Ana Sayfa

Cafrande.Org - İ.Güven Kaya - 27 Mayıs 2011

 

Edebi İncelemeler : Orhan Kemal Romanları - 1

 

 Orhan Kemal’in romanlarının bir bölümü kendi yaşamından bazı kesitler yansıtır. Sonra gittikçe geniş boyutlar kazanan konular Çukurova’ya, Çukurova emekçilerine; oradan da İstanbul’a değin uzanır. Bu genel çizgi içinde irili ufaklı, kadınlı erkekli bir yığın insan; iyi kötü, mutlu mutsuz yaşamlarıyla okuyucuların gözleri önüne serilir.
Burada, Orhan Kemal’in tüm romanlarını değil de, bir grup romanından yola çıkarak en belirgin çizgileriyle üç insan kesitini vermeğe çalışacağız. Bunu yapmaktan amacımız, yazarın büyük bir ustalıkla yarattığı bu insan tiplerinin hâlâ toplumumuzda etkin kişiler oluşları ve zaman zaman toplumsal yapıyı temelinden sarsmalarıdır. Orhan Kemal, bu tipleri yaratırken kendine özgü gülmece anlayışından da yararlanarak, biraz abartmaya kaçmamış değildir. Bununla birlikte çevre gözlemlerinden yola çıkarak ortaya koyduğu bu insanların gerçekçi bir anlatımla okuyucuya tanıtılması, yazarın gözlemci yanının ne denli güçlü olduğunu da kanıtlamaktadır.

Orhan Kemal’in en başarılı kişilerinden biri hiç kuşku yok ki .. “Müfettişler Müfettişi” adını verdiği Kudret Yanardağ’dır. Biribirini izleyen iki romanda ele aldığı bu kişiyle, 1940-1950 yılları arasındaki toplumsal oluşumumuzla birlikte, 1950 sonrası çok partili sisteme geçişte yaşanacak çelişkilerle ilgili önemli ipuçları da verir.

Müfettişler Müfettişi’ni ilk olarak bir Anadolu kasabasında görürüz: 1 “ … Küçük şaraphane gecenin dokuz buçuk sarhoşluğundan ayılıp içeri girene baktı bakmasıyla da elinde olmayarak toparlandı: Vay anasını! … Kimdi vali, millet vekili, parti başkanı, belki de bakan yapılı bu adam? Kahverengi rölöve şapkası, çizgili kahverengi kostümü, kolalı yakasına irice bağlı, siyah kırmızı kıravatı… kim bilir ne türlü evraklar bulunan şişkin çantası… (S. 5)”

Kudret Yanardağ’ın macerası bu kentte böyle başlıyor. Kimdir, nedir? Ne işi vardır bu zamanda şaraphanede? Bu soruları yanıtlamadan önce Orhan Kemal’in şu tümcelerine dönelim: “Buyurun Beyefendi!… Beyefendi değil bu şaraphane, değil bu şaraphanedekiler, bu şehrin valisi, emniyet müdürü, jandarma kumandanını, boy boy, çeşit çeşit avukatları, hakimleri, lise, öğretmen okulu, sanat enstitüleri öğretmen ve müdürlerini, iş adamlarını filan hiçe sayabileceğini belirten bir çalımla bakmadı bile … çift kösele sarı iskarpinlerini şaraphane betonunda zıııt zııııt zııııt… diye hiç ama biç kimseye bakmadan, ta dibe, dipteki peykenin yanma gitti. Durdu … (S. 5)”

Evet, şimdi sorumuza dönebiliriz: Bu sağı solu inceleyen, bakışlarından her şeyde bir kusur, bir çarpıklık olduğunu çekinmeden çevresine yansıtan bir tavır takınır, hatta bunu açıkça söyleyen bu adam kimdir? “Bu ne pislik” ya da ,”Bu ne rezalet? (S. 6)” gibi sorular sorarken şaraphane işçilerinden patrona değin herkes merakla, ilgiyle ve korkuyla izlemektedirler onu. Adam en can alıcı olanı, en işe yararı bulma, ele geçirme çabasındadır belli etmeksizin.

