyal grupların göreli gücü ve zenginliğinde meydana gelen
bir değişim oldu. Eski Müslüman tüccar sınıfı ve zanaatkârlar,
makine yapımı mallara karşı rekabet etmekle yüz yüze kalınca
çöktüler. Avrupa’ya yönelik ihracat-ithalat ticaretiyle geçimini
sağlayan yeni bir tüccar tipi doğdu; bu yeni tip tüccarlar, alt
düzeyde esasen doğulu Hıristiyan veya Yahudilerden, üst düzeyde ise
büyük oranda Avrupalılardan müteşekkildi (Hourani, 2006; 113).
Alan R. Richards, on dokuzuncu yüzyılda Mısır örneğinde ilkel
birikimi araştırmış ve şu sonuca varmıştır: Mısır’da ilkel birikim,
ülkenin kapitalist dünya sistemine eklemlenmesine bağlı kalmıştır.
Kapitalizm Mısır’a pamuk üretimi ile girmiştir. Mehmet Ali Paşa’nın
bu süreçte buğdayın aksine pamuğu seçmesinde, merkez ve yarı-çevre
sistemindeki gelişmelerin yanı sıra, Mısır’ı dünya kapitalist
sistemine dahil etmek amacı temel etkendir. Bunun sonucunda
köylülerin büyük bir kısmı mülklerini ve toprakları üzerindeki
haklarını kaybetmiş ve sonrasında topraklarını terk etmişlerdir.
Yaşanan gelişmeler “zora dayalı yada ücretli emek”in pazara
yönelmesi anlamını taşımakta, en azından kısmen de olsa önünü
açmaktadır. Orhan Kurmuş da, Türk pamuğunda görülen patlamanın
Osmanlı ekonomisinin kapitalist dünya ile bütünleşmesinin başlangıcı
ya da en azından bir evresi olduğuna ve bu konunun tartışılması
gerektiğine dair uyarıda bulunur. Makalesinde, İmparatorluğun pamuk
yetiştirilen bölgelerindeki artışta Amerikan İç Savaşı’nın dünya
pazarından pamuk talebini ve Manchester Pamuk Tedarik Ortaklığı’nın
etkilerini vurgular. Aydın-Denizli ağırlıklı Ege bölgesinde 1863’te
480.000 hektar olan pamuk alanı 1864’ de 1. 145.000 hektara;
Adana-Maraş-Halep bölgesinde aynı dönemde 31.000 hektardan 745.000
hektara çıkar. Susam ve pirinç üreticileri de bu ürünlerden vazgeçip
pamuk tarımına yönelirler (Reyhan, 2008; 75-76).
Balkanlardaki ticari çiftlikler, Mısır’daki büyük pamuk işletmeleri,
Batı Anadolu’daki küçük meta üretimi 19. yüzyıl başlarında
Osmanlı’nın tanık olduğu “periferi”leşme tarzlarıdır. Bu süreçte
emeğin organizasyonunda da değişimlere tanık olunur: kendi
toprağında çalışan aile birimlerinden ortakçılığa, kapitalist
çiftliklerdeki ücretli emeğe uzanan farklı biçimler gözlemlenir
(Keyder, 1983; 138-139). Ne var ki, daha 16. yüzyılda iç talep
sonucunda oluşan ticari üretim, köylü aile işletmelerini
çökertmediği gibi 19. yüzyılda dünya kapitalist sisteminin çevresine
eklemlenen Osmanlı İmparatorluğu’nda, özellikle Anadolu’da hâlâ
küçük köylü üretimi ağır basmaktadır. Avrupa’nın artan pamuk
talebini karşılamaya yönelik girişimler köylü üretim örgütlenişinden
ücretli çalışmanın başat olacağı bir çalışma ilişkilerine
evrilmemiştir. Osmanlı hükümeti buna direnmiştir.
Büyük çiftliklerin sayısı 16. yüzyıla göre belki daha fazlaydı, ama
bunlar milyonlarca küçük işletme arasında boğulmuşlardı. Daha da
önemlisi, toprakların çitlenerek az sayıda elde toplanmamış olması,
ücretli işçiliği veya boğaz tokluğuna çalışmayı kabul edecek
mülksüzleşmiş bir köylülüğün mevcut olmaması demekti. Dolayısıyla
kapitalist tarıma veya plantasyonlara elverişli şartlar yoktu.
Köylünün elinden toprağı alınamadığı veya yeni topraklar üzerinde
üretim yapılabildiği sürece hem ücretli işçi hem de ortakçı kıtlığı
olacak; Mora’da boş arazide üretim yapacak ortakçı köylülerin
getirilmesi örneğinde olduğu gibi, Batı Anadolu’da ihracata yönelik
kapitalist çiftlikler kurmayı deneyen müstakbel kolonyalistlerin
teşebbüsü buna bir örnek olarak verilebilir. Bu müteşebbisler
işleyecek toprağı kolayca bulabildiler; ama işçiler yüksek ücret
istiyorlar, kendilerini işe uzun süreyle bağlayamıyorlardı.
Genellikle güvenilir değillerdi (Keyder, 1990; 21). Görece toprak
bolluğu, daha da önemlisi emek kıtlığı nedeniyle ücretli emeğin
işçisi olmaya aday, kendi küçük üretim birimlerinden kopmayan kitle
kapitalist sömürü ve çalışma ilişkilerinin yerleşmesini
güçleştiriyordu.
