Ana Sayfa

ceketincebi.blogcu.com - Efe Ertem - 28 Mart 2011

 

Bir direnç adamı Orhan Kemal

 



Türk edebiyatının dev ismi Orhan Kemal, 56 yıllık ömrüne 50’yi aşkın kitap sığdırdı. Ekmek kavgasından hiç kurtulamayan yazar gözlerini Adana’nın çırçır fabrikalarından, yoksul mahallelerinden, meyhanelerden, futbol sahalarından hiç ayırmadı. Bugün televizyon ekranlarında reyting yarışına sokulan Hanımın Çiftliği’nin Adana’da mı yoksa Roma’da mı geçtiğini anlayamıyorsak suç ne bizim ne de Orhan Kemal’in! Hayatın içinden seçtiği kahramanlar her zaman var olacak. Hem kitaplarda hem de sokaklarda...

EFE ERTEM



“Bir insanı anlatmak zor iş. Bütün yönleriyle anlatmak zorun zoru. Bu adam Orhan Kemal olunca iş daha da zorlaşıyor. Bir adamı anlatırken onun bir tek yönünü alıp üstünde durmak, yazarın, anlatıcının, sanatçının işini daha da kolaylaştırır.” Böyle diyordu Yaşar Kemal onun hakkında… Orhan Kemal’i bir yazar olarak değil, Adana’nın futbol sahalarında tanımıştı. Evet, Orhan Kemal, ya da o zamanki adıyla Mehmet Raşit (Öğütçü), 1930’ların Adana’sının en ünlü futbolcusuydu. Adana karmasında santrafor oynuyordu. Onun futbolculuk dışında bir ünü daha vardı: Ahali Cumhuriyet Fırkası lideri Abdülkadir Kemali’nin oğlu olmak! Abdülkadir Bey, milletvekili ve bakanlık yapmıştı. Orhan Kemal’in babasından gelen bu ünü, aynı zamanda en büyük talihsizli olacaktı.

1900'lerin başı… Hukuk mektebini çok iyi bir dereceyle bitirmiş Abdülkadir Kemali, idealizminin peşine düşmüş, inatla savaşıyor. Hukuktan, adaletten başka, dürüstlükten, insanlıktan başka bir değer tanımıyor... Buna karşılık Osmanlı İmparatorluğu topraklarını, iktidarını kaybetmekte. Devletin memurları, yetkilerini ceplerini daha çok doldurma yönünde kullanıyor, eşkıyayla işbirliği içinde küçük servetlerin peşine düşmüş... Abdülkadir Kemali tam anlamıyla bir muhalifti. Mustafa Kemal, Enver Paşa, Mahmut Şevket Paşa, İsmet Paşa gibi isimlere muhalefet ediyordu. 1930 Eylül’ünde kurduğu Ahali Cumhuriyet Fırkası’nın üç ay sonra kapatılması üzerine Suriye’ye kaçtı. Orhan Kemal de ortaöğrenimini ve futbolu yarıda bırakıp gitmek zorunda kaldı. Orada bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği yaptı. Bu yıllarda yaşadığı olayları Baba Evi (1949) romanında anlattı: “…Ama ben babamı asıl ‘fırka’ mücadelelerinde tanıdım. Yine böyle günlerdi... Nutuk söyleyenleri niçin alkışladıklarını çok defa bilmeyen sokaklar dolusu insanın kinle, küfür şimşekleriyle yüklü kalabalığı. Kalabalık, kalabalık, hep kalabalık. Aynı parkelere basan iskarpinli, çarıklı veya yalınayakların mahşeri hatırlatan, insanı coşturan müthiş kalabalığı. Dar bir sokakta, karşılıklı iki konak hatırlıyorum. Becerikli ilkokul öğrencilerinin yaptıkları mukavva konakları hatırlatan bu cumbalı, kafesli, çıkıntılı, tahta saçakları dantela gibi işlemeli konaklardan birisi bizim. Burası aynı zamanda babamın ‘Fırka’ binasıydı. Alt kat ağır, beyaz taşlarla döşeliydi. Ben bu alt kattan çok korkardım.”

