Türk edebiyatının dev ismi Orhan Kemal, 56 yıllık ömrüne 50’yi aşkın
kitap sığdırdı. Ekmek kavgasından hiç kurtulamayan yazar gözlerini
Adana’nın çırçır fabrikalarından, yoksul mahallelerinden,
meyhanelerden, futbol sahalarından hiç ayırmadı. Bugün televizyon
ekranlarında reyting yarışına sokulan Hanımın Çiftliği’nin Adana’da
mı yoksa Roma’da mı geçtiğini anlayamıyorsak suç ne bizim ne de
Orhan Kemal’in! Hayatın içinden seçtiği kahramanlar her zaman var
olacak. Hem kitaplarda hem de sokaklarda...
EFE ERTEM
“Bir insanı anlatmak zor iş. Bütün yönleriyle anlatmak zorun zoru.
Bu adam Orhan Kemal olunca iş daha da zorlaşıyor. Bir adamı
anlatırken onun bir tek yönünü alıp üstünde durmak, yazarın,
anlatıcının, sanatçının işini daha da kolaylaştırır.” Böyle diyordu
Yaşar Kemal onun hakkında… Orhan Kemal’i bir yazar olarak değil,
Adana’nın futbol sahalarında tanımıştı. Evet, Orhan Kemal, ya da o
zamanki adıyla Mehmet Raşit (Öğütçü), 1930’ların Adana’sının en ünlü
futbolcusuydu. Adana karmasında santrafor oynuyordu. Onun
futbolculuk dışında bir ünü daha vardı: Ahali Cumhuriyet Fırkası
lideri Abdülkadir Kemali’nin oğlu olmak! Abdülkadir Bey,
milletvekili ve bakanlık yapmıştı. Orhan Kemal’in babasından gelen
bu ünü, aynı zamanda en büyük talihsizli olacaktı.
1900'lerin başı… Hukuk mektebini çok iyi bir dereceyle bitirmiş
Abdülkadir Kemali, idealizminin peşine düşmüş, inatla savaşıyor.
Hukuktan, adaletten başka, dürüstlükten, insanlıktan başka bir değer
tanımıyor... Buna karşılık Osmanlı İmparatorluğu topraklarını,
iktidarını kaybetmekte. Devletin memurları, yetkilerini ceplerini
daha çok doldurma yönünde kullanıyor, eşkıyayla işbirliği içinde
küçük servetlerin peşine düşmüş... Abdülkadir Kemali tam anlamıyla
bir muhalifti. Mustafa Kemal, Enver Paşa, Mahmut Şevket Paşa, İsmet
Paşa gibi isimlere muhalefet ediyordu. 1930 Eylül’ünde kurduğu Ahali
Cumhuriyet Fırkası’nın üç ay sonra kapatılması üzerine Suriye’ye
kaçtı. Orhan Kemal de ortaöğrenimini ve futbolu yarıda bırakıp
gitmek zorunda kaldı. Orada bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği yaptı.
Bu yıllarda yaşadığı olayları Baba Evi (1949) romanında anlattı:
“…Ama ben babamı asıl ‘fırka’ mücadelelerinde tanıdım. Yine böyle
günlerdi... Nutuk söyleyenleri niçin alkışladıklarını çok defa
bilmeyen sokaklar dolusu insanın kinle, küfür şimşekleriyle yüklü
kalabalığı. Kalabalık, kalabalık, hep kalabalık. Aynı parkelere
basan iskarpinli, çarıklı veya yalınayakların mahşeri hatırlatan,
insanı coşturan müthiş kalabalığı. Dar bir sokakta, karşılıklı iki
konak hatırlıyorum. Becerikli ilkokul öğrencilerinin yaptıkları
mukavva konakları hatırlatan bu cumbalı, kafesli, çıkıntılı, tahta
saçakları dantela gibi işlemeli konaklardan birisi bizim. Burası
aynı zamanda babamın ‘Fırka’ binasıydı. Alt kat ağır, beyaz taşlarla
döşeliydi. Ben bu alt kattan çok korkardım.”