Türkiye’de pamuğun hikayesi Amerikan İç Savaşı sırasında, Avrupa’ya
ham pamuk arzının kesilip pamuk fiyatlarının o güne dek görülmemiş
oranda artmasıyla başlar. Avrupalı imalatçılar değişik tedarik
kaynakları bulmak için çılgınca bir arayışa girdiler. Gözlerini
Osmanlı İmparatorluğu’na, bugün yaygınlaşan yanlış bir adlandırmayla
Ortadoğu’ya diktiler, bu bölgede pamuğun geliştirilmesini etkin bir
biçimde desteklediler. Avrupalı güçler pamuk üretimini kolonilerde
gerçekleştirmeye çalıştılarsa da, pamuk tam anlamıyla tropik bir
ürün değildi ve Anadolu’nun belli bir bölümü geleceğin pamuk üretimi
alanı olarak öne çıkıyordu. Bu ürün Anadolu’da sadece İzmir bölgesi
ve Adana ovasında önemli miktarda ekiliyordu. Sultan Abdülaziz
hükümeti birçok yörede bedava pamuk tohumları dağıttı, pamuk işleme
makineleri için gümrük muafiyeti verdi, zirai makineler satın aldı
ve pamuk üretim potansiyelini arttırmak için yollar inşa etti.
Amerika’daki çarpışmaların yatışması Ortadoğu’da pamuk pazarını
darmadağın etti; pamuk fiyatları normale döndü ve Amerika tekrar ana
pamuk tedarikçisi olunca bu bölgede pamuğa ilgi azaldı. Abdülhamid
döneminde pamuk ekimini yükseltmeye yönelik girişimler azaldı
(Quataert, 2008a; 229-242). Bütünüyle yok olmadı.
1900’lerin başına gelindiğinde pamuğun hikayesi Adana ovasında,
Alman Levanten Pamuk Şirketi ve Osmanlı hükümetinin siyasi
atraksiyonlarınca belirlenecektir. Pamuk, ticari ve tarımsal bir
meta olmanın dışında bu bölgede siyasi bir içerik de kazanacaktır.
Ama nasıl?
20. yüzyıl başında Alman nüfusu 56 milyona ulaşmıştı; 1910’da 65
milyona, 1930’da 80 milyona çıkacağı hesaplanan bu nüfusun hiç
olmadık bir bölümüne yeni yerleşim bölgeleri bulmak gerekiyordu. Öte
yandan Siyonistler Abdülhamit ile uzlaşabilirlerse kolonizasyon
planı çerçevesinde “Büyük Osmanlı-Musevi Kumpanyası” kurmayı
umuyorlardı (Avcıoğlu, 1978; 147, 170). 19. yüzyıl sonlarında baskı
altındaki Yahudiler kitleler halinde Rusya’nın güneyinden ve Polonya
başta olmak üzere Doğu Avrupa’dan göç ediyordu. Filistin’deki Yahudi
nüfus 1880’de 24.000 iken 1903’te 49.000’e, I. Dünya Savaşı
sırasında ise 90.000’e ulaşmıştı. Siyonizmin kurucusu Herzl’in
“Filistin’de meşru bir güvence altına alınmış bir Yahudi yerleşimi”
önerisi Abdülhamid’i telaşlandırmasına, Yahudileri Kutsal
Topraklar’a sızdırmama konusundaki sert tutumuna karşın Alman
yetkililer arada sırada Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Alman-Yahudi
yardım derneklerine destek veriyordu. Osmanlılar, Herzl’e ve daha
sonra teşkilatta onun yerini alanlara hiç güvenmemekle birlikte
Fransız bankeri Baron Edmond de Rotschild’in Polonya ve Rusya’dan
göç eden Yahudilerin yerleşimlerini finanse etmesine göz yumdular.
Bu model yerleşimlerde yapılan çalışmalar, 1884’ten itibaren tarım
uzmanlarınca sürekli denetlendi. Bunların başarıları, Osmanlı
devletinin hâlâ yoksul ve gelişmemiş olan bu bölgesi için refah dolu
bir gelecek umudu yaratıyordu. Baron Edmond Yahudi Kolonizasyonu
Derneği’ni kurmak başta olmak üzere bağların planlanması, greyfurt
yetiştirilmesi gibi birçok gelişmeyi başlattı (Palmer, 2008;
235-236).
1900’lerin hemen başında görünen manzara şuydu: “Bir, siyonizmin
bayraktarlığını Almanya yapıyordu. İki, Jön türkler bir Yahudi
Partisi sayılıyordu.üç, Londra, siyonizme karşıydı ve Arapları,
kendi himayesine almak üzereydi” (Küçük, 2010; 215). İngiltere
büyükelçisi Lowther 1910 tarihli raporunda şöyle yazacaktır:
“İttihat ve Terakki Cemiyeti, iç örgüsü itibariyle Türk-Yahudi
ittifakı görüntüsü vermektedir. Türkler bu ittifaka mükemmel bir
askeri malzeme; Yahudiler ise yönetici beyin, teşebbüs imkanı, para
ve Avrupa basınında güçlü bir destek sağlamaktadır. Oysa Jön Türk
devriminden sonra, siyonist edebiyat ve yayın alanında da yansıdığı
gibi, Yahudi dünyası bugün gözlerini, kendi ırklarının yerleşip
bağımsız bir devlet kurmasına en elverişli topraklar saydığı,
Mezopotamya’ya dikmişe benzer” (zikreden Yerasimos, 1987; 454).
Abdülhamid, Herzl’in Filistini Yahudi yerleşimcilere açma talebini
reddedince sonun başlangıcı iyice hızlanacaktır. İkinci
Meşrutiyet’in ilanıyla iktidara geçen İttihat ve Terakki, Trablus ve
Balkan Savaşları, ardından “Harbıumumi” ile Osmanlı’nın kaderi
çizecek; İngiliz-Yahudi küresel emperyalizminin bu altın çağında
“sadık kavim” Ermeniler feci olayların içine çekilecektir.