Bir yıl sonra Türkiye’ye tek başına döndü Orhan Kemal. Babasının “ünü” onu Adana’da da rahat bırakmadı. Uzun süre iş bulamadı. Kimse ona iş vermeye yanaşmıyordu. Futbol takımında birlikte top koşturduğu arkadaşlarının birçoğu iyi yerlere gelmişler, iş güç sahibi olmuşlardı. Onlar da Orhan Kemal’in işsizliğine çare bulmadılar. Daha sonra dokumacılık, ambar memurluğu gibi geçici işlerde çalıştı. Ama bu işlerin hiçbiri onun geçimini sağlamaya yetmedi. Zaten geçim sıkıntısı, kendi deyimiyle “ekmek kavgası” hayatına silinmez bir damga vuracak ve ömrünün sonuna kadar bu kavganın galibi kendisi olamayacaktı. 1937’de Yugoslavya göçmeni bir ailenin çırçır fabrikasında işçi olan kızı Nuriye ile evlendiğinde de, çocuk sahibi olduğunda da ekmek kavgası hiç bitmedi, zorlaşarak devam etti. Hayatının bu dönemi, Avare Yıllar (1950), Cemile (1952), Dünya Evi (1960), Arkadaş Islıkları (1968) romanlarına konu oldu. Birbirinden zor yıllardı: “Nerde küpelerin?’ ‘Babaannen hepsini geri aldı. Komşulardan emanet almışlar. Babanın şerefi için, dosta düşmana karşı. Aldırma kocacığım’ dedi. ‘Herkes sakız çiğner ama, çingene kızı tadını çıkarır.’ Dünyanın tadını çıkarmaya devam ettik… (Avare Yıllar)”

Kışladan hapishaneye

1938-1939 yılları Orhan Kemal’in hem kışla hem de hapishane ile tanıştığı yıllar oldu. Niğde’de askerliğini yaparken Maksim Gorki ve Nâzım Hikmet kitapları okumak, yabancı rejimler lehinde propaganda ve isyana kışkırtma suçlarından 5 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. Ancak Bursa Cezaevi, onun edebiyat hayatında önemli bir dönüm noktası oldu. 1940’ta, burada tanıştığı Nâzım Hikmet’in toplumcu görüşlerinden etkilendi; ondan Fransızca, felsefe ve siyaset dersleri aldı. O zamana kadar birçok yerde şiirleri yayınlanmıştı, ancak Orhan Kemal’i şiir yerine roman ve öykü yazmaya teşvik eden Nâzım oldu. Kızı Yıldız’dan sonra 1944'te doğan oğluna Nâzım adını verdi. İlk öykülerini Orhan Raşit takma adıyla yayımladı. İlk kez 1943’te İkdam Gazetesi’nde “Asma Çubuğu” öyküsünde Orhan Kemal adını kullandı.
1943, cezaevinden tahliye olduğu yıldı. Adana’ya döndü. Yeni iş alanı amelelik ve hamallıktı. 1948 yılında Verem Savaş Derneği’nde kâtiplik işi bulunca gerçek bir iş sahibi olduğunu düşünüp sevindi. Ancak bu memuriyeti de uzun sürmedi, buradan atıldı. Gerçi İstanbul’da kendi adıyla romanları yayımlanmaya başlamıştı ve telifler geliyordu. Ancak bu telifler hak ettiğinin çok çok altında rakamlardı. En iyi romanların yazarı ekmek kavgasına devam ediyordu. Verem Savaş Derneği’ndeki işten de olunca üçüncü çocuğu Kemali'nin doğumundan sonra, 1950’de ailesiyle İstanbul’a yerleşti: “…Adeta itiliyordum İstanbul’a…Yazı işlerine baktığım, bu sayede kıt kanaat geçinmeye çalıştığım çeşitli derneklerdeki işlerime de şıp diye son verilmişti, iktidara yeni geçen Demokrat Parti’liler tarafından. Sebep politik miydi? Yoksa benden açılacak yer ya da yerlere kendi partililerini mi kayıracaklardı bilmiyorum. Verem Savaş Derneği, Bağ ve Bahçeler Derneği, bir de o zaman ki adıyla Etibba Odası’ndan aldığım paraların toplamı, vergiler çıktıktan sonra ya 160 ya da 180 liraydı.Bu paradan da olmuştum. Bir de beni bir türlü İstanbul’a salıvermek istemeyen babam ölmüştü.”

