Ana Sayfa      
         

   

AksarayHaberci.Net - Rahim Gür - 1 Mart 2010

     
          

 

Bir Orhan Kemal Vardı!

 

Bir coğrafi bölgeyi unutulmazlığa ulaştıranlar yetiştirdiği ürünler, dağlar, ovalar, akarsular, göller ve denizler midir?

Bir coğrafi bölgeyi unutulmazlığa ulaştıranlar yetiştirdiği ürünler, dağlar, ovalar, akarsular, göller ve denizler midir? Yoksa bölgenin insanlarını ülkeye ve dünyaya tanıtan yazarlar, ozanlar ve ressamlar mıdır? Ben yazarlardan yana olanlardanım. Elim kitap tuttuktan sonra coğrafya atlaslarından ve kitaplardan öğrendiğim Çukurova’yı tanıyor muydum? Yoksa ‘Sarhoşlar-Öyküler/Orhan Kemal’ Varlık Cep Kitapları 1 TL’ ile mi tanımaya başladım? Ardından Yaşar Kemal tamamladı eksiklerimi. Çukurova denilince iki Kemal düşer usumuza. Biri yaşar, ara sıra sesi duyulur yazılı ve görsel basında, konuşur doğru mu yanlış mı bilmem, sürem versin yetkinliğini. Yazdıkları devlet katında hoş görülmüş ki özel ödüllerle ödüllendirildi. Oturuyor ak saçlı köşesinde. Benim derdim elli altı yaşında derin acılarla yazın yaşamımızdan göçen Orhan Kemal’le. Çileli bir yaşamın tuzundan, yazının balını üreten M. Raşit Öğütçü,- andıkça yüreğimde ıslak çamaşırın burulmasının sıkıntısını ve acılarını duyduğum – fötr şapkasının altında acı gülümsemeyle yaşamı önemsemeden gülümser halimize. Adalet Bakanı Abdülkadir Kemali Beyin oğlu olduğunu çok insan bilmez, bilirse de yoksul ve yoksun yaşamına yakıştıramaz günümüz siyasetçilerinin çocuklarının varsıllığını bilen okuyucuları. Adalet bakanının oğludur da adaletsizliklerden nasibini almamış mıdır? Aldığı deneyimlerden belli değimli yazdıklarında ve yaşadıklarında kimlerin yanında olası gerektiğinin bilincinde olması.Bilgili, görgülü, varlıklı aileden gelmeniz yetmiyor yaşam kavgasında, yaşama tutunmak başka bir emek ister dercesine .Başımıza gelecekleri önceden biliyor olmanın alaysamasıyla durumumuza mı acır, yoksa ‘…kurtuluşunun kendi elinizde…’mi demek ister? Söyleyecekleri bitmeden, yazacaklarını yazamadan, oğlunun gününü göremeden yaşamdan çekilip alınan yazarın geçmişini söyledikleriyle ve yazdıklarıyla anlamlandıralım.
Ölümünün üzerinden kırk yıl geçti, Türkiye 12 Martı, 12 Eylülü yaşadı, Yeni Dünya Düzeni, Yeşil kuşak, ABD, AB, BOP masallarıyla, yedi yıldır da dincilik poyrazında kavruluyor. İnançlar sömürülüp dolara çevriliyor, kara imamlar şeyh oldu, dolar renginden esinlenip ülkeyi satmaya çalışıyor. Yazına, yazara, sanata, sanatçıya İslam gözlüğünden bakıyor, imanlı imansız ayrımını çekinmeden yapıyor. Edebiyatımız para, reklam, sömürgeci devletlerin işbirlikçilerince yönlendiriliyor. İslamcı yazarların ve yayınların okunmasından yana girişimler destekleniyor. Gerçek anlamda Türk yazınına emek vermiş, önemli yapıtların yazarları unutturulmaya çalışılıyor. Unutturmaya gücünün yetmedikleri de yandaş yayınevlerince kendilerine göre yorumlanarak yayınlanıyor.
