“Ayağın gurbete düştü de alıştın mı, bırak. Her zaman gidersin.
Gurbet çağırır, duramaz, mümkünü yok duramaz gidersin. Gitmezsen köy
yeri batar, bunalırsın. Kendir kement tutamaz seni, gidersin.
Gidince de durabilir misin? Ne mümkün? Bu kez sıladır içinde yaf yaf
eder, burcu burcu kokar, düşlerine girer. Ah bir gitsem diye can
atarsın, iple çekersin sılayı. Gidersin de, gitmeye gidersin. Bir
gün, beş gün… Kardaşıma deyim, bu kez gurbettir el eder, çağırır
seni. Köydür batar, yüreğindir daralır, ceviz kabuğu gibi daralır.
Buraya ne demeye geldim dersin, kahredersin. Bir kez yolun gurbete
düştü mü, yu elini kendi kendinden!”
İçimizde bitmek bilmeyen sıla hasretleri, gurbet yolları var
aslında. Nereye dönsek, diğerini arıyor gözümüz, kalbimiz… Bu ayki
kitabımız Orhan Kemal’in “ Bereketli Topraklar Üzerinde” köy ve
şehir hayatının zıtlığı, ırgatların kendi içinde yaşadıkları
zıtlıkları, hayat mücadelesini anlatıyor. Köy hayatına duydukları
hasret ilk şehre indikleri zaman ne kadar yoğundu. Zaman ilerledikçe
şehir hayatı da onları içine çekmeyi başardı. Nerede yaşarsak
yaşalım; içimizdeki o “eve” duyduğumuz sıla, biz nereye gidersek
gidelim bizi takip ediyor. Ne biz ondan vazgeçebiliyoruz, ne de o
bizden. İçimizde kurduğumuz o dünyadır aslında bizi biz yapan. Onu
unutmadığımız sürece sılamız yön gösterir bize. Pehlivan Ali’yle
İflahsızın Yusuf’un ‘ekmek derdine’ düşüp arkadaşları – sılalarının
bir parçası olan Köse Hasan’ı ölüm döşeğinde bırakıp gitmeleri
aslında içlerindeki saf sılanın bir parçasını şehirde
bıraktıklarının göstergesidir. Hangi taraf baskınsa hayatına; o yön
verse de sana öbür tarafın hasreti gittikçe yoğunlaşır. Eğer
ulaşamazsan o hasrete; hasret git gide büyür ve sanki hayale döner;
ulaşılması zor görünen bir hayal… Irgatları da hayatta tutan aslında
kendi içlerinde kurdukları bu hayallere tutunup kalmaları.
İflahsızın Yusuf’un kurduğu “şehir” hayalinin peşinden gelen
Pehlivan Ali ve Köse Hasan sonunda kendi hayallerinin de peşinden
gittiler. Köse Hasan kaderine çabuk yenik düştü; daha kendine
hayaller yaratamadan hastalığın soğuk kollarında buldu kendini.
Kurabildiği tek hayal kızı Emine’nin babasından istediği saç
tokasıydı. Pehlivan Ali ise, kadının fendine yenik düşüp Fatma’nın
peşinden gidip kendine başka hayaller çizdi. Pehlivan Ali devamlı
kendi dürtülerinin peşinden gittiği için sonunda Fatma’yı da, kendi
canını da kaybetti. İflahsızın Yusuf ise kendine amacına kitlenip
“kardaşlığı” bir kenara bıraktı ve ‘usta’ olup köyüne başı dik
gidecekken kardaşlarının başına gelenler vicdanını sızlattı.
Kitap her ne kadar basit bir dille anlatılmış olsa da aslında Orhan
Kemal, ırgat hayatının bu basitlikten ibaret olduğunu anlatmak
istemiştir; ekmek parası, yemek, çalışmak ve sevişmek. Kazandıkları
parayı da ırgatbaşlarının teşvikiyle kumara, çaya ya da esrara
vermeye zorlanıyorlardı. Ç.Köyü’nden gelen ırgatların kumarla,
esrarla, avratla ilgileri yoktu, bu ‘dünyevi zevkleri’ Pehlivan
Ali’nin peşinde koştuğu hayaller sayesinde kitapta görüyoruz.
Irgatların cahilliği, kazanma hırsları varolan üç kuruşlarını da
kaptırmalarına sebep oluyordu. Bunun en güzel örneğini de Hidayet’in
Oğlu; gözünü para hırsı bürümüş ki bunun için adam öldürmeyi bile
göze alabiliyor, kazandığı parayı da ya kumarda ya da genelevde
yiyerek köyüne hiç para kazanamadan geri dönmek zorunda kalıyor.
Hayata tutunma savaşı verirlerken, nefislerine hakim
olamadıklarından hayallerine kavuşamadılar. Tekrar tekrar söylenen
cümleler, tekrar tekrar sorgulanan düşünceler kendini gösteriyor;
kitap boyunca İflahsızın Yusuf’un her daim emmisinden alıntı
yapması, Pehlivan Ali’nin ise devamlı “Fatma gibi avrat var mı ama…”
diyip hayallere dalması… Aşk, sevgi, sadakat, acıma aslında kitapta
yer almayan duygular. Hayatta kalma mücadelesi için günü kurtarmak
bu duyguları bastırıyor.