Bir yıl sonra Türkiye’ye tek başına döndü Orhan Kemal. Babasının
“ünü” onu Adana’da da rahat bırakmadı. Uzun süre iş bulamadı. Kimse
ona iş vermeye yanaşmıyordu. Futbol takımında birlikte top
koşturduğu arkadaşlarının birçoğu iyi yerlere gelmişler, iş güç
sahibi olmuşlardı. Onlar da Orhan Kemal’in işsizliğine çare
bulmadılar. Daha sonra dokumacılık, ambar memurluğu gibi geçici
işlerde çalıştı. Ama bu işlerin hiçbiri onun geçimini sağlamaya
yetmedi. Zaten geçim sıkıntısı, kendi deyimiyle “ekmek kavgası”
hayatına silinmez bir damga vuracak ve ömrünün sonuna kadar bu
kavganın galibi kendisi olamayacaktı. 1937’de Yugoslavya göçmeni bir
ailenin çırçır fabrikasında işçi olan kızı Nuriye ile evlendiğinde
de, çocuk sahibi olduğunda da ekmek kavgası hiç bitmedi, zorlaşarak
devam etti. Hayatının bu dönemi, Avare Yıllar (1950), Cemile (1952),
Dünya Evi (1960), Arkadaş Islıkları (1968) romanlarına konu oldu.
Birbirinden zor yıllardı: “Nerde küpelerin?’ ‘Babaannen hepsini geri
aldı. Komşulardan emanet almışlar. Babanın şerefi için, dosta
düşmana karşı. Aldırma kocacığım’ dedi. ‘Herkes sakız çiğner ama,
çingene kızı tadını çıkarır.’ Dünyanın tadını çıkarmaya devam ettik…
(Avare Yıllar)”
Kışladan hapishaneye
1938-1939 yılları Orhan Kemal’in hem kışla hem de hapishane ile
tanıştığı yıllar oldu. Niğde’de askerliğini yaparken Maksim Gorki ve
Nâzım Hikmet kitapları okumak, yabancı rejimler lehinde propaganda
ve isyana kışkırtma suçlarından 5 yıl hapis cezasına mahkûm edildi.
Ancak Bursa Cezaevi, onun edebiyat hayatında önemli bir dönüm
noktası oldu. 1940’ta, burada tanıştığı Nâzım Hikmet’in toplumcu
görüşlerinden etkilendi; ondan Fransızca, felsefe ve siyaset
dersleri aldı. O zamana kadar birçok yerde şiirleri yayınlanmıştı,
ancak Orhan Kemal’i şiir yerine roman ve öykü yazmaya teşvik eden
Nâzım oldu. Kızı Yıldız’dan sonra 1944'te doğan oğluna Nâzım adını
verdi. İlk öykülerini Orhan Raşit takma adıyla yayımladı. İlk kez
1943’te İkdam Gazetesi’nde “Asma Çubuğu” öyküsünde Orhan Kemal adını
kullandı.
1943, cezaevinden tahliye olduğu yıldı. Adana’ya döndü. Yeni iş
alanı amelelik ve hamallıktı. 1948 yılında Verem Savaş Derneği’nde
kâtiplik işi bulunca gerçek bir iş sahibi olduğunu düşünüp sevindi.
Ancak bu memuriyeti de uzun sürmedi, buradan atıldı. Gerçi
İstanbul’da kendi adıyla romanları yayımlanmaya başlamıştı ve
telifler geliyordu. Ancak bu telifler hak ettiğinin çok çok altında
rakamlardı. En iyi romanların yazarı ekmek kavgasına devam ediyordu.
Verem Savaş Derneği’ndeki işten de olunca üçüncü çocuğu Kemali'nin
doğumundan sonra, 1950’de ailesiyle İstanbul’a yerleşti: “…Adeta
itiliyordum İstanbul’a…Yazı işlerine baktığım, bu sayede kıt kanaat
geçinmeye çalıştığım çeşitli derneklerdeki işlerime de şıp diye son
verilmişti, iktidara yeni geçen Demokrat Parti’liler tarafından.
Sebep politik miydi? Yoksa benden açılacak yer ya da yerlere kendi
partililerini mi kayıracaklardı bilmiyorum. Verem Savaş Derneği, Bağ
ve Bahçeler Derneği, bir de o zaman ki adıyla Etibba Odası’ndan
aldığım paraların toplamı, vergiler çıktıktan sonra ya 160 ya da 180
liraydı.Bu paradan da olmuştum. Bir de beni bir türlü İstanbul’a
salıvermek istemeyen babam ölmüştü.”