Siyonizm, sanıldığının tersine Yahudi dininin ezeli ve ebedi
ideolojisi değildi, Avrupa ulusalcılığının bir ürünüydü ve Almanya,
siyonizmi kendi kültürel yayılmacılığının bir aracı olarak
görüyordu. Resmi Alman görüşünü temsil edenler, Siyonist kolonilerin
Alman kültürünü ve çıkarlarını Filistin’de en iyi koruyacak ve
yayacak öğeler olduğu inancındaydılar ve bunda yanılmadılar. Alman
Yahudileri Filistin’e yerleştikçe Alman kültürünün ve çıkarlarının
en sadık koruyucu ve yayıcıları oldular. Filistin’e başka ülkelerden
Yahudilerin de göç edip yerleşmesinde en büyük rolü Alman
İmparatorluğu oynamıştı (Ortaylı, 2006; 158-163). Öte yandan kendi
yerli pamuk ihtiyacını karşılamak ve Anadolu’daki nüfuzunu daha da
ileri götürmek arzusuyla harekete geçen Almanya, Anadolu pamuk
üretimini arttırmak isteyen yabancı güçlerin lideri oldu. 1903
Bağdat Demiryolu sözleşmesiyle kurulmuş olan Deutsche Levantinische
Baumvolle Gesellschaft (Alman Levanten Pamuk Şirketi) 1904 yılında
Adana bölgesinde faaliyete başladı. Üreticileri eğitmek, örnek
çiftlikler kurmak ve tarımsal üretimi modernize etmek amacıyla
kampanyalar başlattı. Alman sermayesinin meşhur özellikleri, kolları
her yere uzanan Deutsche Bank’ın yönlendirdiği Alman yatırım ağına
yansımıştı. Böylesine kapsamlı bir yatırım ağının varlığı, Alman
yatırımcıların, Fransız ve İngiliz ticaret şirketlerine aracılık
eden yerli tüccarı atlayarak üreticilerle doğrudan ilişkiye
geçmelerini sağlayacaktı. Bu şekilde Alman yatırımcıların ve
temsilcilerin Müslüman köylü nüfusla doğrudan ilişki kurması
muhtemeldi (Keyder, 1990; 51). Almanya’nın bölgeyle ilgisi farklı
nedenlere dayanıyordu.
Almanların bir kısmı kentlerde manifaktür veya ticaretle yaşıyor,
ama ülkenin geniş bölgelerinde küçük köylülük süregeliyordu. 19.
yüzyılın ilk yarısında Almanya’ya bir endüstri merkezi denemezdi.
Bismarck’ın genç İmparator II. Wilhelm’le çatışıp istifa etmesinden
sonra dönemin consert’çi (uyumcu) Metternichvari dış politika
sistemi terk edilmişti. Alman basını ve kamuoyu bu dönemde bir dünya
imparatorluğu kurmak ideali etrafında şekillendi. Gözler henüz
endüstrileşmeyen ve zengin kaynaklara sahip bölgelere çevrildi.
Almanya okyanusları aşan bir denizaşırı ülke olamamıştı, bu nedenle
Uzakdoğu’ya uzanamayacağı için el atacağı bölge olarak Ortadoğu’ya
yöneldi. “İmparatorluğu fiziki olarak parçalamak isteyen İngiltere,
Fransa ve Rusya karşısında, tarihinin son sayfaları yazılan Osmanlı
İmparatorluğu’nun paniğe kapılması ve Almanya’ya kapılarını açması
kaçınılmaz görünüyordu” (Ortaylı, 2006; 47). Almanya, Anadolu ve
Orta-Doğu’daki elverişli durumunu çoktan elinden kaçırdığının
farkındaydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin askeri kanadı ise,
Osmanlı İmparatorluğu’nun yakın bir gelecekte paylaşılmasının önüne
geçilmez olduğunu görüyordu. Dolayısıyla bu iki unsurun çıkarları
örtüşüyor ve Alman emperyalizmi ile Osmanlı ordusunun Enver Paşa
tarafından temsil edilen en mücadeleci kanadı birbirine
yakınlaşıyordu (Yerasimos, 1987; 469-470).
Bu dönemde Türkiye, Almanya’nın söz sahibi olduğu bir ülkeydi; Adana
da yakinen ilgilendiği bölgelerin başında geliyordu. İngiltere
büyükelçisi Lowther’in 1913 tarihli raporundan öğrendiğimize göre:
“Bazı mahalli Müslüman çevrelerde sürüp giden huzursuzluk ve
sızlanmaların tahliline gelince; Adana yöresinde ciddi karışıklıklar
çıksaydı, Almanya’nın hiç de hoşuna gitmiyor olacaktı (...) Bağdat
demiryolunun geçtiği bölgelerdeki Alman sömürgeleştirme tasarıları
unutulmamıştır ve pekçok Ermeni, Adana çevresinin ‘Türkiye’nin
Kiao-Çeu’su’ haline geleceğini sanmakta veya hayal etmektedir”
(zikreden Yerasimos, 1987; 460).
S. Soskin 1903’te, adının altında küçük harflerle parantez içinde
Sömürge İktisat Komitesi’nin yayın organı olduğunu belirten
Tropenpflanzer’de yayınladığı “Ön-Asya’da Pamuğun Geleceği” adlı
makalede, Alman tekstil endüstrisinin Amerikan ve Mısır pamuğuna
bağımlılığını kırmak isteyen Alman yatırımcıları Ege’den çok
Çukurova ve Suriye’nin kuzeyine yönlendiriyordu. “Kuzey Suriye”nin
ne anlama geldiğini 1904 yılında Berlin’de yayın hayatına başlayan,
tarımsal araştırmalarda uzmanlaşmış, Dünya Siyonist Organizasyonu’na
bağlı Siyonist Komisyonun Filistin’i araştırma organı “Altneuland”
adlı dergide O. Warburg’un üç sayıdır devam eden makalesinin
başlığından anlaşılabilir: “Kuzey Suriye’de Bağdat Demiryolu
Bölgesinde Pamuk-Kültürü Temelli Yahudi Kolonizasyonu”. O.
