Ana Sayfa

Ilyaz Bingül - 4 Ocak 2010

 

 ORHAN KEMAL EDEBİYATINDA İŞÇİ-OLUŞ (1)

 




50’lerin başından itibaren traktörün köylere girişiyle birlikte, “reaya/sürü” olarak adlandırılması uygun görülen bir çokluk tarzı köylülerin köyden kentlere göçü hızla arttı. Bunun sonucunda köy ile kent arasındaki geleneksel denge bozuldu. Bir köy öğretmeni Mahmut Makal Türk edebiyatının yüzyıllar sonra da dönüp okunacağından hiç kuşku duymadığım, bütünüyle orijinal “Bizim Köy” adlı minyatürist 'roman'ıyla söz alarak içinden çıktığı köylü çoklukun zorlu hayat şartlarını kaleme aldı. “Köy edebiyatı” diye nitelendirilip burun da kıvrılan bu yazı pratiğinin Türk edebiyatında bir yenilik olduğu görülmedi. Ardından köy romanı eski yaygınlığını yitirdi; Türk ‘roman’ı olası bir çıkışı terk etti.
Toplumsal dönüşüme tanık olan Orhan Kemal tam da bu dönemde ilk öykülerini, romanlarını yazmaya başlayacaktır: Köylü-çokluktan işçi-çokluka geçişin adayı şehrin alt grupları ve toprağından kopup şehre düşmüş mülksüzler, yarı mülksüzler, köylü-işçiler, muhacirler onun edebiyatında boy gösterir. Gerçi bu küçük insanlar Osman Cemal Kaygılı’nın öykülerinde sahneye çıkmışlardır çıkmasına ama, çok dinli Osmanlı’dan miras meddah ve Karagöz’ün anlatım özellikleri bütün bütüne diplere çekilmemiştir henüz. Ana hatlarıyla dendikte, bu geleneksel anlatı izleri, çokluk fikrine kapıları kapalı bir edebi tarz olan roman türünde kalem sallayan Orhan Kemal’de ola ki bulunursa, bu, çok çok diplerden hissedilir. Roman kişileri meddahla aynı Konuşma-sahnesinde buluşurlar: konuşurlar. Konuşma Orhan Kemal öykülerinin, romanlarının hemen hemen tümünde yer alır. Gürpınar’ın, Kaygılı’nın meddahvari konuşması gerilerde kalmıştır; Karagöz perdesinden, meddahın sahnesinden sokağa, yoksul evlerin mutfaklarına, fabrikaya, kahvehane önlerine inmiştir. Şaşırtmacanın, tuhaf rastlantıların, akıl almaz olayların gerçekdışı dünyasında değil, toplumsal yaşamın gündelik oluntuları arasındayızdır. Toplumsal yaşamın gündelik hali gözümüze kakılmaksızın, orada, o haliyle, mümkün olduğunca müdahalesiz verilir. Ferit Öngören’in dikkat ettiğince, “Orhan Kemal, konularına bir kahvehane penceresinden bakar gibidir. Konularına bir aydın bilgiçliği ile eğilmeyişi ayırıcı özelliklerinden. Topluma, geçmişe, geleceğe çekidüzen vermeye yeltenen buyuran bir bürokrat bakışı hiç yok. (...) Bir kurumdan, bir dernekten değil de halkın arasından, sözgelimi bir kahveden bakıyor’ (Öngören, 2006; 19). Bir çokluk dile geliyor..
Tanzimat’tan 1950’lere Türk edebiyatında etik, estetiğin her zaman önünde gelmiştir. Namık Kemal, Tevfik Fikret, Mehmet Akif, Nazım Hikmet, Ziya Osman Saba, Sait Faik, Oktay Akbal’a değin Orhan Kemal’de de etik tutum önde, estetik daha geri planda hissettirir kendini. 50’lilerin ortalarından itibaren kalem oynatmaya başlayan Leyla Erbil, Ferit Edgü, Demir Özlü, Bilge Karasu, Tomris Uyar vd. yazarlarda estetik, yazınsallık öne çıkar. Etik-estetik yarışı ayrı bir uzun yazıyı hak ediyor ya, şimdilik şu kadarını not ediyorum: Orhan Kemal edebiyatında “estetik” yan az biraz geri plandadır. Bu yanıyla onun yazdıklarını okurken aramızda hep bir mesafe hissetmişimdir. Hâlâ da öyle. Edebiyat nedir? Orhan Kemal’in edebî değeri? Daha pek çok soru sorulabilir. Edebi ölçütler, değerler gelen günle değişir; Orhan Kemal, hikayeleri başta olmak üzere, ‘dünya’ değerindedir.