Televizyonlarda izleyici toplayan diziler, oyunlar ve filmler unutturulmaya çalışılan yazarlardan geliyor. Nedir bu yazarların gücü? Kendileri de bu soruya yanıt arama gereği duymuyorlar, kitleleri sulandırdıkları dizilerle oyalayabilmeyi kazanç sayıyorlar.1938,1966 yıllarında cezaevlerinde süründürdükleri yazarın yazdıklarına şimdi sıkı sıkı sarılıyorlar, yakında devletin en yüce makamından ödül de verirler, sevenleriyle alay etmek için.
1966 yılında asılsız ihbarla 35 gün içerde tuttuklarında ilgiyle izlemiştim gelişmeleri. AP yönetiminin yazar ve sanatçılara uyguladığı CIA biçimi yıldırma uygulamasıydı ‘…sok içeri, altı ay yatır… suçlu suçsuz arama.. Okuyucunun gözünden düşür…serbes bırak…’bir çok yazar aynı dalgadan etkilenmişti. Orhan Kemal 1965 seçimlerinde siyasal bir öndelik te sergilememişti ama neden olmuştu olanlar?
Ondan sonra daha özenli, ayrıntıları düşünerek okudum Orhan Kemal’i. Doksanlı yıllardan başlayarak Afrika, Hint Yarımadası, Latin Amerika, Meksika, uzak Asya yazınını okudukça belleğimin derinlerinden Orhan Kemal’in gülümsediğini duyumsuyordum. Nedense Orhan Kemal Çukurova’sı canlanıyordu sıklıkla. Arundhati Roy, C.Fuentes, Marquez, Böll, Miller, Amado, vascocelos, Duras, Llosa, Gordimer, Rushdie, okudukça Orhan Kemal anımsamamın arkasındaki gerçeği yakaladığımda ve altmış yaş olgunluğunda yeniden inceleme ve okuma gereği duydum.
Hindistan, Çin, Afganistan, Güney Amerika, Afrika ve Meksika romanlarıyla ortak olanları düşündüğümde; Sömürge savaşı vererek yeni bir devlet kurmuş, kulluktan kurtulup vatandaşlığa geçmek isteyen halkların karşısında dolar albenisinde yine sömürge ve sömürgenin yeni işbirlikçileri vardı. Kaldıkları yerden sürdürmek istedikleri sömürü düzenlerinde yalnız oyuncular değişmiş, senaryolar daha pamuk şekerli yazılmıştı. Birinci ve ikinci paylaşım savaşları da insanlığa büyük kırılmalar yaşatmış, iki kutuplu dünyanın varlığı yanında üçüncü dünya ülkelerinin varlığından söz edilirse sömürmek içindi. Yazar ya sömürenin ve işbirlikçinin yanında rahat yaşayacaktı ya da halkın yanında olup ezilen halklar gibi yaşayacaktı. Orhan Kemal halkının içindeydi zaten, halkı yazarken kendini, kendini yazarken de halkı yazdığının bilincindeydi.
Bilincindeydi, sözlü Anadolu yazınının masal, mitolojisini, gizemli gerçekçiliğin Nasrettin Hoca’sından, Nesimi’ sine dek biliyordu. Yazdığı gibi yaşadı, yaşadığı gibi yazdı. Halkın yazınını evrensele taşımasını bildi. Eğitim Bakanlığının okullarda öğrencilerin okumalarını yönlendirmeye el attığı yüz temel eser yıllarında, bakanlığın dayattığı yazarlardan en çok okunanıydı Orhan Kemal, bakanlığın önermediği kitapları da verdiğim öğrenciler her yerde Orhan Kemal arıyordu.(Avare Yıllar, Baba Evi dışındakileri.)