Aynı dönemi Yaşar Kemal anlatıyor: “…Sonra birde polis halkı bizim üstümüze saldırtıyordu. Sokağa çıkamaz olmuştuk. Orhan’ın karısı, Orhan da sokağa çıkamıyorlardı. Biz bir şey mi yapıyorduk o sıralar, politik eylemimiz mi vardı? Vallahi de billahi de yoktu. Yalnız hikayeler yazıp birbirimize okuyorduk. Bu sıralar ben tam beş yıl her girdiğim işten çıkarıldım. O da bir şey mi? Irgatlıktan çıkarıldım. Gidip bir çiftliğe arabacı duruyordum, örneğin. Bir hafta sonra polis... Haydi başka yere... Patos ırgatlığından, çeltik arkı kazmaktan bile kovuldum. İşte böyle günlerdi. (Ünlem, Mart-Nisan 2004)”

İstanbul’da ekmek kavgası

Orhan Kemal’in İstanbul’daki işi yazmaktı. Ama işin aslı, İstanbul’a gelirken geçimini sağlamayı düşündüğü iş bu değildi. Zaten yazıdan para kazanabilseydi bu kadar yıldır ekmek kavgasının galibi olurdu. Adana’da, öykülerini okuyup değerlendirirken dost olduğu Yaşar Kemal’le sebzecilik yaparak geçinmeyi düşünüyorlardı. Adalet Partisi’nin baskısından kaçarak İstanbul’a ilk gelen Yaşar Kemal oldu. Bir ay sonra Orhan Kemal geldi. Ancak parasız para kazanılmayacağını anlamaları uzun sürmedi. Sebzecilik işi gerçekleşmedi. Artık yazan, sürekli yazan bir Orhan Kemal vardı. Baba Evi, Avare Yıllar, Ekmek Kavgası, Cemile, Murtaza gibi eserleri arka arkaya geliyordu. Türk edebiyatının dev eserlerinden Bereketli Topraklar üzerinde ve 72. Koğuş aynı yıl (1954) yayımlandı.

Cağaloğlu’nda bir kahvede çayını yudumlayarak gazetelere yazıyor, ancak bu emeğinin karşılığını bir türlü alamıyordu. Büyük şehirde ekmek kavgası da büyümüştü. Yeşilçam’ın günde en az bir film çektiği o yıllarda senaristler Batı’dan uyarladıkları senaryolara büyük telifler veriyorlar, büyük paralar kazanıyorlardı. Ama onlardan çok daha iyisini yazan Orhan Kemal’e geçit yoktu! Devletin sevmediği bu yazarı elbette onlar da sevmeyecek, senaryolarına bir memur maaşının yarısı etmeyen paralar vereceklerdi. Durum tam da buydu.

Ömrü telif beklemekle geçti

Bir direnç adamıydı Orhan Kemal. Onu en iyi tanıyanlardan biri olan Yaşar Kemal, “Şu insan soyu içinde Orhan Kemal kadar belaya, işkenceye, zulme dayanan çok az insan çıkmıştır bence” derken onun hayatını en iyi özetleyen cümleyi de kurmuş oluyordu aslında. Adana’dan Suriye’ye zorunlu göç, yabancı bir ülkede zor dönemler; sonra tekrar Adana, yine zor yıllar. Ve İstanbul… Halen zor bir hayat… Geçimini sağlamak için zorunlu olarak girdiği ortamda, Babali’de bile her türlü sıkıntıyı yaşıyordu Orhan Kemal. Esnaf iyi davranmıyordu ona. Babıali onun öğle yemeğine muhtaç olduğunu biliyordu. Bunu fırsat biliyorlar, en kötü çeviriye en az 2 bin lira verirken, “Bereketli Topraklar Üzerinde” gibi dev bir eserin de aralarında bulunduğu altı eserine 2 bin 500 lira veriyorlardı. Bu duruma da Yaşar Kemal’den başka tepki veren yoktu: “1966’da, bu çağda, asıl zulüm budur. Baskı, vahşet, utanılacak hal budur. Hapis mapis değil... İnsanlığımızın yüz karası, bir yazarın buna mahkum edilmesidir.” Yaşar Kemal’in şu anekdotu durumun vehametini anlatıyor: “Orhan Kemal’e birlikte bir derginin kapısında 50 lira için tam iki saat beklediğimizi de biliyorum. Adam bizi bekletti bekletti de sonra yarına dedi. Oysa Orhan o dergiciye beş hikaye götürmüştü. Orhan’nın ömrü böyle gazete kapılarında, Yeşilçam, kitapçı kapılarında, böyle elli liralar beklemekle geçti. Zulmün en amansızı budur işte!”