Warburg’un hesaplarına göre bu bölge Anadolu’daki 8 milyonluk
nüfusun üzerine 45 milyon kişiyi daha kaldırabilir. Çevredeki bütün
Müslüman nüfus buraya rahatlıkla sığar, dahası “Kuzey Suriye”ye
Romanya ve Rus Yahudilerinin iskanı Türkiye’nin iskan
beklentileriyle çelişmez. Yeter ki Türkiye bu alanda ekonomik
gelişme göstersin (Akder, 2008). Ne var ki maliyeti çok yüksek
dramatik olaylar ve Almanya’nın yenilmesi ile sonuçlanan savaş
sonrası gelişmeler Warburg’un Çukurova iskan tasarımı ile aynı yönde
gelişmez.
Tam bu dönemde Rus Yahudisi Ber Borochov tarafından “Proleter
Siyonizm” öğretisinin temelleri atılır (1881-1917). Borochov’a göre
her ulus piramit biçiminde bir toplumsal katmanlaşma sistemine
sahiptir: geniş bir işçiler ve köylüler tabanı üzerinde doktorlar,
avukatlar, aydınlar, patronlar gibi farklı katmanlar yükselir.
Yahudiler ise geniş bir serbest meslek sahipleri katmanına sahip
iken çok dar bir işçi ve köylü katmanına sahip olduğu için biçimi
tersine çevrilmiş bir piramit sözkonusudur. Yahudiler işçi sınıfına
sahip olmamalarının yanında bir de vatansızdırlar. Yahudiliğin
proleterleşmesi toprak sorununun çözümünü gerektirecektir.
Borochov’a göre, “Filistin’in yerlileri” olarak adlandırdıklarının
kendi öz kültürleri ve ulusal nitelikleri bulunmadığından, İsrail
sosyalizminin toprağa ilişkin bu boyutu bir sömürgecilik örneği
teşkil etmez (Turner; 1984;14). 1968’lere geldiğimizde de Avineri,
İsrail toplumunu ve siyonist sosyalizmi karakterize edebilmek için,
Ber Borochov’un “proleter siyonizmi”nin toprağa ilişkin çözüm
önerisi ile Hegel’in tarihin ilerleyişi görüşünü birleştirir:
Asya’daki herhangi bir toplum üzerinde Avrupa’nın denetimi ne kadar
dolaysızsa, o toplumun kendi yapısını sorgulaması ve nihai olarak
burjuva ve böylece de, daha sonra sosyalist topluma katılması
olanağı o kadar fazladır. İsrail’deki ve işgal edilen topraklardaki
Araplar azar azar olsa da geri kalmış bir köylülükten şehirli bir
işçi sınıfına dönüşecektir. İsrail, modern bir ekonomik altyapıyı,
demokratik bir siyasi aygıtı ve kentsel hizmetleri sağlayarak, Arap
Filistin’inde çok büyük bir toplumsal ve ekonomik devrimin “zoraki
ebesi” olarak hareket eder. İsrail’in yürüttüğü işgalin sonucunda ne
olur peki? Arap emeği istihdamı belirgin biçimde artış gösterir;
Araplar tarımda ve inşaat sektöründeki becerisiz işlerde yoğunlaşan
göçmen işgücüne dönüştürülür; Bedeviler, İsrail’in turunçgil
bahçelerinde ve pamuk plantasyonlarında mevsimlik ücretli işçilere
dönüşür. Avineri’nin savına göre, geri kalmış Arap köylülüğünün işçi
sınıfına dönüşümü, İsrail kapitalizminin evrenselci dürtülerle
gündeme gelen bir modernleşme örneği olabilir. Sonuçta Arap işgücü
İsrail’in endüstri yedek ordusunun bir parçasıdır ve İsrail
ekonomisi de yeni bir pazarın ve ucuz emeğin nimetlerinden
yararlanır (Turner, 1984; 49-54).
Türkiye’de bol bol toprak da vardı, ucuz işgücü de. Can alıcı soru,
bu topraklar kimin, ücretli çalışanlar kim olacaktı?
Yükselen ticaret burjuvazisini oluşturan Selanikli dönmeler ve
Museviler, çıkarları gereği Almanya ve Avusturya’ya yakındılar.
İngilizler ve Fransızlar , Türkiye ile olan ekonomik ilişkilerinde
genellikle Rum ve Ermenilere yaslanıyorlardı. Türkiye ile ekonomik
ilişkileri hızla gelişen Almanlar ise, daha çok Yahudi ve Müslüman
burjuvaziye dayanma eğilimi gösteriyordu. Selanik’te Paris ve
Roma’ya yakınlak duyan kimi Yahudiler bulunmakla birlikte
Yahudilerin çoğu Berlin’i tutuyordu. Gibbons, Alman emperyalizminin
Türkiye’yi ele geçirme çabalarına karşın Ermenilerin büyük bir engel
teşkil ettiğini düşünüyordu. Ermenilerin çoğu Fransız ve Amerikan
okullarında yetişmişler; Amerika ve özellikle İngiltere ile ticari
ilişki kurmuşlardı. Alman ticari ajanlarının faaliyetleri
dolayısıyla başarısız kalıyordu. Rumların durumu da aynıydı. Gibbons
bu nedenle, Almanların, Ermeni kırımını desteklediğini ileri sürer
(Avcıoğlu, 1978; 249-250). Yüzyıllardır birlikte yaşayan iki kavim,
İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasal,
ekonomik ve misyoner faaliyetleri yüzünden karşı karşıya gelmişti.