Yazının yazıldığı günlerde Türk halkı ‘Hanımın Çiftliği’ dizisini izliyordu televizyonda. Televizyon’un Siyah-beyaz yıllarındaki dört bölümlük çekim beğeni kazanmıştı ya, günümüzün teknolojik gelişmişliğinde yapılacak dizi izleyici ve reklam toplar yargısıyla yeniden sunuldu izleyiciye. İzleyici dizinin albenisinden romanın iletisini alamıyor, görsellik iletiyi siliyor izlenimi oluştu bende. Romanı yeniden okumak, diziyi değerlendirmek, Bereketli Topraklar Üzerinde, Vukuat Var, Hanımın Çiftliği, Eskici ve Oğullar(Eskici Dükkânı) bağlamında Orhan Kemal’i derinden tanımak ve tanıtmak istedim.
1940 yılları; Bir yandan ikinci paylaşım savaşı sürüyor, sosyalizm- nasyonal sosyalizm savaşıyor, savaşın sonucuna göre de dünya siyasetleri yeniden belirleniyor. İçeride tep parti yönetiminin baskıları doruk noktalarda. Aydınlar cezaevlerinde; Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Balaban mahpushane üniversitelerindeler. Orhan Kemal, cezaevinden sora parasız, dayanaksız, işsiz, yazar olma umuduyla İstanbul kapılarındadır. Tek partiden çok partili yaşama da geçilmiş, DP umut olmuş, sömürgen devletlerin ülkemize giriş yollarını araladığı, paranın, atık teknolojilerin, savaş atıklarının, Marshal yardımı, Nato, CIA, Kore ile tanıştığımız yıllardır. Yoksulluğun nasıl yenileceğinin soruşturulduğu, Allah’tan beklenenin bile DP’den ve Amerika’dan beklendiği yıllardır.
BEREKETLİ TOPRAKLAR ÜZERİNDE–1954:Toros Dağlarının kır yoksullarından üçünü indirir yazar Çukurova’nın sıcağına sineğine işlerine. Hiçbir yeteneği olmayan üç insan kol emeğiyle ekmek kazanma savaşında yapı işlerini, pamuk çapasını ve toplamasını, harman işlerini, koza işleme fabrikalarının ağır işlerini tanırlar. Bir kayıpla işleri öğrenirler ama para kazanamazlar. Okuyucu güçlü bir gözlem, yaşanmış deneyimlerin yazına dökülmesi ve sürükleyici anlatımla bereketli topraklar üzerinde kol emekçiliğinin hiç te kolay olamadığını öğrenir. Orhan Kemal’in anlatmak istediği daha derindir. Mısır’dan pamuk ve pirinç alamayan Avrupa devletlerinin Osmanlıya Çukurova’da ucuz pamuk ve pirinç alanları açtırmasını ve kendilerine vermesini örgütlemektedir. Dağlardan zorla indirilen konargöçer Türkmen oymaklarının Çukurova’da zorunlu yaşama kavgası ve kırılmaları, zorunlu yerleşime direnmelerinin son dalgalanmalını da yansıtır.
Uzun, süslü ve kapalı anlatımdan uzak, herkesin anlayabileceği Türkçeyle yazdığı roman büyük ilgi toplar. Okuyucu henüz Afrika’da, Güney Amerika’da yeni sömürgeciliğin yayılmasından, uyguladığı tarım politikalarından haberdar değildir. Toprağın, pamuğun, çeltiğin önemli olduğunu, toprak ağalığının Cumhuriyetle de yıkılamayan gücünü, topraksızlığın acılarını çok iyi bilir. Yazar Çukurova’daki siyasal çekişmeleri, toprak sahiplenmelerini, iktidar yandaşlığını ve göçmen değişimleriyle toprağın nasıl el değiştirdiğinin de bilincindedir. Romanların aralarındaki kısa tümcelerle okuyucuyu aydınlatmayı unutmaz. Toprak düzenlemesine karşıt olarak kurulan bir partinin ülkeyi yönettiği yıllarda, büyük topraklı çiftçilerin sahipsiz toprakları, devlet topraklarını kendi topraklarına katma savaşımını, derebeylikle devletin sürtüşmelerinde küçük insanların örselenişinin de yazınımıza kazandırıldığı romandır.