Aynı dönemi Yaşar Kemal anlatıyor: “…Sonra birde polis halkı bizim
üstümüze saldırtıyordu. Sokağa çıkamaz olmuştuk. Orhan’ın karısı,
Orhan da sokağa çıkamıyorlardı. Biz bir şey mi yapıyorduk o sıralar,
politik eylemimiz mi vardı? Vallahi de billahi de yoktu. Yalnız
hikayeler yazıp birbirimize okuyorduk. Bu sıralar ben tam beş yıl
her girdiğim işten çıkarıldım. O da bir şey mi? Irgatlıktan
çıkarıldım. Gidip bir çiftliğe arabacı duruyordum, örneğin. Bir
hafta sonra polis... Haydi başka yere... Patos ırgatlığından, çeltik
arkı kazmaktan bile kovuldum. İşte böyle günlerdi. (Ünlem,
Mart-Nisan 2004)”
İstanbul’da ekmek kavgası
Orhan Kemal’in İstanbul’daki işi yazmaktı. Ama işin aslı, İstanbul’a
gelirken geçimini sağlamayı düşündüğü iş bu değildi. Zaten yazıdan
para kazanabilseydi bu kadar yıldır ekmek kavgasının galibi olurdu.
Adana’da, öykülerini okuyup değerlendirirken dost olduğu Yaşar
Kemal’le sebzecilik yaparak geçinmeyi düşünüyorlardı. Adalet
Partisi’nin baskısından kaçarak İstanbul’a ilk gelen Yaşar Kemal
oldu. Bir ay sonra Orhan Kemal geldi. Ancak parasız para
kazanılmayacağını anlamaları uzun sürmedi. Sebzecilik işi
gerçekleşmedi. Artık yazan, sürekli yazan bir Orhan Kemal vardı.
Baba Evi, Avare Yıllar, Ekmek Kavgası, Cemile, Murtaza gibi eserleri
arka arkaya geliyordu. Türk edebiyatının dev eserlerinden Bereketli
Topraklar üzerinde ve 72. Koğuş aynı yıl (1954) yayımlandı.
Cağaloğlu’nda bir kahvede çayını yudumlayarak gazetelere yazıyor,
ancak bu emeğinin karşılığını bir türlü alamıyordu. Büyük şehirde
ekmek kavgası da büyümüştü. Yeşilçam’ın günde en az bir film çektiği
o yıllarda senaristler Batı’dan uyarladıkları senaryolara büyük
telifler veriyorlar, büyük paralar kazanıyorlardı. Ama onlardan çok
daha iyisini yazan Orhan Kemal’e geçit yoktu! Devletin sevmediği bu
yazarı elbette onlar da sevmeyecek, senaryolarına bir memur maaşının
yarısı etmeyen paralar vereceklerdi. Durum tam da buydu.
Ömrü telif beklemekle geçti
Bir direnç adamıydı Orhan Kemal. Onu en iyi tanıyanlardan biri olan
Yaşar Kemal, “Şu insan soyu içinde Orhan Kemal kadar belaya,
işkenceye, zulme dayanan çok az insan çıkmıştır bence” derken onun
hayatını en iyi özetleyen cümleyi de kurmuş oluyordu aslında.
Adana’dan Suriye’ye zorunlu göç, yabancı bir ülkede zor dönemler;
sonra tekrar Adana, yine zor yıllar. Ve İstanbul… Halen zor bir
hayat… Geçimini sağlamak için zorunlu olarak girdiği ortamda,
Babali’de bile her türlü sıkıntıyı yaşıyordu Orhan Kemal. Esnaf iyi
davranmıyordu ona. Babıali onun öğle yemeğine muhtaç olduğunu
biliyordu. Bunu fırsat biliyorlar, en kötü çeviriye en az 2 bin lira
verirken, “Bereketli Topraklar Üzerinde” gibi dev bir eserin de
aralarında bulunduğu altı eserine 2 bin 500 lira veriyorlardı. Bu
duruma da Yaşar Kemal’den başka tepki veren yoktu: “1966’da, bu
çağda, asıl zulüm budur. Baskı, vahşet, utanılacak hal budur. Hapis
mapis değil... İnsanlığımızın yüz karası, bir yazarın buna mahkum
edilmesidir.” Yaşar Kemal’in şu anekdotu durumun vehametini
anlatıyor: “Orhan Kemal’e birlikte bir derginin kapısında 50 lira
için tam iki saat beklediğimizi de biliyorum. Adam bizi bekletti
bekletti de sonra yarına dedi. Oysa Orhan o dergiciye beş hikaye
götürmüştü. Orhan’nın ömrü böyle gazete kapılarında, Yeşilçam,
kitapçı kapılarında, böyle elli liralar beklemekle geçti. Zulmün en
amansızı budur işte!”