“Almanya ortaya çıkan olayları şiddetle bastırmak için akıl hocalığı
yaptı. Büyük Savaş’a girildiğinde durumun tamamen bu yönde geliştiği
açıktır. Dramatik hale dönüşen tehcir gibi bir olayı, bu dönemde,
evvelemirde Alman Genelkurmayı’nın tavsiye ettiği ve yönettiği,
savaş sırasında ve sonrasında açıklanmıştır” (Ortaylı, 2006;
153-154).
İngiltere’nin yeni pamuk ekim alanları aradığı 1860’larda Adana, hem
pamukla hem de Osmanlı’nın Tanzimat Paşaları ve İngiliz tüccarlarla
tanışır. 1869 yılında bir İngiliz konsolosluk yazışmasında ”Earl of
Clarendon’un sorduğu husus yani İngiliz girişim ve becerisinin
buradaki [İstanbul –İB] olanaklardan ne kadar yararlanabileceği
meselesine gelince, müsaadenizle belirtmek isterim ki, bazı İngiliz
dokumalarının burada üretilmesi İngiltere’den üretilmesinden daha
uygun” (Türkcan, 1984; 37) olduğunu öğreniyoruz. Fransızlar da geri
durmaz 1864’te ilk çırçır fabrikalarını açarlar, daha sonra da
Almanya’nın iştahı kabaracaktır. Bataklıklar, taşkınlar ve sıtma
yüzünden ovanın belli kısımlarında tarım yapılabiliyordu. Tarım
metodları ilkeldi. Pamuk ekimini geliştirmek için çifte kazanlar
(buharlı nadas makineleri) 1881’de, harman makinesi (batoz) 1890’da,
daha ilerki bir tarihte de dört ve altı öküzle çekilen nadas
pullukları ile “Bergüzar” adı verilen hafif orak makinesi Adana’ya
ilk kez geldi. İhracata yönelik bu pamuk üretim hamlesi Adana’da
işçi ihtiyacını ortaya çıkarmış, civar illerden, köylerden işçi
akını başlamıştı. Böylece o güne dek ortakçılıkla işletilen
çiftliklerde kapitalizm yolunda ilk adımlar atıldı.
Adana bölgesinde, daha 1878’de ilk iplik eğirme fabrikasını kuran
Mavrumati ailesi fabrikası 1890’ların ilk yarısında yaklaşık 300
işçi çalıştırıyordu. 1900’e gelindiğinde Tripani kardeşler, buhar
gücüyle çalışan ikinci bir fabrikayı Adana’da kurdular. 1907’de,
yine Adana’da, Cosma Simyonoğlu üçüncü iplik fabrikasını açtı. Üç
fabrikada toplam çıkrık sayısı 16.000’di. Mısırlı bir Müslüman olan
Rasim Dokur 1911’de Tarsus’ta yeni bir iplik fabrikası kurdu; çıkrık
sayısı üç yıl içinde 10.800’e ulaştı (Quataert, 2008; 80-81). Bu
fabrikalarda çalışanların çoğu, Makedonya ve Selanik’teki
fabrikalarda olduğu gibi, kadın ve çocuktu. Adana’da kombine bir
iplik eğirme ve dokuma tesisinde, 1907 civarında, iplik eğirme
bölümünde 550 kişi çalışıyordu. Bütün bölgeye dağılmış olan çırçır
atölyelerinde kadın ve çocuk emeği de yaygın olarak kullanılıyordu.
Bu güneydoğu bölgesinde işgücü sıkıntısı bilhassa fazlaydı ve
kombine tesis sahipleri Hacın, Zeytun ve Antep’ten Ermeni işçileri
çekmek için evler inşa ediyorlardı. Kombine tesis sahibinin nihai
hedefi 1500 kişi istihdam etmekti (Quataert, 2008; 87-88).
Osmanlı İmparatorluğu’nda pamuk ipliği üreten fabrikalar çok azdı ve
birbirinden uzaktı. Devlet ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmuş
olanlar dışında, iplik fabrikaları 19. yüzyılın sonlarında kuruldu.
İlk grup fabrikalar Büyük Depresyon sırasında 1870-1880’li yıllarda;
ikinci grup fabrikalar ise 1896’dan sonra bambaşka koşullarda
açıldı. Bu dönemde -başta İzmir, Adana, Selanik ve İstanbul olmak
üzere- kurulan Osmanlı iplik fabrikaları, makineli üretimin dünya
çapında yaygınlaşması sürecinin bir parçasıydı. Adana bölgesi, büyük
bir işgücüne sahip olmamasına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu’nda
fabrika ipliği üretiminde ikinci sıraya yükselmişti. Pamuk hasadı
için gereken işgücü, büyük ölçüde, dağlarda yaşayan göçer
aşiretlerden sağlanıyordu. 1906-1914 yılları arasında Çukurova’da
pamuk üretimi 50.000 balyadan 250.000 balyaya, 2,5 kat artmıştı. Her
hafta, işverenler Tarsus ve Adana ırgat pazarına gidip adam buluyor,
ırgat başıyla ücret pazarlığı yapıyordu (Quataert, 2008; 76-80).
Bütün ürünlerin pamuğa kurban edildiği Çukurova’da, ticaret kârının
aslan payını İstanbul’daki aracılar ve buradaki yerli aracılar
almaktadır. Adana ve Tarsus’taki pamuk atölyeleri Rumların elindedir
ve Avrupa’dan yardım için gönderilen fonlarla Ermeniler pamuk
dokumacılığında ilerleme kaydedip Avrupa pazarına girer. Avrupa
sermayesinin Çukurova’ya girişi, gayrimüslimlerin de bu ekonomik
ilişkide rol oynaması sonucunu doğurur. Kurulan ilk fabrikalar
Avrupalılar ile gayrimüslimlere aittir (Emiroğlu, 2007; 272). “Kanlı
Topraklar” adlı romanında bu tarihsel durumu şöyle dile getirir:
“Tüccarlık gavurların elinde. Bütün fabrikalar Rumların,
Ermenilerin, Almanların (...) Milli Mücadele’den sonra Allah Allah!