VUKUAT VAR: İlk ve son baskı kapağı arasındaki anımsamalarım, elle çizilen desenden dijital fotoğrafa uzanan gelişmeleri görmenin, okumayı algılayışımdaki değişimleri sezinlemenin duygulanımlarında ileri çocukluğumu anımsıyorum. Kitap daha mı ucuzdu o günlerde?
Romanın ayakları tarım, sanayi, fabrika, esnafı, işçi, yöneticiler üzerine kurulurken her kesimi anlatan tipler yaratılmış, her tipin geldiği ön ortamlarla yaşadıkları avlular ustaca betimlenmiştir. Çiftlik sahibi Muzaffer Bey, Çiftçi başı,köy imamı, Örgütsüz tarım işçileri, çiftlik hizmetçileri, küçük topraklı yoksul köylüler, tarıma dayalı çırçır ve dokuma işçileri, makineciler,hizmetçiler, evdeciler, şehrin berberi, elcisi, köftecisi, oynak kadınlar, sineması,bisiklet, fayton,tozlu/çamurlu sokaklar günlük yaşamın olmazsa olmaz dinamikleri ..Romanın çatısını çatar. Yazarın romanda öne çıkarmak istediği olaylar kendiliğinden değildir. İnsancıl değerlerden uzak, kadını köle olarak algılayan paraya tapar birkaç duyunçsuz erkeklerin kurgusu doğrultusunda yönlenir. Köprüyü, evde insan ve kız çocuk olarak hiçbir değeri olmayan dokuma işçisi Güllünün ileri çocukluk aşkı kurar. Yoksul sokakların ve kirli avluların yasaları çocukların ve kadınların apaçık görülen emeğinin sömürüsüne dayanır. Dört analı yirmiden fazla çocuklu bir işçi ailesinde kadının başkaldırısının öznesidir Güllü. Yoksul ‘öteki’ çiftçi çocuğu Kemal babası tarafından tarla yerine farikaya yönlendirilmeseydi ne aşk, ne de roman olurdu. Zaloğlu Ramazan ezilmişliğe severek mi katlanıyor? ‘Hiçbir önemi olmayan’ babasını ve anasını anımsamayan, dayısının öfkeli tokatlarıyla büyüyen Ramazan, ramazan olmayı gerçekten istiyor mu? Gelecekten beklentileri de var mı?
Ondördüncü yüzyıl derebeylerinden Osmanlı tımar beylerine, Cumhuriyet’le Beyefendiliğe yükselen Muzaffer Beylerin erki demokrasiyle de yıkılamamışsa yoksulun, kadının, işçinin üzerindeki zulmünü hangi devrim yıkar? Super Paccard arabası, Avrupa giysileri, Avrupa’nın ve ülkenin en güzel yerlerinde geçen günleri bey yapar mı onu? Kültürlü ve akıllı görünmesine karşın aciz, beylik görüntüsü altında çıkarcı, ilerici görünürken çıkarlarına uygun dönek, kendi dışındaki erkeği köle, kadını görümlüsünü cinsellik öğesi, sıradanını sömürme aracı görürken kadınlar karşısında yetersizliğini mi duyumsatır?
Kişiliksiz, para tapınçlı aşağılanmış insanların varlığı ve köleleşmiş tinleri midir beyleri yüce ve yaklaşılmaz gösteren? Tozlu/çamurlu, kirli suların aktığı, sinek bulutlarının dolaştığı sokakları dolduran önemsenmeyen insanlar mı yönlendiriyor insanları, geleceği ve romanı? İşçi olduğunun, köleliğinin, sömürüldüğünün, kadınlığının ayrımında olmayan insanların gündelik yaşamla ve ekmek kapısıyla verdikleri bilinçsiz kavga mıdır bütün anlatılanlar?
Güllünün ezilmiş genç kız onurunda derin ve acı çizgilerle inada dönüşen istekleri, sınırsız gücü arkasında taşıyan ‘Beylik’le çarpışınca neler olur? Güllü, o yıllarda Adana’ yurdun her yerinden, her dilden ve kimlikten toplanmış; erkeği Allah bilen kadınların ekmek, iş, yaşam karşısındaki çığlıklarının öne çıkmışı/çıkması gerekenidir.