“Hangi partidensin? … Kimliği üzerinde kesin bir yargıya varamadığı ama sağlam, dişli bir kodaman olduğu zerrece şüphesi kalmayan şarapçının elindeki şarap dolu bardak titriyordu. İktidar partisinin adını kekeledi. Kodaman ani, sert, hatta heyecanlı bir dönüşle burun buruna geliverdi şarapçıyla, başladı; Pekiyi … bu muhterem, bu çok muhterem zevatın manevi huzurunda utanmıyor musun ki, bu muhtelif partili mecburiyeti içinde partinin aziz liderlerinin resimlerini şu müstekreh duvara layık görüyorsun? … Sorarım sizlere muhterem vatandaşlar: Haksız mıyım? …” Ardından son darbelerden birini indirir: “Demek bu gayri sıhhi, pis yerde müstekrah şaraplarla yurttaşları zehirlemek bahasına para kazanıyorsun? Bu mu yurttaş sevgisi? Vatanperverlik bu mu?” (S.78)

Anadolu’nun kendi yazgısına boyun eğmiş bu kentinin, bu pis şaraphanesine gelip sağı solu acımasızca eleştiren adama, “ben sıradan bir vatandaşım” dese kim inanır? Ona bir ad bulmalıdır. “Herif sağlam esaslı bir arkadaş … Kodaman! Sağlama! … Sağlama ya nerenin kodamanı? … Nerenin olursa olsun kodaman ya! … Belki de belediyenin yeni sağlık müfettişi! … Yok canım! … Niye? … Kalıbını görmüyor musun? Vekil, vükelâ kalıbı! … Herif sapına kadar partili! … Ya millet vekiliyse? … Dur hele! Bakan makansa? (S. 10-11)

İşte ardından söylenen kuşkulu sözler. Şaraphaneden sonra kentin her yerinde söylenir bu türden sözler. Tabii bu ara Müfettişler Müfettişi’nden kurtulmanın bir yolu vardır. Rüşvet vermek! Ve bir “afet gibi” çöker kentin üstüne. Şaraphanen’in ardından otel, lokanta sıradadır teftiş için.

Müfettişler Müfettişi’nin yaşam serüvenine geçmeden önce şunu hemen belirtelim: O, koşulların yarattığı biridir. Biz Kurdet Yanardağ’ın daha gerçek olanını o ılların İstanbul’da dillere destan adlarıyla biliyoruz. Sattığı kulelerle, köprülerle efsaneleşen Sülün Osmanlar yaşamıştır bu kentte. Orhan Kemal’in hayal gücünü, böylesi bir malzemenin harekete geçirdiği muhakkaktır. Orhan Kemal’in hayal gücü, bu adamı alıp, Anadolu’nun bir kasabasına getirirse, olacakları tahmin edin! Ardından hemen soralım: Günümüzde yasaların gölgesine sığınarak Sülün Osmanlar’a Kudret Yanardağlara parmak ısırttıranlar yok mudur? Elbette var! Bugün, toplumun o günkü yapısını göz önüne almadan bu insanlara nasıl gülünüyorsa; yarın da çağımızın Kudret Yanardağları’na böyle gülünecektir. Günümüzdeki modern soyguncuları ebette kişiler değil. Artık Sülün Osmanlar’ın, Kurdet Yanardağlar’ın yeri, yarı tebessümle andığımız anılarda kalmıştır.

Kudret Yanardağ’ın iki yaşamı vardır: Her iki romanda bu iki yaşam kesin çizgilerle belirginleştirilirse de, aslında birbirinin içindedir. O denli iç içedirler ki hiç umulmadık bir anda biri, diğerinin nedeni ya da sonucu oluveriyor.

Kudret Yanardağ’ın birinci yaşamı, Müfettişler Müfettişi olduğu çevrededir. Aslında kahramanımız öyle “müfettişim” filan demez kimseye. Her zaman yineleyip durduğu bir söz vardır” … Milyonlarca yurttaştan biriydi. Anayasanın bütün yurttaşlara tanıdığı gezi hürlüğünden faydalanarak istediği yeri gezip görebilirdi. Hatta bununla da kalmaz, yurdunu seven bir medeni insan gibi buralara Belediye Sağlık Ekipleri’nin uğrayıp uğramadığını da öğrenmek isteyebilirdi… (S. 184)” Bu türden davranışları elbette çevreyi ve insanları kuşkulandıracak; yürüyüşü, konuşması, herkese tepeden bakışı… kişiyi ister istemez ona karşı çekingen, saygılı yapmağa yöneltecektir. Yani Kudret Yanardağ, “Müfettişler Müfettişi” olmak için öyle pek büyük çaba harcamaz.

