50’lerin başından itibaren traktörün köylere girişiyle birlikte,
“reaya/sürü” olarak adlandırılması uygun görülen bir çokluk tarzı
köylülerin köyden kentlere göçü hızla arttı. Bunun sonucunda köy ile
kent arasındaki geleneksel denge bozuldu. Bir köy öğretmeni Mahmut
Makal Türk edebiyatının yüzyıllar sonra da dönüp okunacağından hiç
kuşku duymadığım, bütünüyle orijinal “Bizim Köy” adlı minyatürist
'roman'ıyla söz alarak içinden çıktığı köylü çoklukun zorlu hayat
şartlarını kaleme aldı. “Köy edebiyatı” diye nitelendirilip burun da
kıvrılan bu yazı pratiğinin Türk edebiyatında bir yenilik olduğu
görülmedi. Ardından köy romanı eski yaygınlığını yitirdi; Türk
‘roman’ı olası bir çıkışı terk etti.
Toplumsal dönüşüme tanık olan Orhan Kemal tam da bu dönemde ilk
öykülerini, romanlarını yazmaya başlayacaktır: Köylü-çokluktan
işçi-çokluka geçişin adayı şehrin alt grupları ve toprağından kopup
şehre düşmüş mülksüzler, yarı mülksüzler, köylü-işçiler, muhacirler
onun edebiyatında boy gösterir. Gerçi bu küçük insanlar Osman Cemal
Kaygılı’nın öykülerinde sahneye çıkmışlardır çıkmasına ama, çok
dinli Osmanlı’dan miras meddah ve Karagöz’ün anlatım özellikleri
bütün bütüne diplere çekilmemiştir henüz. Ana hatlarıyla dendikte,
bu geleneksel anlatı izleri, çokluk fikrine kapıları kapalı bir
edebi tarz olan roman türünde kalem sallayan Orhan Kemal’de ola ki
bulunursa, bu, çok çok diplerden hissedilir. Roman kişileri meddahla
aynı Konuşma-sahnesinde buluşurlar: konuşurlar. Konuşma Orhan Kemal
öykülerinin, romanlarının hemen hemen tümünde yer alır. Gürpınar’ın,
Kaygılı’nın meddahvari konuşması gerilerde kalmıştır; Karagöz
perdesinden, meddahın sahnesinden sokağa, yoksul evlerin
mutfaklarına, fabrikaya, kahvehane önlerine inmiştir. Şaşırtmacanın,
tuhaf rastlantıların, akıl almaz olayların gerçekdışı dünyasında
değil, toplumsal yaşamın gündelik oluntuları arasındayızdır.
Toplumsal yaşamın gündelik hali gözümüze kakılmaksızın, orada, o
haliyle, mümkün olduğunca müdahalesiz verilir. Ferit Öngören’in
dikkat ettiğince, “Orhan Kemal, konularına bir kahvehane
penceresinden bakar gibidir. Konularına bir aydın bilgiçliği ile
eğilmeyişi ayırıcı özelliklerinden. Topluma, geçmişe, geleceğe
çekidüzen vermeye yeltenen buyuran bir bürokrat bakışı hiç yok.
(...) Bir kurumdan, bir dernekten değil de halkın arasından,
sözgelimi bir kahveden bakıyor’ (Öngören, 2006; 19). Bir çokluk dile
geliyor..
Tanzimat’tan 1950’lere Türk edebiyatında etik, estetiğin her zaman
önünde gelmiştir. Namık Kemal, Tevfik Fikret, Mehmet Akif, Nazım
Hikmet, Ziya Osman Saba, Sait Faik, Oktay Akbal’a değin Orhan
Kemal’de de etik tutum önde, estetik daha geri planda hissettirir
kendini. 50’lilerin ortalarından itibaren kalem oynatmaya başlayan
Leyla Erbil, Ferit Edgü, Demir Özlü, Bilge Karasu, Tomris Uyar vd.
yazarlarda estetik, yazınsallık öne çıkar. Etik-estetik yarışı ayrı
bir uzun yazıyı hak ediyor ya, şimdilik şu kadarını not ediyorum:
Orhan Kemal edebiyatında “estetik” yan az biraz geri plandadır. Bu
yanıyla onun yazdıklarını okurken aramızda hep bir mesafe
hissetmişimdir. Hâlâ da öyle. Edebiyat nedir? Orhan Kemal’in edebî
değeri? Daha pek çok soru sorulabilir. Edebi ölçütler, değerler
gelen günle değişir; Orhan Kemal, hikayeleri başta olmak üzere,
‘dünya’ değerindedir.