HANIMIN ÇİFTLİĞİ: O yıllarda birbirini tamamlayan nehir romanları ayrımsayamıyorduk, her romanı bin bir güçlükle bulup okuduktan sonra olayları biz kendimiz bağlamaya çalışırken okuma alışkanlığımızı mı sıkılıyorduk? Nehir roman olgusunu da ‘Kemal’ler gerçekleştirdi yazınımızda,-sezinlediğimce oralarda da yeni bir gelişmeydi- Marquez, Amado, okunamıyordu ülkemizde.
Çiftlik hizmetçisi kadının, parayla satın alınan bir kızın çiftliğe gelişinden duyduğu kaygılarla başlar roman. Yaşamları insanlık dışı, kurtuluş yolları aynı iki kadının birbirine kinlenmiş duygularının anlatımıdır okuyucuyu acıtan. Güllü, Muzaffer Bey’in çiftliğine yeğen Ramazan’a eş olarak bin liraya satılır dayak zoruyla ama eski sevgilisi Kemal’in üzerine kabul etmez. Tüm çiftlik çalışanlarının zorlamasına karşın sonuç alınamayınca Bey beklenir. Bey hakkında anlatılanlardan kendice kurgular yapan Güllüde beyi bekler. Beyin gelmesi çiftlikteki durağan yaşama bir devrimdir; Güllü beyin kucağına atladığında, Ramazan çiftlikten kovulduğunda, çiftçi başı Yasin Ağa göstermelik, kraldan çok kralcı namus gösterisi olarak çiftlikten ayrıldığında, Gülizar Kabak Hafız’a kaçtığında, Muzaffer Bey yeni partiye girip tarım araçları çiftliği doldurduğunda sınıf atlayan iki kadındır. Güllü Beyin, Beyin eski metresi Gülizar Kabak Hafız’ın nikâhlı eşi olmuştur. Serap Hanım’ın kalabalık ailesi ve Berber Reşit’in yaşam düzeyi yükselde de onurlu fabrika işçiliğinden ve esnaflıktan ırgatlığa indirgeniştir. Serap Hanım’ın köksüz hanımefendilikten toprak sahipliğine geçişi Muzaffer Bey’in öldürülmesinden sonradır. Hanımın Çiftliğinin kundaklamasının ve Serap’ın kurtuluşu çevresindeki köylü kurnazlarını tanımasını sağlamıştır. Serap Hanım’ı önemsemeyen toprak aç gözlüsü ve çıkar öbeklerinin yeni bir saldırısının da duyurucusudur.

KAÇAK: İkinci Paylaşım savaşından sonra yaygınlaşan sosyalizm ve komünizmi işçi sınıfının halk üzerindeki dayanılmaz eziciliği öç almaya, yok etmeye yönelik öldürücülüğü ve baskıcılığı öcüleştirilerek anlatılırken gerçeği anlatmakta gerekiyordu birilerince. Habip’in Güllü’ye acıyarak çocuğunu bağışlaması, Muzaffer Bey’i öldürdükten sonra kaçak günlerinin anlatımıdır roman. Değişen bir şey olmadığını sezinleyen Habip, bireysel öldürüşlerle, vurma, kırma, yakmalarla bir yere varılamayacağını ayrımlar. Kaçak günlerinde sığındığı Hacer’in yardım ve yataklığının ardında sevgiye susamış kadının direnen başkaldırısını sevgiyle örmesini duyumsar okur. Kendi öz eleştirisini yaparken Çocuk Hüseyin’de kendi çocuğunu görerek evcil duyguların kucağına sığınır. Habip kişiliğinde topraksız köylünün, Hacer’de sevgisiz yaşamların acılığını, Hüseyin’de akşam babası eve dönmeyen tüm çocukların duygularını, Topal Duran ‘da, başkalarının ekmeğiyle,korumasıyla insanların ancak yalakalaşarak çanak yalayıcı olabileceğini,Şerife’de bilgisiz ve aç kadınların değer yargılarını ve kişiliklerini paraya çevirmedeki kurnazlıklarını betimler.
