Ana Sayfa

Blogspot - gezgoroku - 31 Ocak 2011

 

"Bereketli Topraklar Üzerinde"'de Ekmek Derdini Anlatan Orhan Kemal

 




“Ayağın gurbete düştü de alıştın mı, bırak. Her zaman gidersin. Gurbet çağırır, duramaz, mümkünü yok duramaz gidersin. Gitmezsen köy yeri batar, bunalırsın. Kendir kement tutamaz seni, gidersin. Gidince de durabilir misin? Ne mümkün? Bu kez sıladır içinde yaf yaf eder, burcu burcu kokar, düşlerine girer. Ah bir gitsem diye can atarsın, iple çekersin sılayı. Gidersin de, gitmeye gidersin. Bir gün, beş gün… Kardaşıma deyim, bu kez gurbettir el eder, çağırır seni. Köydür batar, yüreğindir daralır, ceviz kabuğu gibi daralır. Buraya ne demeye geldim dersin, kahredersin. Bir kez yolun gurbete düştü mü, yu elini kendi kendinden!”

İçimizde bitmek bilmeyen sıla hasretleri, gurbet yolları var aslında. Nereye dönsek, diğerini arıyor gözümüz, kalbimiz… Bu ayki kitabımız Orhan Kemal’in “ Bereketli Topraklar Üzerinde” köy ve şehir hayatının zıtlığı, ırgatların kendi içinde yaşadıkları zıtlıkları, hayat mücadelesini anlatıyor. Köy hayatına duydukları hasret ilk şehre indikleri zaman ne kadar yoğundu. Zaman ilerledikçe şehir hayatı da onları içine çekmeyi başardı. Nerede yaşarsak yaşalım; içimizdeki o “eve” duyduğumuz sıla, biz nereye gidersek gidelim bizi takip ediyor. Ne biz ondan vazgeçebiliyoruz, ne de o bizden. İçimizde kurduğumuz o dünyadır aslında bizi biz yapan. Onu unutmadığımız sürece sılamız yön gösterir bize. Pehlivan Ali’yle İflahsızın Yusuf’un ‘ekmek derdine’ düşüp arkadaşları – sılalarının bir parçası olan Köse Hasan’ı ölüm döşeğinde bırakıp gitmeleri aslında içlerindeki saf sılanın bir parçasını şehirde bıraktıklarının göstergesidir. Hangi taraf baskınsa hayatına; o yön verse de sana öbür tarafın hasreti gittikçe yoğunlaşır. Eğer ulaşamazsan o hasrete; hasret git gide büyür ve sanki hayale döner; ulaşılması zor görünen bir hayal… Irgatları da hayatta tutan aslında kendi içlerinde kurdukları bu hayallere tutunup kalmaları. İflahsızın Yusuf’un kurduğu “şehir” hayalinin peşinden gelen Pehlivan Ali ve Köse Hasan sonunda kendi hayallerinin de peşinden gittiler. Köse Hasan kaderine çabuk yenik düştü; daha kendine hayaller yaratamadan hastalığın soğuk kollarında buldu kendini. Kurabildiği tek hayal kızı Emine’nin babasından istediği saç tokasıydı. Pehlivan Ali ise, kadının fendine yenik düşüp Fatma’nın peşinden gidip kendine başka hayaller çizdi. Pehlivan Ali devamlı kendi dürtülerinin peşinden gittiği için sonunda Fatma’yı da, kendi canını da kaybetti. İflahsızın Yusuf ise kendine amacına kitlenip “kardaşlığı” bir kenara bıraktı ve ‘usta’ olup köyüne başı dik gidecekken kardaşlarının başına gelenler vicdanını sızlattı.

Kitap her ne kadar basit bir dille anlatılmış olsa da aslında Orhan Kemal, ırgat hayatının bu basitlikten ibaret olduğunu anlatmak istemiştir; ekmek parası, yemek, çalışmak ve sevişmek. Kazandıkları parayı da ırgatbaşlarının teşvikiyle kumara, çaya ya da esrara vermeye zorlanıyorlardı. Ç.Köyü’nden gelen ırgatların kumarla, esrarla, avratla ilgileri yoktu, bu ‘dünyevi zevkleri’ Pehlivan Ali’nin peşinde koştuğu hayaller sayesinde kitapta görüyoruz. Irgatların cahilliği, kazanma hırsları varolan üç kuruşlarını da kaptırmalarına sebep oluyordu. Bunun en güzel örneğini de Hidayet’in Oğlu; gözünü para hırsı bürümüş ki bunun için adam öldürmeyi bile göze alabiliyor, kazandığı parayı da ya kumarda ya da genelevde yiyerek köyüne hiç para kazanamadan geri dönmek zorunda kalıyor. Hayata tutunma savaşı verirlerken, nefislerine hakim olamadıklarından hayallerine kavuşamadılar. Tekrar tekrar söylenen cümleler, tekrar tekrar sorgulanan düşünceler kendini gösteriyor; kitap boyunca İflahsızın Yusuf’un her daim emmisinden alıntı yapması, Pehlivan Ali’nin ise devamlı “Fatma gibi avrat var mı ama…” diyip hayallere dalması… Aşk, sevgi, sadakat, acıma aslında kitapta yer almayan duygular. Hayatta kalma mücadelesi için günü kurtarmak bu duyguları bastırıyor.