Ben şunu sormayı yeğliyorum: Orhan Kemal’in yazdıklarını yok etsek,
ne olur? -Aman Allah’ım! Orhan Kemal yazdıklarını yazmasaydı yada
varsayım bu ya, Orhan Kemal’in yazdıklarını yok etme imkanımız olsa,
edebiyatımız eksilir mi? İçimiz yanar mi? Evet eksilir; evet, bir
yanımız kopar.
Ele alacağımız toplumsal arkaplan Orhan Kemal'in öyküleri, romanları
ile tam bir uyuşum içindedir. Ne demek istiyorum? Bu arkaplan,
çocukluğumun yaz tatillerinde birlikte koyun güdüp serçe
avladığımız, askerlik sonrası ise göçtüğü İstanbul’da Orhan Kemal’in
öykülerinde yer alacağı bir fabrikada işçilik yapan dayımın oğlu
Firzan ve Türk öykücülüğünün başyapıtlarından Füruzan hariç, Ferit
Edgü, Demir Özlü, Leyla Erbil, Bilge Karasu vd.'nin öyküleri için
pek geçerli değildir (!) Bir çokluğun hikayesidir anlatılan,
yazılan. Bir çokluk söze gelir, Orhan Kemal’in eliyle söz alır. Bu,
Türk edebiyatında yenidir, ilktir ve sanırım da tektir.
–“Edebiyatımızda işçilerden söz açan bir yazarın yetişmesi
rastlantıların sonucudur. Orhan Kemal fabrikalarda çalışmamış
olsaydı işçilerden söz açan hikayelerini, romanlarını yazabilir
miydi?” (Fethi Naci, 1981; 333).
Yeni bir hayat biçimlenmektedir 50’li yılların Türkiye'sinde. Bu
yeni hayatın tanıklığına Ziya Osman Saba yeterince değinemez, ister,
nüfuz edemez. Oktay Akbal o döneme kayıtsız kalmamıştır: Özenli bir
türkçeyle, estetize edilmeye teşne yazlık sinemalarla o yeni hayata
kalemiyle eşlik edecektir, gelin görün ki önce ekmekler bozulmuştur;
belki de buna duyarsız kalamadığı için Garipler Sokağı'nı yazar, bu
yanıyla Orhan Kemal’le ortak izdüşümleri görüveririz. Orhan Kemal
estetize etmeye yönelmez; estetik kaygı etik kaygıların -yok denecek
kertede- çok berisindedir.
Bir çokluğun yazarıdır dedim Orhan Kemal için. Esendal, Kaygılı, S.
Faik değil miydi? Sanırım hayır. Onlardaki küçük adamlar bir çokluk
olarak çıkmazlar karşımıza öykünün içinden. Hayatın içindendirler
belki, doğru da, teklik, hafiflik, uçuculuklarıyla çıkarlar
karşımıza. Kaygılı’nın, M. Ş. Esendal’ın, Sait Faik’in kişileri,
insanları yeni hayata henüz maruz kalmamışlar, “toprak
medeniyeti”nin (bak: M. Ş. Esendal, Nurettin Topçu) mahsulüdürler
hâlâ. Yeni bir çokluğun tini, eşelenirse, üzerindeki günlük hayat
örtüsü şöyle bir kaldırılınca görülüverecektir Orhan Kemal
öykülerinde. Bu öykülerde yaşam uğraşına giren insanlar gerçi “mesut
insanlar fotoğrafhanesi”nde değildirler, ama hâlâ mesutturlar, onca
yoksulluğa, kirbit yakmamak için gaz lambasından sigara yakmalarına
karşın.