Orhan Kemal; bütün yazdıklarında olduğunca Kaçak’ta da insancıl duyguları yüceltirken kahramanlarının en kötü yönlerini de betimleyerek neden ve niçinlerini de araya sıkıştırmayı bir görev bilir.
Kaçak, daha önce “ Üç Tekerlekli Bisiklet” kitap olarak yayımlandığından ve filme de alındığından ‘Hanımın Çiftliği’ üçlemesinin dışında düşünülme yanılgısını yaratır dizi izleyicilerince. Kaçak okunmadan üçlemenin anlaşılması da sağlıklı olamaz.


ROMANLARIN TOPLUMSAL KAYNAKLARI:
EKONOMİ: Cumhuriyet öncesinde geçimlik ilişkilere dayanan ilkel toprak sahiplenmelerinin, 1927 yıllarında başlatılan tarımın çağdaşlaştırılması girişimlerinde, 1929 dünya ekonomik bunalımlarıyla sonuçsuz kalmasından 1936 yıllarına sarkması, çıkarılamayan toprak reformu yasaları ve yasaların özeğindeki siyasal ayrışmaların yeni sahiplenmelere olanak vermesine uzanan karmaşık ilişkilerden yola çıkar. Çukurova toprak ağaları bölgenin tarıma dayalı sanayisini de elinde tutmaktadır. ABD güdümündeki ekonomik değişimin yandaşı olan siyasi parti desteğiyle yeni milyonerler yaratma yarışı ve düzenden yararlanma kavgasıdır siyasal söylem. Toprak ağaları ve sermaye devleti;
‘…Devlet, sık sık değişen hükümetlerse, o ve onun gibilerin topraklarına bekçilik, jandarmalık etmekten başka görevi olmayan şeylerdi. Yoksa ne gereği vardı
devletin, hükümetlerin? (101y.) olarak görmekteydiler.
Yeni partiye geçen Devrimci Devlet geleneğindeki toprak ağası ise;
‘….Devrimci Devlet her şeyin üstünde olmalı,din ise sadece ona yardımcılık etmeliydi.(102y)…’ düşüncesinden uzaklaşmaktadır.
Yeni partinin çok partili yaşamada en çok kullandığı din duygusu bu noktalardan yola çıkılarak eleştirilir roman boyunca. Önemli duyurulan üretim araçlarına ve paranın gücüne dayanan feodalizm paranın acımasız gücünü de yanına alınca önüne gelen insanları acımasızca ezmesini duyurur. Türk toplumunun dirlik ve düzenliğindeki dikine yarılmanın en belirgin yansıtıldığı aydınlanmacı gerçekliğin romanlarıdır. Yatay ayrıntılara önem vermediğini de duyumsarsınız.
HALK: Devletçi ekonomik ilişkilerden sömürgeci ivmeli liberal ekonomilere açılan yaşamda halkın, emeği sömürülmeden başka bir değeri yoktur. O yıllarda yoksullara dağıtılan süt tozu, peynir, un ve yağ ‘…sadaka da, toplumların fakir fukaralar yüzünden patlamamalarını sağlarlar.(107y.)…’ Halk, dikey yarılmanın etkileri bağlamında birliktedir. Yatay yarılmanın kolaya kaçan ayrımcılığının yerine birleştirici bir tutum duyumsanır. Aynı avlu içinde Arap, Kürt, Boşnak, Türk ve değişik inançlardan insanlar günlük dedikodularını yapsalar da kardeşçe yaşarlar.
İŞÇİ: Hiçbir değeri yoktur, salt işgücünden yararlanılır, tarlalarda ve fabrikalarda çalışan kadın işçilerin evlenilemeyecek kadınlar olduğu duyumsatılır. Kırlarda verimsizleşen ilkel tarım alanlarından kopan işsizler kentlere akıyorlardı nasıl olsa.