Ben şunu sormayı yeğliyorum: Orhan Kemal’in yazdıklarını yok etsek, ne olur? -Aman Allah’ım! Orhan Kemal yazdıklarını yazmasaydı yada varsayım bu ya, Orhan Kemal’in yazdıklarını yok etme imkanımız olsa, edebiyatımız eksilir mi? İçimiz yanar mi? Evet eksilir; evet, bir yanımız kopar.
Ele alacağımız toplumsal arkaplan Orhan Kemal'in öyküleri, romanları ile tam bir uyuşum içindedir. Ne demek istiyorum? Bu arkaplan, çocukluğumun yaz tatillerinde birlikte koyun güdüp serçe avladığımız, askerlik sonrası ise göçtüğü İstanbul’da Orhan Kemal’in öykülerinde yer alacağı bir fabrikada işçilik yapan dayımın oğlu Firzan ve Türk öykücülüğünün başyapıtlarından Füruzan hariç, Ferit Edgü, Demir Özlü, Leyla Erbil, Bilge Karasu vd.'nin öyküleri için pek geçerli değildir (!) Bir çokluğun hikayesidir anlatılan, yazılan. Bir çokluk söze gelir, Orhan Kemal’in eliyle söz alır. Bu, Türk edebiyatında yenidir, ilktir ve sanırım da tektir. –“Edebiyatımızda işçilerden söz açan bir yazarın yetişmesi rastlantıların sonucudur. Orhan Kemal fabrikalarda çalışmamış olsaydı işçilerden söz açan hikayelerini, romanlarını yazabilir miydi?” (Fethi Naci, 1981; 333).
Yeni bir hayat biçimlenmektedir 50’li yılların Türkiye'sinde. Bu yeni hayatın tanıklığına Ziya Osman Saba yeterince değinemez, ister, nüfuz edemez. Oktay Akbal o döneme kayıtsız kalmamıştır: Özenli bir türkçeyle, estetize edilmeye teşne yazlık sinemalarla o yeni hayata kalemiyle eşlik edecektir, gelin görün ki önce ekmekler bozulmuştur; belki de buna duyarsız kalamadığı için Garipler Sokağı'nı yazar, bu yanıyla Orhan Kemal’le ortak izdüşümleri görüveririz. Orhan Kemal estetize etmeye yönelmez; estetik kaygı etik kaygıların -yok denecek kertede- çok berisindedir.
Bir çokluğun yazarıdır dedim Orhan Kemal için. Esendal, Kaygılı, S. Faik değil miydi? Sanırım hayır. Onlardaki küçük adamlar bir çokluk olarak çıkmazlar karşımıza öykünün içinden. Hayatın içindendirler belki, doğru da, teklik, hafiflik, uçuculuklarıyla çıkarlar karşımıza. Kaygılı’nın, M. Ş. Esendal’ın, Sait Faik’in kişileri, insanları yeni hayata henüz maruz kalmamışlar, “toprak medeniyeti”nin (bak: M. Ş. Esendal, Nurettin Topçu) mahsulüdürler hâlâ. Yeni bir çokluğun tini, eşelenirse, üzerindeki günlük hayat örtüsü şöyle bir kaldırılınca görülüverecektir Orhan Kemal öykülerinde. Bu öykülerde yaşam uğraşına giren insanlar gerçi “mesut insanlar fotoğrafhanesi”nde değildirler, ama hâlâ mesutturlar, onca yoksulluğa, kirbit yakmamak için gaz lambasından sigara yakmalarına karşın.