II. Dünya Savaşı’nın ertesinde, günlük nafakasının peşinde koşan,
iniş çıkışlardan azade, kolaycana mutlu olan sıradan adam edebiyatın
konusu olur. Henüz kalabalıktan rastgele çekilmiş bir kişi değil,
çokçası bir model uyarınca sayfaya alınmıştır sankileyin. Ziya Osman
Saba’da, S. Kudret Aksal’da, Attila İlhan’ın “Sokaktaki Adam”ında
(1951) sivriltilerek edebi metinlere giren “Küçük adam” figürü
yalnızca hikayede değil şiirde de kendine yer bulur. 1950’lerde
Dıranas’ın Fahriye Abla’sı gibi, tek tek çeşitli örnekler dışında,
Garip şiiri ve hele hele o nefis Metin Eloğlu şiiri silme “küçük
adam”la kurulmuştur. Turgut Uyar’ın dikkatimi çektiği üzre, Garip
şiirinde “küçük adam” soyut, düşünülmüş, tek tip, “anonim” iken,
Metin Eloğlu’nda, Behçet Necatigil’de “küçük adam” bir tarihi ve
coğrafyası olan “adam”dır (Uyar, 2009; 686). İşçi çokluğa evrilen
küçük adam Orhan Kemal’in yapıtlarında tarihini ve coğrafyasını
bulmuştur.
Köylü çokluktan işçi çokluğa geçişte henüz alışamadığımız, zamanı
kullanmak vb. gereklerine uy(a)madığımız, tadına varmakta
zorlandığımız, dayattığı yoksunluklara katlanamadığız, kendimize pek
de uymayan işlere zorlandığımız, hatta hatta kutsallığını yitirmiş,
bir ‘yeni hayat’ sunan ücretli çalışma; altı yüz yıl boyunca
deneyimlediğimiz maddi manevi tüm hayatın karşısına dikilir. Orhan
Kemal’le birliktedir ki, uç veren “küçük adam”, artık bir tarihin ve
coğrafyanın adamıdır; o, artık soyut “küçük adam” değil, somut
kalabalıktır, dahası siyasal özne olmaya aday yeni bir üretici
işçi-çokluktur.
Orhan Kemal, edebiyatını boydan boya kat eden bu işçi-çoklukla
birlikte Türk edebiyatına ‘adalet’ kavramını sokar. Adalet,
grekçesiyle dikê, tam türkçesiyle “şeriat yerini bulsun”, nasıl
tesis edilmeli? Jacques Ranciére Filozof ve Yoksulları’nda Marx’ın
neden hayali adalet koruyucusu Don Kişot’a değil de gerçekçi
Sanço’ya kızdığını sorar.
‘Söz’ün adaleti, türkçede, Orhan Kemal’de tecelli eder.
Homeros manzumelerinde büyük ve yüce olaylar, çok daha belirgin ve
kati bir şekilde egemen bir sınıfın mensupları arasında cereyan
eder. Hayat sırf egemen sınıf arasında akar, gayrı egemenler ancak
bu sınıfın hizmetkârları rolünde sahnede yer alırlar. Savaşlar
sadece egemen sınıfın içindeki farklı gruplar arasında yaşanır.
Sözel geleneğin malı olmasına karşın kültürel bilgilerin ve
değerlerin yazılı aktarımının geçer akçe olduğu geçiş döneminde
yazıya geçirilen Homeros’un Odysseus’unda, E. Meiksins Wood’un
(Wood, 2008) dikkatimi çektiği üzre, ahlaki bir ilke olarak adalet
kavramı yoktu. “İşler ve Günler”de asillerden değil de, köylülerden
bahseden, Homeros’un yakın çağdaşı Hesiodos ise, ayrıcalıklı yargı
yetkisini kullanarak köylüleri sömürmek için namussuzca kararlar
veren, hediye-yiyen veya rüşvetleri yutan üç kağıtçı beylerin
mutlaka hak ettikleri cezayı almalarını dikê’nin, adaletin
sağlayacağı uyarısında bulunur.
İbn Arabî’ye atfedilen bir tabirnamede, “daima nafakasını ve günlük
yiyeceğini düşünen ve aklı fikri onunla meşgul olan” yoksulların
rüyalarına (diline, sözüne) fazla kulak asmamak gerektiği yazılır.