Suçlu, Babil Kulesi, Serseri Milyoner ve Kardeş Payı’nın
yayımlandığı 1957 yılı, daha sonradan babası adına müze kuracak,
eserlerine sahip çıkacak ve adı Orhan Kemal’le anılacak oğlu Işık
(Öğütçü)’ın doğduğu yıldı. Kardeş Payı, 1958 yılında Sait Faik
Hikaye Armağanı’nı kazandı. Daha sonra Devlet Kuşu, Vukuat Var,
Dünya Evi (1958); Gâvurun Kızı (1959), El Kızı (1960), bugün onu
yeniden gündeme getiren ünlü eseri Hanımın Çiftliği (1961), kendi
hayatından kesitler içeren Eskici ve Oğulları (1961) gibi eserler
geldi.
Ekmek kavgası da siyasal sıkıntılar bitmek bilmiyordu. 1966 yılı
ikinci kez cezaevine girdiği yıl oldu. “Hücre çalışması ve komünizm
propagandası” yaptıkları gerekçesi ile iki arkadaşıyla birlikte
tutuklandı. “Suç teşkil eden bir cihet bulunmadığı” yönündeki
bilirkişi raporu üzerine bir ay sonra serbest bırakıldı. Bir yıl
sonra 72. Koğuş oyununu AST (Ankara Sanat Tiyatrosu) sahneye koydu.
Ardından Ankara Sanatseverler Derneği tarafından en iyi oyun yazarı
seçildi. 1969’da Sait Faik Hikaye Armağanı’nı Önce Ekmek adlı kitabı
ile ikinci kez aldı. Bu kitap, Türk Dil Kurumu Ödülü’ne de layık
görüldü. Kitabın adı, yazarın hayatının sloganı gibiydi.
Bulgar Yazarlar Birliği’nin çağrısı üzerine gittiği Sofya’da
hastalandı. Tedavi gördüğü hastanede 2 Haziran 1970’te ölen büyük
yazardan söz ederken, Özdemir İnce’nin (Yaşar Kemal’den de
esinlenen) şu cümlelerine yer vermek neredeyse zorunluluk: “…
kimileri Orhan Kemal'in, Zola, Gorki ve Silone’nin kendi ülkelerinde
sahip oldukları edebî makama sahip olmadığını ileri sürebilir.
Yazınsal itibar ne işe yarar, nereden kaynaklanır ve etkinlik alanı
nedir? Sanıldığı gibi, çok okunmanın, okur nezdinde amigo sahibi
olmanın yazınsal saygınlıkla hiçbir ilişkisi yoktur. Bu alanda,
kişisel böbürlenmelere icazet veren, ‘Renkler ve zevkler
tartışılmaz’ safsatası da geçerli değildir. Makine yağıyla sütü
karıştırıp içeni ya da uyumsuz renkleri bir araya getiren hödük
bulamaçcıyı ‘zevk sahibi’ mi sayacağız? O misal, ‘Bereketli
Topraklar Üzerinde’, ‘Eskici ve Oğulları’, ‘Cemile’ ve ‘Murtaza’nın
yazınsal varlığından habersiz ademe Tanrılar bile yardımcı olamaz.