Suçlu, Babil Kulesi, Serseri Milyoner ve Kardeş Payı’nın yayımlandığı 1957 yılı, daha sonradan babası adına müze kuracak, eserlerine sahip çıkacak ve adı Orhan Kemal’le anılacak oğlu Işık (Öğütçü)’ın doğduğu yıldı. Kardeş Payı, 1958 yılında Sait Faik Hikaye Armağanı’nı kazandı. Daha sonra Devlet Kuşu, Vukuat Var, Dünya Evi (1958); Gâvurun Kızı (1959), El Kızı (1960), bugün onu yeniden gündeme getiren ünlü eseri Hanımın Çiftliği (1961), kendi hayatından kesitler içeren Eskici ve Oğulları (1961) gibi eserler geldi.

Ekmek kavgası da siyasal sıkıntılar bitmek bilmiyordu. 1966 yılı ikinci kez cezaevine girdiği yıl oldu. “Hücre çalışması ve komünizm propagandası” yaptıkları gerekçesi ile iki arkadaşıyla birlikte tutuklandı. “Suç teşkil eden bir cihet bulunmadığı” yönündeki bilirkişi raporu üzerine bir ay sonra serbest bırakıldı. Bir yıl sonra 72. Koğuş oyununu AST (Ankara Sanat Tiyatrosu) sahneye koydu. Ardından Ankara Sanatseverler Derneği tarafından en iyi oyun yazarı seçildi. 1969’da Sait Faik Hikaye Armağanı’nı Önce Ekmek adlı kitabı ile ikinci kez aldı. Bu kitap, Türk Dil Kurumu Ödülü’ne de layık görüldü. Kitabın adı, yazarın hayatının sloganı gibiydi.
Bulgar Yazarlar Birliği’nin çağrısı üzerine gittiği Sofya’da hastalandı. Tedavi gördüğü hastanede 2 Haziran 1970’te ölen büyük yazardan söz ederken, Özdemir İnce’nin (Yaşar Kemal’den de esinlenen) şu cümlelerine yer vermek neredeyse zorunluluk: “… kimileri Orhan Kemal'in, Zola, Gorki ve Silone’nin kendi ülkelerinde sahip oldukları edebî makama sahip olmadığını ileri sürebilir. Yazınsal itibar ne işe yarar, nereden kaynaklanır ve etkinlik alanı nedir? Sanıldığı gibi, çok okunmanın, okur nezdinde amigo sahibi olmanın yazınsal saygınlıkla hiçbir ilişkisi yoktur. Bu alanda, kişisel böbürlenmelere icazet veren, ‘Renkler ve zevkler tartışılmaz’ safsatası da geçerli değildir. Makine yağıyla sütü karıştırıp içeni ya da uyumsuz renkleri bir araya getiren hödük bulamaçcıyı ‘zevk sahibi’ mi sayacağız? O misal, ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’, ‘Eskici ve Oğulları’, ‘Cemile’ ve ‘Murtaza’nın yazınsal varlığından habersiz ademe Tanrılar bile yardımcı olamaz. Gerçek yazarlar konusunda ‘Unutulmak’ fiili geçersizdir. Onlar ‘Var’dır. Öylesine vardırlar ki bütün moda yazarların yok oluşlarını görürler. (19.05.2002, Hürriyet)”
İyi yazan, çok yazan, ama sonuna kadar hak ettiği üç kuruş telif için, yayınevi, gazete, yapım şirketi kapılarını defalarca aşındırmak zorunda kalan ve çoğu kez de eli boş dönen bir edebiyat ustası! Hem de Türkiye’nin Gorki’si, Zola’sı sayılan; Hemingway’le, Steinbeck’le aşık atan bir usta Orhan Kemal. Gerisi bir ülkenin ayıbı…