“Olma kuluna kul, öpme el ayak, kirlenmesin ağzın. Ya ver canını insan için ya da etme kalabalık dünyamıza.” diyor Kılıç Usta. Gel gör ki, ırgatlar para kazanma, işlerini koruyabilme umutlarından dolayı çoğu “kul oluyor”, “el ayak öpüyor”. Bunun en güzel örneği ise de Kemal Cesur’dur. Pehlivan Ali’nin ölümünden sonra bile; ağanın ölümünü engelleyebilecek durumda olup hiçbir şey yapmamasına rağmen Kemal Cesur jandarmaya karşı ağayı korudu. “Onu ben öldürmedim ya!” diyip işin içinden sıyrıldı bütün ırgatlar. İflahsızın Yusuf da bunlara dahil. Kimsenin tam anlamadığı ama her duyduklarında doğruluğunu onayladıkları Kılıç Usta’nın bu cümlesi kitabın en çarpıcı cümlelerinden biri. Kitapta ‘canını verecek’ kimse yok aslında. Yaşam derdindeki ırgatlar topluluğunda en “insan” olmaya yakını belki de Hidayet’in Oğlu’dur. Bir katil olması, açgözlü olmasının yanı sıra, Köse Hasan ölüm döşeğindeyken hiçbir kazancı olmadan, bir karşılık beklemeden ona bakmış, onu doyurmuş ve temizlemiştir. “Kardaşımız” dediği hiç kimse yanında yokken Hidayet’in Oğlu onu yalnız bırakmamıştır. Küçük ağa’nın çiftliğinden şehre paralarını almaya giderlerken yolda susuzluktan, açlıktan yığılıp kalan ırgatlara da kimse yardım etmemiştir. Bunlar ekmek parasının, yaşam mücadelesinin getirdiği bencilliklerin örneğidir aslında.

İşverenler, ağalar; ırgatlara bir nevi köle olarak bakarken ırgatlar da birbirlerine rakip-kurban-düşman olarak bakıyorlar. Kardeş diyorlar ama kardeşliğin ne olduğunu bilmiyorlar. Birbirlerinin işlerinin, sevdiklerinin, paralarının peşine düşüyorlar. Kitabın geneline baktığımızda sömürülen, ezilen, onurları ayaklar altına alınan bir işçi sınıfıyla burjuvanın çatışması var. Burjuva sınıfıyla işçi sınıfı kitapta yalnızca iki kere karşı karşıya geliyor. İlkinde üç arkadaşın fabrika sahibi hemşerileriyle karşılaşması, diğeri ise Pehlivan Ali’nin patozda bacağının kopmasıyla küçük ağanın onu arabası kirlenecek diye arabaya almaması sonuçta direkt olarak karşı karşıya kalırlar. Bunların dışında ırgatlar sadece ırgatbaşıları ve ustalarla muhataptırlar. Irgatbaşıların ise ırgatlardan aldıkları haraçlar ve sonrasında da kalan paralarıyla çay ya da esrar aldırtmaya zorlamaları ırgatların ceplerini boş bırakıp işlerinden vazgeçemez hale getirmektedir. Bu da dönem koşullarının, çalışma şartlarının getirdiği kısırdöngüdür. Fethi Naci’nin (Yeni Dergi/1970) yazdığı bu cümleler bütün kitabın özetidir bence:

“ Toprak reformu yapmamış, sanayileşmesini gerçekleştirememiş,bir az gelişmiş ülkede, Türkiye’de köylü işçilerin kahırlı hayatlarını mükemmel bir biçimde yansıtır Orhan Kemal. Roman belli bir tarihsel anı, unutulmayan bir ustalıkla tespit ettiği için tarihi ve sosyal gerçekçiliği, ele aldığı insanları gerçeğe uygun olarak gösterdiği için güçlü ve kalıcı.”

Bu kadar gerçekçi olması, kitaptaki hiçbir karakterin idealize edilmemesi, içimde yaşadıkları gerçek şartlara bağlı olarak anlatılmasından kaynaklanmaktadır. Kitaptaki en önemli karakterlerden biri aslında Zeynel’dir. Kürt Zeynel bütün bu sömürüye, haksızlığa karşı çıkan, başkaldıran tek karakterdir. Etrafını örgütlemeye çalışıp “daha iyi çalışma koşulları” elde etmeyi sağlamak istese de ırgatların cehalet ve korkularına yenik düşmesi sonucu işini kaybeder. Yine de uğradığı haksızlığı bilip, kurulan bu düzenin (düzensizliğin) farkında olduğundan harmanı ateşe vermekten de çekinmez. Kürt Zeynel bütün kitap boyunca aslında yaptığı her davranışı, söylediği her sözü diğer ırgatların çıkarları doğrultusunda yapıp sadece kendini değil, onları da düşünen en sağlam karakterdir.

“Bereketli Topraklar Üzerinde” her ne kadar bir “dönem” eseri olsa da her döneme uyarlanabilecek, her dönem sorgulanabilecek, her dönem bireyi düşünmeye sevk edebilecek bir kitaptır. Etrafımız her ne kadar değişse de; toprak reformu olsa da, sanayileşsek de, çalışma koşullarımız düzelse de, işçi sağlığı kontrol altına alınsa da insan yine aynı insan. Zaaflarımız aynı zaaf, kavgalarımız yine aynı kavga. İflahsızın Yusuf’un da dediği gibi; “Hepimizinki ekmek derdi.”

   
   

[email protected]