II. Dünya Savaşı’nın ertesinde, günlük nafakasının peşinde koşan, iniş çıkışlardan azade, kolaycana mutlu olan sıradan adam edebiyatın konusu olur. Henüz kalabalıktan rastgele çekilmiş bir kişi değil, çokçası bir model uyarınca sayfaya alınmıştır sankileyin. Ziya Osman Saba’da, S. Kudret Aksal’da, Attila İlhan’ın “Sokaktaki Adam”ında (1951) sivriltilerek edebi metinlere giren “Küçük adam” figürü yalnızca hikayede değil şiirde de kendine yer bulur. 1950’lerde Dıranas’ın Fahriye Abla’sı gibi, tek tek çeşitli örnekler dışında, Garip şiiri ve hele hele o nefis Metin Eloğlu şiiri silme “küçük adam”la kurulmuştur. Turgut Uyar’ın dikkatimi çektiği üzre, Garip şiirinde “küçük adam” soyut, düşünülmüş, tek tip, “anonim” iken, Metin Eloğlu’nda, Behçet Necatigil’de “küçük adam” bir tarihi ve coğrafyası olan “adam”dır (Uyar, 2009; 686). İşçi çokluğa evrilen küçük adam Orhan Kemal’in yapıtlarında tarihini ve coğrafyasını bulmuştur.
Köylü çokluktan işçi çokluğa geçişte henüz alışamadığımız, zamanı kullanmak vb. gereklerine uy(a)madığımız, tadına varmakta zorlandığımız, dayattığı yoksunluklara katlanamadığız, kendimize pek de uymayan işlere zorlandığımız, hatta hatta kutsallığını yitirmiş, bir ‘yeni hayat’ sunan ücretli çalışma; altı yüz yıl boyunca deneyimlediğimiz maddi manevi tüm hayatın karşısına dikilir. Orhan Kemal’le birliktedir ki, uç veren “küçük adam”, artık bir tarihin ve coğrafyanın adamıdır; o, artık soyut “küçük adam” değil, somut kalabalıktır, dahası siyasal özne olmaya aday yeni bir üretici işçi-çokluktur.
Orhan Kemal, edebiyatını boydan boya kat eden bu işçi-çoklukla birlikte Türk edebiyatına ‘adalet’ kavramını sokar. Adalet, grekçesiyle dikê, tam türkçesiyle “şeriat yerini bulsun”, nasıl tesis edilmeli? Jacques Ranciére Filozof ve Yoksulları’nda Marx’ın neden hayali adalet koruyucusu Don Kişot’a değil de gerçekçi Sanço’ya kızdığını sorar.
‘Söz’ün adaleti, türkçede, Orhan Kemal’de tecelli eder.
Homeros manzumelerinde büyük ve yüce olaylar, çok daha belirgin ve kati bir şekilde egemen bir sınıfın mensupları arasında cereyan eder. Hayat sırf egemen sınıf arasında akar, gayrı egemenler ancak bu sınıfın hizmetkârları rolünde sahnede yer alırlar. Savaşlar sadece egemen sınıfın içindeki farklı gruplar arasında yaşanır. Sözel geleneğin malı olmasına karşın kültürel bilgilerin ve değerlerin yazılı aktarımının geçer akçe olduğu geçiş döneminde yazıya geçirilen Homeros’un Odysseus’unda, E. Meiksins Wood’un (Wood, 2008) dikkatimi çektiği üzre, ahlaki bir ilke olarak adalet kavramı yoktu. “İşler ve Günler”de asillerden değil de, köylülerden bahseden, Homeros’un yakın çağdaşı Hesiodos ise, ayrıcalıklı yargı yetkisini kullanarak köylüleri sömürmek için namussuzca kararlar veren, hediye-yiyen veya rüşvetleri yutan üç kağıtçı beylerin mutlaka hak ettikleri cezayı almalarını dikê’nin, adaletin sağlayacağı uyarısında bulunur.