“Olma kuluna kul, öpme el ayak, kirlenmesin ağzın. Ya ver canını
insan için ya da etme kalabalık dünyamıza.” diyor Kılıç Usta. Gel
gör ki, ırgatlar para kazanma, işlerini koruyabilme umutlarından
dolayı çoğu “kul oluyor”, “el ayak öpüyor”. Bunun en güzel örneği
ise de Kemal Cesur’dur. Pehlivan Ali’nin ölümünden sonra bile;
ağanın ölümünü engelleyebilecek durumda olup hiçbir şey yapmamasına
rağmen Kemal Cesur jandarmaya karşı ağayı korudu. “Onu ben
öldürmedim ya!” diyip işin içinden sıyrıldı bütün ırgatlar.
İflahsızın Yusuf da bunlara dahil. Kimsenin tam anlamadığı ama her
duyduklarında doğruluğunu onayladıkları Kılıç Usta’nın bu cümlesi
kitabın en çarpıcı cümlelerinden biri. Kitapta ‘canını verecek’
kimse yok aslında. Yaşam derdindeki ırgatlar topluluğunda en “insan”
olmaya yakını belki de Hidayet’in Oğlu’dur. Bir katil olması,
açgözlü olmasının yanı sıra, Köse Hasan ölüm döşeğindeyken hiçbir
kazancı olmadan, bir karşılık beklemeden ona bakmış, onu doyurmuş ve
temizlemiştir. “Kardaşımız” dediği hiç kimse yanında yokken
Hidayet’in Oğlu onu yalnız bırakmamıştır. Küçük ağa’nın çiftliğinden
şehre paralarını almaya giderlerken yolda susuzluktan, açlıktan
yığılıp kalan ırgatlara da kimse yardım etmemiştir. Bunlar ekmek
parasının, yaşam mücadelesinin getirdiği bencilliklerin örneğidir
aslında.
İşverenler, ağalar; ırgatlara bir nevi köle olarak bakarken ırgatlar
da birbirlerine rakip-kurban-düşman olarak bakıyorlar. Kardeş
diyorlar ama kardeşliğin ne olduğunu bilmiyorlar. Birbirlerinin
işlerinin, sevdiklerinin, paralarının peşine düşüyorlar. Kitabın
geneline baktığımızda sömürülen, ezilen, onurları ayaklar altına
alınan bir işçi sınıfıyla burjuvanın çatışması var. Burjuva
sınıfıyla işçi sınıfı kitapta yalnızca iki kere karşı karşıya
geliyor. İlkinde üç arkadaşın fabrika sahibi hemşerileriyle
karşılaşması, diğeri ise Pehlivan Ali’nin patozda bacağının
kopmasıyla küçük ağanın onu arabası kirlenecek diye arabaya almaması
sonuçta direkt olarak karşı karşıya kalırlar. Bunların dışında
ırgatlar sadece ırgatbaşıları ve ustalarla muhataptırlar.
Irgatbaşıların ise ırgatlardan aldıkları haraçlar ve sonrasında da
kalan paralarıyla çay ya da esrar aldırtmaya zorlamaları ırgatların
ceplerini boş bırakıp işlerinden vazgeçemez hale getirmektedir. Bu
da dönem koşullarının, çalışma şartlarının getirdiği kısırdöngüdür.
Fethi Naci’nin (Yeni Dergi/1970) yazdığı bu cümleler bütün kitabın
özetidir bence:
“ Toprak reformu yapmamış, sanayileşmesini gerçekleştirememiş,bir az
gelişmiş ülkede, Türkiye’de köylü işçilerin kahırlı hayatlarını
mükemmel bir biçimde yansıtır Orhan Kemal. Roman belli bir tarihsel
anı, unutulmayan bir ustalıkla tespit ettiği için tarihi ve sosyal
gerçekçiliği, ele aldığı insanları gerçeğe uygun olarak gösterdiği
için güçlü ve kalıcı.”
Bu kadar gerçekçi olması, kitaptaki hiçbir karakterin idealize
edilmemesi, içimde yaşadıkları gerçek şartlara bağlı olarak
anlatılmasından kaynaklanmaktadır. Kitaptaki en önemli
karakterlerden biri aslında Zeynel’dir. Kürt Zeynel bütün bu
sömürüye, haksızlığa karşı çıkan, başkaldıran tek karakterdir.
Etrafını örgütlemeye çalışıp “daha iyi çalışma koşulları” elde
etmeyi sağlamak istese de ırgatların cehalet ve korkularına yenik
düşmesi sonucu işini kaybeder. Yine de uğradığı haksızlığı bilip,
kurulan bu düzenin (düzensizliğin) farkında olduğundan harmanı ateşe
vermekten de çekinmez. Kürt Zeynel bütün kitap boyunca aslında
yaptığı her davranışı, söylediği her sözü diğer ırgatların çıkarları
doğrultusunda yapıp sadece kendini değil, onları da düşünen en
sağlam karakterdir.
“Bereketli Topraklar Üzerinde” her ne kadar bir “dönem” eseri olsa
da her döneme uyarlanabilecek, her dönem sorgulanabilecek, her dönem
bireyi düşünmeye sevk edebilecek bir kitaptır. Etrafımız her ne
kadar değişse de; toprak reformu olsa da, sanayileşsek de, çalışma
koşullarımız düzelse de, işçi sağlığı kontrol altına alınsa da insan
yine aynı insan. Zaaflarımız aynı zaaf, kavgalarımız yine aynı
kavga. İflahsızın Yusuf’un da dediği gibi; “Hepimizinki ekmek
derdi.”
|