Gerçek yazarlar konusunda ‘Unutulmak’ fiili geçersizdir. Onlar
‘Var’dır. Öylesine vardırlar ki bütün moda yazarların yok oluşlarını
görürler. (19.05.2002, Hürriyet)”
İyi yazan, çok yazan, ama sonuna kadar hak ettiği üç kuruş telif
için, yayınevi, gazete, yapım şirketi kapılarını defalarca
aşındırmak zorunda kalan ve çoğu kez de eli boş dönen bir edebiyat
ustası! Hem de Türkiye’nin Gorki’si, Zola’sı sayılan; Hemingway’le,
Steinbeck’le aşık atan bir usta Orhan Kemal. Gerisi bir ülkenin
ayıbı…
Müze ve İkbal Kahvesi
Orhan Kemal’in anısını yaşatmak üzere, Orhan Kemal Kültür Sanat
Merkezi tarafından 2000 yılında kuruldu. Cihangir’deki Akarsu
Caddesi üzerinde üç katlı bir binada (No: 32) kurulu müzede yazarın
çoğu Ara Güler tarafından çekilmiş 70 kadar fotoğrafı, aile
fotoğrafları, kitaplarının orijinal ilk baskıları, özel mektuplar,
hakkında yazılan tez ve makaleler, kullandığı daktilo, özel
eşyaları, öldüğünde yüzünden alınan maske gibi materyaller
sergileniyor. Müze binasında ayrıca bir kitaplık ve İkbal Kahvesi
adlı bir kahve de bulunuyor. Ancak asıl İkbal Kahvesi, ya da Orhan
Kemal ve arkadaşlarının andığı adla “Kahvetül-ikbal” Cağaloğlu alanı
ile Nuruosmaniye Camii arasındaki cadde üzerinde, Kapalıçarşı'ya
yakın bir yerdeydi. 1960’lı yılların sonlarında kapandı. Edip
Cansever ve Muzaffer Buyrukçu gibi edebiyatçıların yanı sıra, Orhan
Kemal’in arkadaşları Arap Talat, Yelfe İhsan gibi kişiler de
müdavimler arasındaydı.
Bereketin toprağı
Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin getirdiği alüvyonlarla oluşmuş
Çukurova (Adana Ovası), Türkiye’nin en büyük delta ovası. Özellikle
pamuğun Türkiye’deki anavatanı olan bu bereketli toprak çok sayıda
tanınmış insanı da yetiştirdi. Milli Mücadele’nin kahramanlarından
Adil Efe, Cemal Efe, Molla Kerim, Kara Fatma (Adile Onbaşı),
Abdurrahman Efe, Kara İsa gibi birçok isim bu topraklarda var oldu.
Türk edebiyatında da bu toprağın imzası çok belirgin. Orhan Kemal’in
yanı sıra Yaşar Kemal, Ali Püsküllüoğlu, Demirtaş Ceyhun, Muzaffer
İzgü, Nihat Ziyalan gibi onlarca şair ve yazar Çukurova’nın
güneşiyle beslendi ve Türk edebiyatına unutulmaz eserler verdi.
Büyük halk ozanı Karacaoğlan’ın da bu bölgede yaşadığı rivayet
edilir. Orhan Kemal, en önemli eserlerinden biri sayılan Bereketli
Topraklar Üzerinde’de, 1930’lu yılların Çukurova’sını, pamuk
tarlalarında işçilik yapan insanların yaşadıklarını toplumsal
gerçekçi bir bakışla ortaya koydu.
Önce Ekmek’ten…
…
— Babanı savcı olduğu devirler tarihe karıştı hanım. Eski çamlar
bardak oldu bardak!
— Bağırma. Komşulardan utan. Ele güne karşı rezil olduğumuz yeter!
— Artık rezalet de, vezaret de vız gelir bana!
— Bana gelmez. Kızımız var. Çocuğunun istikbalini düşün.
— Beni düşündüler mi? Benim istikbalimi düşündüler mi? Onbeşimde
yoktum, boynuma işporta takılıp sokaklara salıverildiğimde. Benim
canım yok muydu? Ben insan değil miydim? Ben okumak istemiyor
muydum? Okuyan, birer meslek sahibi olan arkadaşlarıma hâlâ içim
yanarak bakmam mı? Kim acıdı bana? Kim çekti benim nazımı?
…
Kirası aylarca ödenmeyen evin sokak kapısı çalındı. Ayten anladı.
Fırladı sedirden, koştu açtı. Babasıydı, şarap kızılı vurmuş ablak,
koskocaman yüzüyle öfkeli, girdi içeri. Bakmadı bile yüzüne kızının.
Çalışsınlardı efendim, şaraphanedeki emekli haksız mıydı? “Baktım
işler gitti akıntıya. Emeklilik maaşı yetmiyor. Oğlanlarla kızı
seferber ettim. Şimdi her biri işte. Evimize bet bereket geldi, bet
bereket!”
Sonra da eklemişti:
— Önce ekmek!
|