Müze ve İkbal Kahvesi

Orhan Kemal’in anısını yaşatmak üzere, Orhan Kemal Kültür Sanat Merkezi tarafından 2000 yılında kuruldu. Cihangir’deki Akarsu Caddesi üzerinde üç katlı bir binada (No: 32) kurulu müzede yazarın çoğu Ara Güler tarafından çekilmiş 70 kadar fotoğrafı, aile fotoğrafları, kitaplarının orijinal ilk baskıları, özel mektuplar, hakkında yazılan tez ve makaleler, kullandığı daktilo, özel eşyaları, öldüğünde yüzünden alınan maske gibi materyaller sergileniyor. Müze binasında ayrıca bir kitaplık ve İkbal Kahvesi adlı bir kahve de bulunuyor. Ancak asıl İkbal Kahvesi, ya da Orhan Kemal ve arkadaşlarının andığı adla “Kahvetül-ikbal” Cağaloğlu alanı ile Nuruosmaniye Camii arasındaki cadde üzerinde, Kapalıçarşı'ya yakın bir yerdeydi. 1960’lı yılların sonlarında kapandı. Edip Cansever ve Muzaffer Buyrukçu gibi edebiyatçıların yanı sıra, Orhan Kemal’in arkadaşları Arap Talat, Yelfe İhsan gibi kişiler de müdavimler arasındaydı.

Bereketin toprağı
Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin getirdiği alüvyonlarla oluşmuş Çukurova (Adana Ovası), Türkiye’nin en büyük delta ovası. Özellikle pamuğun Türkiye’deki anavatanı olan bu bereketli toprak çok sayıda tanınmış insanı da yetiştirdi. Milli Mücadele’nin kahramanlarından Adil Efe, Cemal Efe, Molla Kerim, Kara Fatma (Adile Onbaşı), Abdurrahman Efe, Kara İsa gibi birçok isim bu topraklarda var oldu. Türk edebiyatında da bu toprağın imzası çok belirgin. Orhan Kemal’in yanı sıra Yaşar Kemal, Ali Püsküllüoğlu, Demirtaş Ceyhun, Muzaffer İzgü, Nihat Ziyalan gibi onlarca şair ve yazar Çukurova’nın güneşiyle beslendi ve Türk edebiyatına unutulmaz eserler verdi. Büyük halk ozanı Karacaoğlan’ın da bu bölgede yaşadığı rivayet edilir. Orhan Kemal, en önemli eserlerinden biri sayılan Bereketli Topraklar Üzerinde’de, 1930’lu yılların Çukurova’sını, pamuk tarlalarında işçilik yapan insanların yaşadıklarını toplumsal gerçekçi bir bakışla ortaya koydu.

Önce Ekmek’ten…





— Babanı savcı olduğu devirler tarihe karıştı hanım. Eski çamlar bardak oldu bardak!

— Bağırma. Komşulardan utan. Ele güne karşı rezil olduğumuz yeter!

— Artık rezalet de, vezaret de vız gelir bana!

— Bana gelmez. Kızımız var. Çocuğunun istikbalini düşün.

— Beni düşündüler mi? Benim istikbalimi düşündüler mi? Onbeşimde yoktum, boynuma işporta takılıp sokaklara salıverildiğimde. Benim canım yok muydu? Ben insan değil miydim? Ben okumak istemiyor muydum? Okuyan, birer meslek sahibi olan arkadaşlarıma hâlâ içim yanarak bakmam mı? Kim acıdı bana? Kim çekti benim nazımı?



Kirası aylarca ödenmeyen evin sokak kapısı çalındı. Ayten anladı. Fırladı sedirden, koştu açtı. Babasıydı, şarap kızılı vurmuş ablak, koskocaman yüzüyle öfkeli, girdi içeri. Bakmadı bile yüzüne kızının. Çalışsınlardı efendim, şaraphanedeki emekli haksız mıydı? “Baktım işler gitti akıntıya. Emeklilik maaşı yetmiyor. Oğlanlarla kızı seferber ettim. Şimdi her biri işte. Evimize bet bereket geldi, bet bereket!”

Sonra da eklemişti:

— Önce ekmek!

   
   

[email protected]