Millet bir saldırdı Ermeni, Rumlardan kalan mallara, deme gitsin.
Bir ticaret, bir tüccarlıktır gitti. Eskiden Osmanlı pek bir
tüccarlık yapmadığı gibi, tellaklık, berberlik gibi mesleklere de
girmezdi, ayıp sayılırdı” (Orhan Kemal, 2007; 92-94).
Romancı Orhan Kemal edebiyatın sınırları içinde daha ötesine
gidemezken, romancı olmayan Çağlar Keyder tarihsel-toplumsal
arkaplan çizer: 20. yüzyılın başında 10’dan fazla işçi çalıştıran
işyerlerinin sayısı belki de 100 civarındanydı ve bunların çok büyük
bir kısmı Selanik, İzmir ve İstanbul’da toplanmıştı. Belki de yüzde
90’ından fazlasının sahibi yabancı veya gayrimüslimdi. Burjuvazinin
çok küçük bir bölümü imalat alanındaydı; bu küçük imalat sektörü de,
sanayi işçileri de gayrimüslimlerden oluşuyordu. Müslümanlar ise
küçük köylülüğü oluşturuyordu. Öte yandan imalat kesiminin
imparatorluğun iktisadi yapısı içindeki rölü önemsizdi, bu nedenle
de burjuva sınıfının karakterini tüccarlar belirledi. Hıristiyan
burjuvazi siyasi arayışlar içine girdiğinde (özellikle 1909
sonrasında), Avrupa devletler-arası sistemi Osmanlı İmparatorluğu’nu
parçalanmaya mahkum etmişti. Hıristiyan burjuvazinin yürüttüğü
politika, imparatorluğun parçalanacağı öngörüsü üzerine
temellendirildi (Keyder, 1990; 43-44). Kurtuluş Savaşı sırasında da,
“çoğunlukla İstanbul ve İzmir’de üslenmiş bulunan kozmopolit ticaret
burjuvazisi, genel olarak ulusal hareketi tutmamıştı” (Tunçay, 2006;
29). Anadolu eşrafı başlangıçta Kurtuluş Savaşı’nı destekler
görünmüyordu, ama sonuçta savaş, eşrafa ve eşrafın bezgin köylü
kitlesi üzerindeki nüfuzuna dayanarak yürütülmüş ve eşraf-ordu
işbirliğiyle kazanılmıştı. Kurtuluş Savaşı’nın bu özelliği
Cumhuriyetten sonra izlenecek yolun yönünü önemli ölçüde
belirleyecekti. Önemli bir rol oynadığı kurtuluşun ardından eşraf
eski toprak düzeninin tasfiyesini değil, zaferin meyvelerini yemek
istiyordu. İttihat ve Terakki’nin milli iktisat politikasıyla iştahı
kabaranlar da sabırsızlanıyordu (Avcıoğlu, 1978; 314-315). Kurtuluş
Savaşı kazanılır kazanılmaz İstanbul tüccarları, dışında kaldığı
savaşın nimetlerinden yararlanmanın yolunu arar, “Milli Türk Ticaret
Birliği” kurulur. Anında “milli” ve “milliyetçi” olan tüccarlar
birliğinin amacı Levantenler ile Ermeni ve Rumların ellerindeki
ticari mevkileri ele geçirmek ve yabancı sermaye ile ortaklık
kurmaktır. Liberalizm ve serbest rekabet şartları içinde
tutunamayacağına kani olan tüccarlar liberalizm karşıtı kesilir,
devletçi olur. Devlet gücünü arkasına alarak sağlayacağı imtiyazlar
ile Rum ve Ermenilerin bıraktığı boşluğa yerleşmek ister; milli
sanayiden değil, ithalat, ihracat ve ticaretten söz eder.
Kurtuluş Savaşı sonrası Adana’nın nüfusu etnik olarak değiştiği gibi
Adana müteşebbisleri de kimlik değiştirmiştir. Rum ve Ermeniler
Fransızlarla birlikte Adana’yı terk eder. Adana’daki işadamları
artık Yahudiler ve Hıristiyan Araplardır, bir de Kayserililer. Sözü
Orhan Kemal’e bırakalım: “Bunlar Kayseri köylülerinden her yıl
Çukurova’ya yüzlerce inenlerden. Dutlu Han, Boklu Han, Saathane’nin
oradaki hanlar... Bunların mekanları oralar. Ekmek peynir, ekmek
turşu, ekmek helva. Ama çok tutumlu insanlardır ha, cin gibi! Neyse
bu Nedim de onlardan işte. O zaman malum ya, Ermeniler, Rumlar
ticareti ellerine almış, Osmanlı’yı veryansın soyuyorlar. Derken
Sultan Hamit’i indiriyorlar. Meşrutiyet. İttihat ve Terakki. Milli
zengin yetiştirme modası. Ardından Ermeni tehciri. Bu Nedim’in
patronu çorbacı da Ermeni ya, kaçacak Türkiye’den” (Orhan Kemal,
2007; 97-98). Batı Anadolu ve Karadeniz kıyısından sonra üçüncü
önemli ticari tarım bölgesi olan Çukurova’da savaştan önce Ermeni
çiftçiler önemli bir role sahipti, 1915’e kadar servetleri artmıştı.