İbn Arabî’ye atfedilen bir tabirnamede, “daima nafakasını ve günlük yiyeceğini düşünen ve aklı fikri onunla meşgul olan” yoksulların rüyalarına (diline, sözüne) fazla kulak asmamak gerektiği yazılır. Yunus Emre düpedüz “başında aklı olan ücret ile iş etmez” yazarak ücretli çalışanları “akılsız” sayar. Eski Yunan ve Roma düşüncesi de kol emeğine, ücretli çalışmaya olumlu bakmaz; “çift hane” temelli, küçük üreticiliğe dayanan Osmanlı yönetimi de ırgatlaşmanın ve de sermayenin önünü keser. Yok edilmesi gereken kapitalizmden ve sermayeistlerden fersah fersah uzak bu zihniyet, emeği, emekçileri hor görmeyi hedeflemez elbette, ücretli çalışmanın öreceği hayatın sakıncalarını, tehlikelerini hedefler naçizane iyimser bakışla. Benim sindirmekte zorlandığım, otorite formlarını ve köleleştirme söylemlerini eşi görülmemiş bir mükemmellikle yontmuş bir çağın içinden, kapitalizmin kalbinden, emeğe saygı duyarak dışlama üç kağıdının virtüözleri arasından sıyrılma becerisine sahip olup, “işçilerin konuşma tarzlarını yazılı dile karşı sürmek gericiliktir” yazan üstad Adorno’nun Minima Moralia’da yazdıklarıdır. Ona göre, boş zaman, hatta gurur ve kibir, üst sınıfların diline belli bir bağımsızlık verir; efendilerin çıkarlarına hizmet etmeyi reddeder bu dil, oysa yönetilenlerin dili sadece tahakkümün izini taşır ve bu yüzden de sakatlanmamış sözün onu hınç duymadan kullanacak kadar özgür olan herkese vaat ettiği adaletten yoksun bırakır onları: “Açlık belirlemiştir proleter dilini. Yoksullar karınlarını doldurmak için sözcükleri çiğnerler. Dilin nesnel ruhundan bekliyorlardır toplumun kendilerine vermediği güçlü besini; ağızları sözle dolu olanların dişlerinin arasında başka bir şey yoktur. Böylece dilden öç almaya yönelirler. Onu sevmeleri yasaklanmış olduğu için dilin gövdesini zedelemeye yönelir ve böylece kendi maruz kaldıkları sakatlanmayı...” (Adorno, 1998; 105).
1953 yılında, “Notlar: Gene Şive Taklidi” adlı yazısında Orhan Kemal sorar: “Biliyorsunuz, edebiyatımızın hikaye ve roman tarafı başlangıçtan bugüne kadar, öz dillerini iyi konuşan azınlığın maceralarıyla dolu. Berikilerse hiç öyle değil. Perişan üst başları ve perişan dilleriyle hikaye ve romanlarımızda yeni yeni görünmeye başladılar. Bu kadarına olsun izin yok mu?” (Orhan Kemal, 2007c; 145-146)
İşte Orhan Kemal’de 1940’ların sonunda yeni yeni belirmeye başlayan, ücretli emeğiyle günlük nafakasını temin eden bir çokluk, işçi çokluk kendi öz diline kavuşur –edebiyat cumhuriyetinin kısıtları içinde! Orhan Kemal’le birlikte Türk edebiyatına yepyeni bir Adalet arayışı girer. Böylelikle Orhan Kemal yalnızca edebiyat tarihinde değil, hukuk tarihinde de Ebussuud Efendi ve Ahmet Cevdet Paşa’nın sonrasında yerini alır. Umuyorum ki, gelecekte edebiyat tarihçileri, roman kuramcıları, dilbilimciler, karşılaştırmalı edebiyatçılar vs. dışında susturulmuşlar, hak talep edenler, adalet arayıcılar, edebiyat hak arama sanatıdır diyenler Orhan Kemal’de bugün göremediklerimizi göreceklerdir.
2000’li yılların ruhumu daraltan Türkiye’sinden baktığımızda, paradoksal biçimde, Orhan Kemal’in Türk edebiyatına emanet ettiği bu “hece taşları” bugünümüzün eleştirisi, geleceğimizin teminatıdır diyebiliriz.

   
   

[email protected]