Kahramanımızın geçmişi, öğrencilik yıllarına iner: “…927 ya da 928 lerdeydi… annesi orta mektep diploması almasını sağlamak için… Kudreti dışardan sınava girmeğe razı etmişti… (S. 184)” Fakat daha salona girer girmez başta okul müdürü, hocalar, öğrenciler gene müfettiş sanmışlar ve hep birden ayağa kalkmışlardır. O da hiç bozmadan “buyurun, devam edin!” demiş. “Sınava devam edilmiş … sınav bir süre izlemiş, sonra da geldiği gibi çıkıp gitmişti… (S. 186)”

Orhan Kemal, birçok esprileri klasik oyunların değişik uyarlamasıyla kaleme alıp, romanını zenginleştirirken, ortaoyunundan da bazı esprileri değiştirerek yinelemiştir. İleride Vali’nin muavininin arkasına saklanması, ya da otelcinin iki karısının birbiriyle kavgaları, v. b. Fakat Kudret Yunardağ’ın yaşamında bir gerçek var. “Paşa torunu” oluşu. Onun dış yapısını ister istemez yüceltiyor. Aslında Kudret Yanardağ’ın vücudu tragedya ve komedya karışımı bir yapıyı taşıyor. İlerde, Sokullu Mehmet Paşa’nın nutkuna benzer bir nutuk söylemesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir tragedyasıdır. Oysa bu nutkun çarpıtılması, bir komedidir. İster istemez çağımızda çok ciddiye alınan gerçekler, Orhan Kemal’in usta mizahıyla alaya dönüşüveriyor.

Önemli olan Kudret Yanardağ gibi bir insanı yaratacak bir ortamın varlığıdır. Çünkü toplum yılgınlık içindedir. İster Anadolu, ister İstanbul olsun, Kudret Yanardağ olmasa bile başka birisini nasıl olsa yaratacaktır. Sonra İdris, ve Deve gibi ona yardımcı arkadaşlarını da unutmayalım.

Ya Anadolu’da, yalnız mıdır? Kudret Yanardağ’a her yerde yardımcı vardır. Yerden biter gibi bitiverir kendiliğinden.. İşte Kel Mıstık:

Kel Mıstık, kentin arabacısıdır. önce ailesinde, sonra da çevrede horlanan, ezilen biridir. Adam yerine koyan bile yoktur onu. Öyleyse varlığını kanıtlamalı, bu kente ceza vermelidir. Öyle bir ceza vermeli ki, öç almanın tadına varmalı, Mıstık. Daha arabasına binerken, Mıstık aradığı adamı bulduğuna inanmış gibidir. “Mıstık Efendi” demiştir ona. Elbette sonuna değin yanından ayrılmayacaktır onun. Müfettişler Müfettişi de getirdiği bilgiler karşılığında onu önce bir “aferin”le ödüllendirecek, ardındansa her zaman yaptığı gibi horlayacak, aşağılayacaktır ama Mıstık için yüce biri tarafından horlanmak bir ödül değil de nedir?

Müfettişler Müfettişi’nin kentteki ikinci büyük işi otelciyi çarpmasıdır. Mıstık’tan aldığı ipuçlarına dayanarak otelcinin karşısına birden çıkar. “Otel sahibi kurdukça kurmuştu bir an. Ulan ne ağızdı bu? Tam tamına seçmen tavlamaya çıkmış milletvekili ağzı.! Herif sağlama partili bir müfettişti. Belki de müfettişler müfettişi… (S. 76-77).