Yunus Emre düpedüz “başında aklı olan ücret ile iş etmez” yazarak
ücretli çalışanları “akılsız” sayar. Eski Yunan ve Roma düşüncesi de
kol emeğine, ücretli çalışmaya olumlu bakmaz; “çift hane” temelli,
küçük üreticiliğe dayanan Osmanlı yönetimi de ırgatlaşmanın ve de
sermayenin önünü keser. Yok edilmesi gereken kapitalizmden ve
sermayeistlerden fersah fersah uzak bu zihniyet, emeği, emekçileri
hor görmeyi hedeflemez elbette, ücretli çalışmanın öreceği hayatın
sakıncalarını, tehlikelerini hedefler naçizane iyimser bakışla.
Benim sindirmekte zorlandığım, otorite formlarını ve köleleştirme
söylemlerini eşi görülmemiş bir mükemmellikle yontmuş bir çağın
içinden, kapitalizmin kalbinden, emeğe saygı duyarak dışlama üç
kağıdının virtüözleri arasından sıyrılma becerisine sahip olup,
“işçilerin konuşma tarzlarını yazılı dile karşı sürmek gericiliktir”
yazan üstad Adorno’nun Minima Moralia’da yazdıklarıdır. Ona göre,
boş zaman, hatta gurur ve kibir, üst sınıfların diline belli bir
bağımsızlık verir; efendilerin çıkarlarına hizmet etmeyi reddeder bu
dil, oysa yönetilenlerin dili sadece tahakkümün izini taşır ve bu
yüzden de sakatlanmamış sözün onu hınç duymadan kullanacak kadar
özgür olan herkese vaat ettiği adaletten yoksun bırakır onları:
“Açlık belirlemiştir proleter dilini. Yoksullar karınlarını
doldurmak için sözcükleri çiğnerler. Dilin nesnel ruhundan
bekliyorlardır toplumun kendilerine vermediği güçlü besini; ağızları
sözle dolu olanların dişlerinin arasında başka bir şey yoktur.
Böylece dilden öç almaya yönelirler. Onu sevmeleri yasaklanmış
olduğu için dilin gövdesini zedelemeye yönelir ve böylece kendi
maruz kaldıkları sakatlanmayı...” (Adorno, 1998; 105).
1953 yılında, “Notlar: Gene Şive Taklidi” adlı yazısında Orhan Kemal
sorar: “Biliyorsunuz, edebiyatımızın hikaye ve roman tarafı
başlangıçtan bugüne kadar, öz dillerini iyi konuşan azınlığın
maceralarıyla dolu. Berikilerse hiç öyle değil. Perişan üst başları
ve perişan dilleriyle hikaye ve romanlarımızda yeni yeni görünmeye
başladılar. Bu kadarına olsun izin yok mu?” (Orhan Kemal, 2007c;
145-146)
İşte Orhan Kemal’de 1940’ların sonunda yeni yeni belirmeye başlayan,
ücretli emeğiyle günlük nafakasını temin eden bir çokluk, işçi
çokluk kendi öz diline kavuşur –edebiyat cumhuriyetinin kısıtları
içinde! Orhan Kemal’le birlikte Türk edebiyatına yepyeni bir Adalet
arayışı girer. Böylelikle Orhan Kemal yalnızca edebiyat tarihinde
değil, hukuk tarihinde de Ebussuud Efendi ve Ahmet Cevdet Paşa’nın
sonrasında yerini alır. Umuyorum ki, gelecekte edebiyat tarihçileri,
roman kuramcıları, dilbilimciler, karşılaştırmalı edebiyatçılar vs.
dışında susturulmuşlar, hak talep edenler, adalet arayıcılar,
edebiyat hak arama sanatıdır diyenler Orhan Kemal’de bugün
göremediklerimizi göreceklerdir.
2000’li yılların ruhumu daraltan Türkiye’sinden baktığımızda,
paradoksal biçimde, Orhan Kemal’in Türk edebiyatına emanet ettiği bu
“hece taşları” bugünümüzün eleştirisi, geleceğimizin teminatıdır
diyebiliriz. |