Savaş sırasında Suriye’ye kaçmış olan Ermeniler 1920’de Fransızların
koruması altında geri döndüklerinde yerel milislerin güçlü
direnişiyle karşılaştılar. Zamanla Ermenilerin iktisadi varlıkları
da Türk toprak sahiplerine, tüccarlara ve ihracatçılara devredildi
(Keyder, 1990; 78). Bu el değiştirmeler yaşanmasına karşın,
Adana’nın ekonomide dikkat çekici biçimde sanayi bölgesi haline
gelmesinde ve uluslararası pazara yönelik sanayi ham maddesi olarak
ekilen pamuk ve pamuğun yan ürünlerinin (yağ, sabun, iplik, elyaf,
tekstil) Türkiye ekonomisinde önemli bir yer tutmasında herhangi
sapma görülmez. Ama anlamlandırmakta zorlandığım bir olgu önüme
dikiliyor Orhan Kemal’in aynı romanında:
“Zenginlik buydu. İnsan topraktan şaşmayacak, toprağa, uçsuz
bucaksız toprağa sahip olacaktı. Evet, fabrika da topraktan geri
kalmazdı ama, hayır toprak başkaydı. Fabrikalar, vaktiyle Ermeniler,
Rumlardan kalmıştı. O devirlere yetişenler, “Nedim Ağa gibi” açıkgöz
davranıp oturmuşlardı üzerine. O yağmadan hissesine düşeni
alamamıştı. Ne yapacaktı? Pamuk tüccarlığı, evet ama, hayır, asıl
topraktı, toprak! Koskoca Nedim Ağa gibi öteki fabrikatörler de
neden toprağa heves ediyorlardı?” (Orhan Kemal, 2007; 215-216).
Evet, neden?
Çukurova “zengin Ermenilerin ticari tarım amacıyla toprak satın
almalarıyla birlikte 20. yüzyıl başlarında yeniden önem kazandı”
(Keyder, 1990; 113). Doğan Avcıoğlu’na göre, 1913 yılında çıkan
kanunla Türk toprak hukununun geleneksel esaslarına son ölüm darbesi
indirilmiştir. Yeni arazi düzeninin getirdiği daha büyük bir tehlike
Ömer Lütfi Barkan’ın deyimiyle, “memlekette garp kapitalizminin
mümessili sıfatiyle zenginleşen ve parayı elinde tutan Rum ve Ermeni
sarraflardan gelmekteydi. Toprak alış-verişinin kayıtsız şartsız
serbest olduğu bir düzende, Rum ve Ermeni sermayedarlar, köylünün
güçsüzlüğünden yararlanarak çok kısa sürede geniş araziler ele
geçirebilirlerdi. Bu yolda bir gelişmenin başladığına da şüphe yok.
XIX. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve Kurtuluş Savaşımıza kadar
süren kanlı boğazlaşmalarda, yeni toprak düzeninin paralı Rum ve
Ermenilere sağladığı olanakların yarattığı tepkinin azçok payı
bulunsa gerektir. Prof. Barkan’a göre “küçük çiftçi kitlesini
proletaryalaştıracak” biçimde, “bu kuvvetlerin işlerini
tamamlamalarını siyasi birtakım hercümerçler” engellemiştir
(Avcıoğlu, 1978; 171-172). Bu gelişmeler köylünün mülksüzleşmesini,
proleterleşmesini dizginliyor.
Benim anlayamadığım, 19. yüzyıl ortalarından itibaren, Batılı
anlamda olmasa da, gayrimüslimlerden oluşan bir “burjuva” kesim var
idi, ki bu kesimin karakteristiği “burjuva” değil, gayritürk ve
gayrimüslim olması idi –not ediyorum (-bugün itibariyle gayrimüslim
değil, gayri-Müslüman olmaları karakteristiği). Biz Cumhuriyete o
“burjuva”larla neden girmedik? Tasfiye ettik? Biz mi ettik? (Hem
“biz” kimiz?) Neden? (Hüsamettin Tambay Albayım, sanırım bu sorunun
cevabını büyük Türk düşünürü Süleyman Demirel biliyor.) Muhtemelen
yeterince “burjuva” değillerdi. Tamam ama, sonrakiler yeterince
“burjuva” mı idiler ki? Hayır.
Doğan Avcıoğlu, “Türkiye’nin kapitalist gelişmeyi
gerçekleştiremeyişi, milli devletin yokluğu ile açıklanamaz”
dedikten sonra şöyle diyor: “Osmanlı İmparatorluğu’nda, azınlıklar
meselesinin bir özelliği vardır. Rumlar ve Ermeniler, Türkiye’de
Avrupa’nın siyasi ve iktisadi alanlardaki tahakküm politikalarının
araçları olarak kullanılmışlardır. Azınlıkların varlığı, bu anlamda,
dolayı yoldan, Türkiye’nin kapitalist gelişmesini engellemiştir”
(Avcıoğlu, 1978; 104). “Osmanlı’da Burjuvazinin Oluşumu” adlı
çalışmamızda Ermeni katliamı ve Rum mübadelesinin kapitalist Avrupa
tarihinin bir parçası olarak modernitenin ve demokrasinin gereğince
gerçekleştiğine daha önce değinmiştik (Bingül, 2007a). Özetleyin:
Batı kapitalizmi kendinin rakibi gördüğü ‘Osmanlı Burjuvazisini’
tasfiye etmeyi uygun gördü.
Bir ülkenin dış dünya ile kurduğu iktisadi, siyasi, tarihi vb. tüm
ilişkilerinin o ülke üzerinde doğrudan etkide bulunduğunu görüyoruz.
Çukurova bölgesinde vuku bulan çalışma ilişkileri ve buna bağlı
olarak gelişen hayat dışsal dinamiklerin, siyasi, tarihi ve iktisadi
ilişkilerin ördüğü bir bütün içinde tamamlamamız gereğinin güzel bir
örneğini sunuyor.