Otel sahibi de kent halkı gibi korkmaktadır. Aslında bu yıllar yılı Anadolu’ya özgü yılgınlığın yansımasıdır: Mütareke yıllarına inelim; “İnce Memet”te olsun 2 , “Kuyucaklı Yusuf”ta olsun 3 görürüz ki eşkıyası gelmiş soymuştur, bürokratı soymuştur, tahsildarı, jandarması soymuştur. Savaşa girmiş, o cephe senin bu cephe benim koşmuş durmuştur. Hep alınmış ama hiçbir şey verilmemiştir. Halide Edip, İney istasyonu’na geldiğinde, yaşlı köylünün ondan istediği ilginçtir 4: “İsmet Paşa’ya başka şey söyle … Ev isteriz, çocukların başını sokacak kovuk bile yok … ekmek isteriz, askeri ambarlarda buğday var, bir saat ötede … emretsin bize versinler, çiğ olsun çocuklarımıza yedirelim. (S. 33-34)”

İney İstasyonu’ndaki yaşlı adamla birlikte yüzlercesi susturulmuş ve istekleri yerine getirilmemişti. Korkutulmuş, kendi kaderine bırakılmıştı. Öte yandan 1950 iktidarı da çok şeyler vadetmişti. Halk dört elle sarıldı bu yeni partiye. Fakat, onlar da eskilerin yaptığının daha beteriyle çıktılar iktidar arenasına. Aslında yeni bir iktidar değildi bu. Yalnızca el ve ad değiştirmiş bir iktidardı, o kadar.

1950 öncesinin ilginç bir yanı daha vardır: Halkla birlikte burjuva ve bürokratlar da korkmaktadırlar. Otelcinin korkusunu Orhan Kemal şöyle veriyor: “Biliyordu, otel hiçbir sağlık kuralına uymayacak, tümen tümen ceza yiyecek kadar pişti… Belediye’ye gitse durumu bildirse … hemen gereken işleri yapmağa başlasa ceza, tekrar ceza… haftalar, aylarca kapama kararı… yıktırıp yenisini yapmağa kalksa en azından birkaç yüz binin kapısıydı. (S. 77)”

Ne yapacaktır? Hata üstüne hata yapar otelci. Hatta bir ara otel katibinin verdiği rüşvet için, Müfettişler Müfettişi otelciyi iyice paylar: “Kâtibin avucuma sıkıştırdığı ikiyüz liraya gelince … ben dilenci miyim ulan? … Derken, iki yüz lira benim gibi bir kerli ferli adamın dişinin kovuğuna bile yeter mi? (S. 79) demek istiyordu.” Çıkmazda kalan otelci, tek çıkar yol olarak Müfettişler Müfettişi’ni evinden misafir eder. Bu kez evde birtakım olaylar gelişir: İki karısı vardır otelcinin. Kavga ederler. Araya Müfettişler Müfettişi girer. Her şeyi yatıştırır. Az sonra da nikahsız olanla arayı iyice pişirir. Hatta, ayağına dolaşmasın diye onu İstanbul’a gönderir. Aslında Müfettişler Müfettişi’nin ilgilendiği otelcinin karısı değil kolundaki bileziklerdir.

Kentin üst düzeydeki bürokratlarına gelince: Arabacı Mıstık’ın yorumları Kudret Yanardağ’a bir olağanüstülük kazandırmış ve onula ilgili dedikodula bürokratların kulaklarına değin ulaşmıştır. Orhan Kemal, Müfettişler Müfettişi’ni olağanüstü gösterme tekniğini, halkın mitos ve efsane yaratma gücünden almış olduğunu, Kel Mıstık’ın yorumunda açıkça gösterir: “Vali, hızla uzaklaşan Emniyet Müdürü’nün ardından kaygıyla baktı. Neşesi kaçmıştı. Gerçi çiğ yememişti, karnı ağrımazdı. Her şeyler mevzuat gereğinceydi ama gene de… Aklından yığınla taahhüt işleri, ihaleler, banka kredileri geçti. Hiç birinde bir valinin yetkisini kötüye kullandığını belirtecek en küçük bir formalite eksikliği ya da keyfilik yoktu ama gene de belli olmazdı… (S. 61)”

