Ana Sayfa

Blogspot - Tolga Kirkil - 6 Mayıs 2011

 

Orhan Kemal Müzesi

 


Adana Büyükşehir Belediyesi bizden Orhan Kemal Müzesi için bir proje istediğinde çok heyecanlandık.
Orhan Kemal hem çok sevdiğimiz bir yazardı hem de Adana şehriyle özdeşleşmiş simalardan birisiydi. Yapıtlarındaki halkçı tutum ve iyimserlik, bizim mimarlık anlayışımızı şekillendiren etmenlerin başında geliyordu. Okul yıllarımızda Adana’nın kentsel dinamiklerini incelerken Orhan Kemal’in romanlarını bol bol okur, kentin gelişimini, kapitalizmle tanışmasını ve geçirdiği dönüşümleri aramızda tartışırdık.

12 Eylül sonrası apolitik ruh bize uzak durulması gerekli bir olgu gibi geliyordu. Mimarlığın temelindeki politik alanların çok derinlere itildiğini, mimarlığın salt fonksiyona uygun bir kabuk yapma eyleminden öteye gitmediğini fark etmiş, daha en başından mimari yönelimlerimizde politik bir tutum takınmayı kendimize hedef bellemiştik. Sorun, tamamen bir ahlak sorununa dönüşmüştü. Sorun artık solcu ya da sağcı olmak kadar basit değildi. Asıl sorun anti-kapitalist olmak ya da olmamaktı. Bizce yirmi birinci yüzyılda mimarlık yapabilmeye devam edebilmenin biricik koşulu anti-kapitalist olmaktan geçiyordu.

Belediye ile yapılan ilk görüşmelerde bu tavrımızı açıkça ortaya koyarak istemediğimiz bir yolda ilerlemenin tehlikelerinden korunmayı seçtik. Belediye, kesin tavrımızı ilk gördüğünde biraz geri adım atar gibi olduysa da sonradan bizi anlayışla karşılayarak projeye hiçbir anlamda müdahale etmeme kararı aldı.

Çalışmalarımızı Milli Mensucat fabrikasında yoğunlaştırdık. Fabrikanın baştan aşağı yenilenmesi, Orhan Kemal’in eserlerinin sergilendiği ana mekânlar ve bu mekânları birbirine bağlayan ana akslardan oluşan ilk lekeler sonucunda büyük bir hayal kırıklığı yaşadık. Çünkü kendisine doğru emin adımlarla gitmekte olduğumuz şey, Orhan Kemal’in olmasını asla istemeyeceği bir şeydi. En başta Orhan Kemal’in kendisi böyle bir müze ile anılmaktan rahatsız olur ve belki de en başta kendisi bu müzeye karşı çıkardı.

Bir süre bu hayal kırıklığı ile mücadele ettikten sonra aradığımız şeyin fabrikanın sınırları dışında olduğunu hisseder gibi olduk. Öyle ya, Orhan Kemal’in fabrika ile asıl anlatmak istediği şey bu fabrikanın dışıydı. Yani bitişik mahalleydi, o mahallede sürüp giden yaşamın ta kendisiydi. Fabrika o yaşamın bir uzantısından başka bir şey değildi. Orhan Kemal bir fabrikanın yazarı değil, bir yaşamın yazarıydı. Mahalleyi müzenin bir parçası olarak düşünmek fikri böyle doğdu.

Belediye, Milli Mensucat bitişiğindeki Döşeme Mahallesi’ni yıkma kararı almıştı. Bu geniş alandaki evler konut karşılığında yıkılacak, oldukça merkezî bir yerde bulunan arazi iş merkezleriyle doldurulacaktı. Orhan Kemal’in romanlarındaki ana kahramanlardan biri olan “teneke mahallesi”ni ilk başta biz de gözden çıkarmıştık.

Belediyeye bu kararımızı kabul ettirmek hiç de kolay olmadı. Çünkü mahallenin yıkımı ve iş merkezlerinin inşası ile belediye büyük miktarda kâr elde edecekti. Fakat yılmadık. Çetin görüşmeler sonucunda belediye, mahalleyi tasarımımızın bir parçası olarak kullanabileceğimizi söyledi.

Genişleyen sınırların içine Alman Fabrikası’nı dâhil etmekte bir sakınca görmedik.

Sınırlarımız ya da sınırsızlıklarımız belli olduktan sonra tasarımımızın ilerleyeceği yol aşağı yukarı belli olmuştu: Orhan Kemal’in eserlerinde yapmak istediği şeyi yani yaşamı ortaya koymak.