Bu tarihte bi bit yeniği var amma... Kürsü akrobatı tarihçiler,
kalemleri bağlı bu nezaket virtüözleri bunu bilmiyorlar mı? Bence
eşşecim gibi biliyola, biliyola da söylemiyola. Kiraz
festifallerinde halka tarih açıklanı mı be? Ben tarihçi olmadığım
için, bilmiyorum. Tamam. Amma velakin, ben de yazdıkça, her şeyin
yazılamayacağını, yazılsa da gazete, dergi, kitapevi müdürleri
tarafından basıl(a)mayacağını öğreniyor, işinin erbabı bir dansöz
gibi kalem erbabı olmak gerektiğini her geçen gün kavramam, kıvırmam
gerektiğini öğretiliyorum... Ahhh, ah. Git başımdan tarih, ben sana
göre değilim yazı.
1950’lerde yaşanan hareketlilik girişimciler için tamamen yeni bir
boyut taşıyordu. Bugünkü Türkiye’nin en nüfuzlu sanayicilerinin
çoğunun iş hayatına atıldıkları ya da asıl birikimlerini
sağladıkları dönem 1950’lerdir. Önde gelen sanayi kuruluşları içinde
pek azının tarihi 1950 öncesi döneme uzanır. Bugünkü sanayi
burjuvazisi içinde yer alanların bazıları tarımdaki dönüşüm
sayesinde birikim yapabilmişlerdi. Bu yolun örnekleri en çok
Çukurova bölgesinde görülebilir. Tarıma traktör girdiğinde pamuk
yetiştirilen topraklarda ortakçı kiracılık yaygın durumdaydı. El
koydukları topraklara Cumhuriyet’in ilk yıllarında resmen sahip olan
büyük toprak sahipleri ile ekonomi dışı baskı yoluyla ortakçıları
yerlerinden edip topraklarını çitleyenler için makineleşme eşi
bulunmaz bir fırsattı. Çitleme diğer bölgelerde yaygın bir biçimde
görülen bir olay değildi. Pamuk tarımında sadece mevsimlik işçiye
ihtiyaç duyulduğundan çitleme hemen bol kazançlar sağladı ve
1950’lerde bir tek hasatla servetler kazanıldı. Bölgenin merkezi
olan Adana’nın nüfusu 1950’lerde iki kat arttı. Bu dönemde
Adanalılar hızla zenginleşen şehirlere özgü davranış biçimleri
gösteriyordu. Cadillac sayısının Amerikan şehirlerinden daha yüksek
olduğu belki de doğruydu. Büyük toprak sahipleri arasında daha
başarılı olanları pamukçuluktan çırçır fabrikalarına, iplik
sanayiine, tekstil işine atladılar. Çukurova örneği benzersiz bir
örnekti. Türkiye’nin başka hiçbir bölgesinde, tarımsal artık bu
boyutta ilkel birikim sağlayacak ve ticarete böyle fırsatlar verecek
ölçüde yoğunlaşmamıştı (Keyder, 1990; 113-114). Orhan Kemal’in neden
Bursa yada İzmir’den değil de Adana’dan çıktığı sorusunun yanıtı
kısmen buydu.
1950’ye kadar Adana’da sanayie egemen iki şirketten biri Sümerbank,
öbürü, Orhan Kemal’in bir süre katiplik yaptığı Milli Mensucat
Şirketi’dir. Daha sonra ortaklıktan ayrılacak olan
Ramazanoğulları’ndan Kemal Bey dışında tümü Adana’ya yerleşmiş
Kayserililer tarafından kurulan bu Milli Mensucat Şirketi Adana ve
Türkiye sanayi tarihinde özel sektör olmasıyla önemlidir. Yanısıra,
bu şirketin ve bu Kayserililerin 1948 yılında kurduğu Adana’daki
Kayserililer Bankası, nam-ı diğer Akbank kurulur. Sabancı ve Has
ailelerinin bugün kurdukları üniversiteler, müzeler, sanatsal
aktiviteler, bilimum hayır ve kültürel faaliyetleri, sponsorlukları
ile tanıyoruz.
B. Traven Meksika/Amerika’daki “Pamuk İşçileri”ni (Traven, 1968)
yazdı. Çukurova Türkiye’sinde bunlar olurken Orhan Kemal pamuk kadar
ak olmayan kan kırmızısı “Kanlı Topraklar”, “Bereketli Topraklar
Üzerinde” adlı romanlarını yazdı. Gorki fırın işçilerini, Robert
Tressell “Baldırı Çıplak Hayırseverler” (Tressell, 2006) adlı
romanında İngiliz inşaat işçilerini yazdı. E. P. Thompson artık
klasikleşmiş “İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu”nu (2004) yazdı. E.
Thompson’un bu dev eserinde tasvir ettiklerine baktığımızda, coğrafi
bağları bir hayli gevşek olan son derece yerel bir dizi olay
anlatısından ibaret olduğunu görüyoruz. “Oldham, Northampton ve
South Shields’ta (hatta Colmar, Lille, Minneapolis, Mobile ve
Lowell’de) sınıf yapısı, bilinci ve siyasetinin çok farklı
şekillerde inşa edildiği aşikardır. Bu da, ulus-devlet içerisinde
coğrafi farklılıkların, birçok araştırmacının itiraf etmek
istemeyeceği kadar önemli olduğunu gösterir” (Harvey, 2008; 78).
Orhan Kemal Türkiye’sinde pamuğun hikayesinin, özetleyin, hem
yerelin siyasi tarihi hem de serpilen dünya siyasi tarihiyle iç içe
dokunduğunu unutmadan, Traven, Tressell, Gorki, Orhan Kemal vd.nin
edebiyatında bir çokluk’un vücut bulduğunu belirterek geçici bir
nokta koyalım.
GÖNDEREN İLYAZ BİNGÜL ZAMAN: 08:31
ETIKETLER: ORHAN KEMAL, TÜRK EDEBITATINDA İŞÇI |