Gogol’ü birden anımsıyoruz valinin kaygılarında 5. “Korku dağları bekler, sözünde bir bilgelik vardır. Yolda kumar yüzünden parası yutulan aptal bir çocuğun, bayağı bir züppenin kaymaktan tarafından müfettiş diye karşılanması neden gerip olsun?” diyor. V. B. Belinski. Arabacı Kel Mıstık ta ayni şeyi yapmadı mı? Gogol’ün kahramanı abartılmış bir tip değildir. Hatta aptal bile değildir. Çok zeki bir adamdır hırsızlık yapmak adam için bir yaşam biçimidir. Karda yürüyüp izini belli etmemeyi, daha somut söylemek gerekirse tehlikeli bir adamı tehlikesiz bir hale getirmeyi pek güzel becerir. .. Otelci çıkmaza girdiğinde ikinci karısını feda etmiştir. Belki valinin de feda edebileceği şeyleri vardır.

Müfettişler Müfettişi’nin ikinci yaşamı aile çevresindeki yaşamıdır. Her anımsadığında “kenef karı” dediği sevici bir karısı, onunla bununla oynaşan bir kızı, nerde akşam orta sabah, sorumsuz bir oğlu vardır. Ara sıra para göndermek dışında bir bağı yok gibidir ailesiyle. Hatta koşularıyla bile. Ne otelcinin karısı Sema’yı, ne kapı komşusu şen dul İffet Hanım’ı … kimseyi, hiç kimseyi ciddiye almaz. Biri hariç. Annesi.

Annesi hastadır. Kanserdir. Ama doktorlar saklarlar. Kudret Yanardağ, yalnızca annesiyle baş başa olabilecekleri, onu rahat ettirebileceği bir ev düşlemektedir hep. Sanki tüm mücadele gücü bir noktada odaklaşır:

“Kudret Yanardağ, annesinin sarkmış elini avuçları arasına alıyor, öpüyor, okşuyor, seviyordu. Annesini hiç bu günlerdeki kadar sevdiğini hatırlamıyordu, ölüvermesinden korkuyor, bunu aklına getirmemeğe çalışıyordu. Ama inadına geliyordu … Anacığı ölüverirse? … Onsuz ne yapardı bu dünyada? … O olmadıktan sonra neye yarardı birtakım yerleri teftiş, birtakım paraları tahsil etmek? O olmadıktan sonra şehrin dışındaki ev ne lüzum vardı? (S. 287)”

Hasta kadının yaşamı, oğlu tutukevindeyken gelin kaynana çatışması içinde son bulur.

Orhan Kemal’in, Müfettişler Müfettişi’ni okuyucuya biraz günahsız gösterme çabası, bir yerde Kudret Yanardağ’ın karısına karşı yapılan haksızlığı da beraberinde getiriyor. Kudret Yanardağ’ın, annesine düşkünlüğündeki başarı, Orhan Kemal’in bilinçaltının romandaki yansıması ve özlemleridir kuşkusuz. Bu bakımdan Kudret Yanardağ’ın annesiyle olan ilişkilerine normal diyemeyiz. Gecikmiş, çocukluk dönemlerinde kalmış saplantılardır. Orhan Kemal, romana biraz daha psikolojik derinlik verseydi. Kudret Yanardağ’ın annesine karşı duygularını tam açıklığıyla anlatmak başarısını gösterdiği gibi, karısının neden sevici olduğunu da açıklamış olurdu. Fakat, Attilâ İlham 6, Halim’le Suat arasındaki ilişkiyi verirken, aile yapısındaki hayal kırıklığının kökenini, Suat’ın özel yaşantısını vererek yıllar sonra Orhan Kemal’in bu eksikliğini tamamlamış olacaktır.

“Ükağıtçı 7”, Müfettişler Müfettişi’nin tutuklanarak kente getirilişiyle başlar. İlginç bir tablodur bu kente geliş.