Böylece mahalledeki ve fabrikalardaki yaşamı ya da onun izlerini bir dolaşım ağı vasıtasıyla “seyreylemek” tasarımımızın ana fikri haline geldi.

Dolaşım ağının amorf yapısının temelinde kapitalizmi doğuran rasyonaliteye karşı duyduğumuz öfkenin payı vardı. Mahalle ve fabrikaların oluşturduğu bütün, ızgara plan ile çeşitli parçalara ayrılmıştı. Fakat bu parçalar içinde sürüp giden yaşam modernizmin dayattığı rasyonaliteye tamamen yabancıydı. Fabrika ve onun getirdiği rasyonalist yaşam biçimi ile Türk toplumunun bambaşka dinamiklerle şekillenmiş olan yapısı arasındaki gerilim, dolaşım ağının biçimlenmesindeki ana etken oldu. Bir türlü bitmeyen, bir mahalle ve bir fabrika şeklinde zamanın kucağında donmuş halde bulunan yoksulluğun temaşası, ancak gerilimle beslenen bir dolaşım ağının varlığı sayesinde vücut bulabilecekti.
Dolaşım ağının asıl gövdesi aslında bu ızgara planın işlemesini sağlayan sokakların çizgiselliğiydi. Fakat bu çizgiselliğin hapsetmeye çalıştığı kendine yabancı yaşam biçimi ile arasındaki gerilim, kendi yapısında giderek artan bir ivmeyle meydana gelen bozunmalara yol açtı. Tuhaf olan şuydu ki bu bozunmalar, bir zamanlar çizgisellik şeklinde kendini ortaya koyan rasyonalitenin yaşamla daha farklı ve daha zengin boyutlarda ilişki kurmasına yol açıyordu.

Sonuçta ulaştığımız amorf form ve dolaşım ağının karmaşıklığı, alışılagelmiş müze kavramındaki “çizgisel seyretme” alışkanlığına bir darbe vurarak bizim “eşzamanlı seyretme” ya da “temaşa” dediğimiz eylemin doğmasına yol açtı. Müzeyi dolaşan birinin göreceği yoksulluğun izlerinden başka bir şey değildi: Zamanda asılı kalmış gibi şehrin ortasında duran terk edilmiş bir mahalle ile iki fabrika ve bu yapıların arasında hareketliliğin bir sembolü gibi asılı duran bir dolaşım ağı. Bir yanda mazi bir yanda gelecek. Bir yanda mazide yaşanmış olan yoksullukların izleri, bir yanda bu izleri takip ederek bir yazarın eserinin peşinden gitmeyi göze almış olan müzesever. Bir yanda durağanlık bir yanda hareketlilik. Bir yanda genel geçer müze kavramına referanslar veren bir durgunluk, bir yanda bu referansları ve onların kaynağını hiçe sayan kırmızı bir dolaşım ağı. Kırmızı çünkü öfkeli. Kırmızı çünkü dünyaya ben de varım demek istiyor. Kırmızı çünkü dünyanın dikkatini içinde dolaştığı mahalleye ve fabrikalara çekmek istiyor. Bu mahallede ve fabrikalarda yaşanmış olan yoksulluğun varlığını ortaya koymak istiyor.

Dolaşım ağına eklediğimiz ve çeşitli noktalara yerleştirdiğimiz merdiven kuleleriyle müzeseverin dolaşım ağından çıkarak mahalleyle ve fabrikalarla doğrudan temas edebilmesinin ve uzak düştükleri bir yaşamın izleri yoluyla o yaşamı ve o yaşamı yazan bir yazarın eserini hayal ederek yeniden oluşturabilmesinin yolunu aralamış olduk.

Dolaşım ağını, mahalle-fabrika zemin kotu olan ±0.00 ile Milli Mensucat’ın su kulesinin üst kotu olan +18.45 arasında değişen yüksekliklerde konumlandırdık.

Dolaşım ağının ana malzemesi olarak kalın, daire kesitli, kırmızıya boyanmış çelik borular kullandık. Aynı malzemeyle merdiven kulelerini inşa ettik. Kırmızı boyayı zaman geçtikçe önce solacak, sonra da tamamen kaybolup çelik boruyu Adana güneşinin ışınlarına maruz bırakacak şekilde hazırladık. Böylece nefes alan, sergilediği/ifşa ettiği fenomenle birlikte yaşayan bir müze kavramına ulaşmış olduk.

Bundan yaklaşık elli sene sonra dolaşım ağı muhtemelen tamamen paslanmış ve yaşamın içine katılmış olacak.

   
   

[email protected]