Arabacı Kel Mıstık, kafasında bir kahraman yaratmıştır. Bu kahraman ne yaparsa yapsın, ona gereken yer verilmelidir. Mıstık, sanki halkın ortak vicdanının günümüze uzanan sesidir. Kafasında yarattığı kahramanı kurtarmalıdır. Çünkü onun kurtuluşu, bir yerde kendi kurtuluşuyla özdeştir. Ellerinde yumurta, çürük domateslerle halk yolda onu beklemektedir. Hemen kolları sıvar:

“Her şeyi inceden inceye anlatmağa başladı: Müfettişler Müfettişi İstanbul’da boğazdaki bir otelde keyf çatarken yakalanması filan dümendi; başımızdakilerin riyaseti. Maksat, gözden düşen, koltuktan inen, sivile geçen, ya da suç işleyen büyüklerimize karşı halkımızın saygı derecesini ölçmek! Hatta işittiğine göre, adamı taşlarken polisler çevirecek, alıp götüreceklerdi… (S. 11) Bu kez halk, ellerindekileri yere atmakla kalmazlar, jandarmalar arasında İstasyonda trenden inen, Müfettişler Müfettişi’ne, yol boyunca ikiye ayrılarak saygıyla yol verirler.

Mıstık kazanmıştır. Daha doğrusu, böyle bir adamı suçlu bulmak istemeyen halkın ortak vicdanı kazanmıştır. Erinden teğmenine; savcısından hapishane müdürüne değin herkeste bir kuşku vardır artık. Kuşku herkesi iyice sarmıştır. Mıstık, dışarıda ona kamuoyu oluştururken, o da elini kolunu sallaya sallaya girdiği hapishanede saygıdeğer biri oluverir:

“Koğuş, safi kulak kesilmişti… Vay anasını, herif mahkum mu ya da müfettiş falan mı? Mahkuma benzer yanı yoktu … aralarına mahkum gibi girmiş, onlarla barbut atmış, esrarlı cıgara içmiş, bu ara şiş, bıçak, saldırmalarla, esrar, afyon zulalarının … saklandığı yerleri öğrenmişti… (S. 87)” Bu ne hapishane müdürünün ne gardiyanların, ne de katiplerin işine gelmişti. Hepsinin çıkarı vardı. Hele müdür, hapishanede oynanan kumarlardan, içilen afyonlardan, esrarlardan yüzde alıyordu. O halde bu adam önemliydi onun için.

Orhan Kemal’in hapishaneyle ilgili gerçekçi çizgileri, kuşkusuz iyi bir çevre gözlemi ve kendi yaşamının bir kesitidir. Gerek “72. Koğuş (8)”. adlı yapıtında olsun, gerek “Nazım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl (9)” adlı yapıtında olsun, bu çok iyi bildiği çevrenin birikimi vardır..

Kudret Yanardağ’a gelince; artık annesi de öldüğüne göre, hazır kamuoyu da oluşmuşken neden kendi çıkarma bakmasın, buradan kurtulmanın, kurtulduktan sonraki yaşamının plânlarını yapmasın?

Kemâl Ağa, tam aradığı adamdır plânının gerçekleşmesi için. Sevilen sayılan biridir. Kemal Ağa, Baldızı Nefise, daha görür görmez bayılmıştır Kudret Yanardağ’a. Bunu değerlendirmelidir. Adamla dostluğu ilerletir. “Bacanak” derler birbirlerine, öte yandan baldızı Nefise, yeni kurulan partinin kadınlar koluyla ilgilenmektedir. Öyleyse Kudret Yanardağ için yeni bir başlangıça her şey hazır gibidir. “Gadre uğramış bir politikacı niye olmasın? … bu fikir kafasında güneş gibi parladı… cezaevinde herkes az çok muhalifti iktidara … değil mi ki içeriye atılmıştı iktidar tarafından, mesele yoktu. İktidar haksızdı… (S. 57)”

Bir yandan Nefise’yle iyice işleri pişirirken, arada bir dışarıda tutukları bir evde hapisten çıkarak görüşürler. Artık forsu gittikçe artan Kudret Yanardağ, Kemal Ağa’ya bile yüz vermez, onu hizmetinde kullanır. O da bunu seve seve yapar. Öte yandan seçimler yaklaşır. Nefise’nin de yardımıyla Kudret Yanardağ’ın yeni partiden aday gösterileceği kesinleşir. Hatta karşı çıkan parti içi muhalifler bile susturulur. Fakat, bir sorun vardır:

“Bir de namaz kılsa, hacı hoca takımı onu büsbütün sevecek, büsbütün bağlanacaktır … Bu partiden milletvekili seçilme şansım görüyordu kendinde, ne diye başlamasındı namaza? Halk bizde hacıların hocaların ağzına bakar. Hacılar, hocalar da benin ağzıma bakacak olursa, halkı avladım gitti demektir… (S. 219)”

Bu iş için Orhan Kemal, yine bir halk inancından yola çıkar. Halka mal olan ve kişilere “ermiş” damgası vurduran bir hileyi malzeme olarak kullandırır Kudret Yanardağ’a. Hapishanede bir hoca vardır. Ona uydurma bir rüya anlatarak, hem hocanın durumunu yüceltir, hem de kendine kutsallık bulaştırarak, yerini sağlamlaştırır.

Artık herkes, Kudret Yanardağı dinlemektedir: “Yeni partinin Emri İlahiyi yerine getireceğinden kimsenin şüphesi olmasın. Her şeyin bir vakti, saati vardır. Vakti ve saati dolmadan ne civciv yumurtasından kabuğunu terk eder, ne de tohum yerin zemininde çatlayıp yayılır … (S. 225)”

Orhan Kemal, Kudret Yanardağ’a hapisten çıktıktan sonraki söylevlerinde tam bir gerici politikacı ağzı kullandırır. Büyük bir kalabalıkla doğru partiye gider, üye olur ve ilk söylevini verir:

“Dinsiz millet yaşamaz arkadaşlar! Bunca yıl aziz ve kutsal olan dinimizi elimizden alıp camilerimizi depo olarak kullanan, oralara askerleri dolduran bir iktidarı Cenabı Allah elbette kahkar ismiyle kahredecektir … (S. 260) On milyon kilometre murabaalık bu vatan, korkaklık, pısırıklık, daha fenası dini mübinden sapma yüzünden onda bire indiyse bunun vebali… sizlerde, bende, hepimizdedir … (S. 261)”

Müfettişler Müfettişi’nin sözlerinden aldığımız şu bölümler bir gerçeği vurgulamaktadır; 1950 iktidarı olanların gerçeğidir bu. Atatürk ilkelerinin rafa kaldırılması ile ilgili ilkadımların atıldığı, din bezirganı üçkağıtçıların yeniden at oynatmağa başladığı bir iktidarın sözcüsüdür bu adam. Sonra ne olacaktı. İşte içinde bulunduğumuz çıkmaz, tüm çıplaklığıyla yaşadığımız çağda da sürüp gitmiyor mu? Tüm bunlar, 1950 yılında iktidar olanların kötü mirası değil de nedir?

Kudret Yanardağ’a bir “dur!” diyen çıkmayacak mı?

Laikliğe aykırı söylevlerinden dolayı, kente gelen yeni savcı kovuşturma açar, Kudret Yanardağ tutuklanır. Bu sefer gerçekten kuyruğu sıkışmıştır: “Beni affedin, yalvarırım!” diye başlar Kudret Yanardağ. Eline geçmiş son kozdur bu seçimler. Savcının yanıtı. Orhan Kemal’in tüm politika cambazlarına gönderdiği bir mesajdır sanki: “Kudret Bey, şayet seçilirseniz, şahsım için hiç ama, hiçbir şey istemeyeceğim sizden. Bu fakir millet için, bu fakir milletten, yoksul halktan yana olmanız için rica edeceğim, yalvaracağım… (S.413)”

Varlık, Haziran, 1979 Çevren, Mart, 1983, Yugoslavya

Eylül, 1983, Yugoslavya

1 Orhan Kemal, Müfettişler Müfettişi, Varlık yayınları, İstanbul, 1976.

2 Yaşar Kemal, İnce Memet, İstanbul, 1955

3 Sabahattin Ali, Kuyucaklı Yusuf, Bilgi yayınevi, Ankara, 1976.

4 Türk Hikaye Antolojisi, Haz. Yaşar Nabi, Varlık yayınları, İstanbul, 1967.

5 N. Gogol, Müfettiş, Cem yayınevi, İstanbul, 1971.

6 Attilâ İlhan, Bıçağın Ucu, Bilgi yayınevi, Ankara, 1973.

7 Orhan Kemal, Üçkağıtçı, Tekin yayınları, İstanbul, 1976.

   
   

[email protected]