‘…Çok kazanıyor, buna karşılık devlete beş kuruş vergi vermiyordu. Tarladaki ırgatlardan başka, hükümet de, devlet de sanki onlara çalışıyordu!(161y)…’
Olması gerekeni ise;
‘….Öyle bir düzen için çaba sarf ederler ki, insanlar kadın kadın, erkek erkek,çocuk çocuk mutlu olsunlar,dünya nimetleri önlerine bir kardeş sofrası gibi açılıp saçılsın.(134y.)…’ olarak dillendirir yazar. Muhsin usta kişiliğinde duyurulan sendikalaşma ve örgütlenme sesleriyse anında işten çıkarmalarla anında yok ediliyordu. İşçinin direnişini önleme işi 1952’de kurulan bir sendikaya verilmişti. Bilinçlenmeden, geciktirilmesi gerekirdi. Fabrikaların, atölyelerin dışında çalışanların sendika nesine gerekiyordu? Beyin tek sözüyle dağılabilmeliydi.
KADIN: Önemsiz yaratıklar, emeği sömürülen, kazancı babalar tarafından alınıp harcanan, dövülen, parayla satılan, gerekirse yeniden ahlaksızlıklar için satılmasında sakınca görülmeyen ikinci sınıf insan olarak algılanır paranın ve üretim araçlarının gücünü arkasına almışlarca. Güllü/ Serap, Pakize, Gülizar dayatılan yazgılara başkaldırıdır romanlarda. Sıklıkla insan doğasında var olan cinselliğin kimler tarafından acımasızca kötüye kullanıldığını sezinler okuyucu. Güllü Çukurova’da kadının isyanının ünüdür.
‘…Onlar erkekse biz de kadınız.Kadın olduksa erkeklerin esiri, kulu olmadık.Ama sizin gibi kadınlara müstahak.İçer,sıçar,her bir haltı karıştırır,ırz namus tanımazlar, kazançlarınızı elerinizden alırlar,sonra da,küçük tanrı!(199y.)…’
KÖYLÜ: Toprağın dağılımında da haksızlığa uğrayan köylü, alışılmış köylü kurnazlığıyla sesiz bir karşı koyma girişimindedir ama yanında devletin yasaları yoktur yanlarında. Köylüye yararlı bir girişimi de sezinlemezsiniz. Özellikle okullardan fazlaca söz edilmez ama her yerde imamların, hafızların, mollaların kimlerin yanında yer aldığı vurgulanır. Çapa zamanında sabah ezanını bir saat önce okuyan Kabak Hafız ilginç gelmez mi okuyucuya. Muhtarlar, imamlar, ilerleyen yıllarda da öğretmenler köylüleri toprak ağaları adına güden çobanlar olarak kullanılmak istenmiştir.
HALK AVCILARI: Çiftliklere işi sağlayan elci başları, kasabanın küçük esnafı, kahveciler, köfteciler, meyhaneciler… Aslında birer küçük insan olmalarına karşı üç kuruş için insanları satan, sonrada yanına oturup ağıdını yetirenlerle çokça karşılaşırız romanlarda. Küçük insanlara acımak mı, tiksinmek mi, yüzüne tükürmek mi gerektiğini bilemezsiniz. Halk avcıları kendi çocuklarını üç kuruşa satmaktan kaçınamayacak denli ezik kişiliklerin varlığının acımsılığıdır.
KASABA SİYASETÇİLERİ: Halkın yöneticilere ulaşamadığı toplumlarda, para ve bilgi birikimlerinin gücünden de yararlanarak oyları iktidar partilerine yönlendiren, karşılığını da iktidardan alarak güçlenen oy simsarlarıdır. Henüz etkileri bitmemiş, güncelliklerini korumaktadırlar. İşlerini halk avcıları yardımıyla gerçekleştirir, din adamlarına ayrı bir önem verirler.
SEVGİ: Orhan Kemal’in tüm oyun,öykü,roman ve şiirlerinde temel bir yaranın kanayan sızıntısını ayrımla okuyucu. SEVGİ/SEVGİSİZLİK. Çocuk sevgisinden ana baba sevgisine, insan sevgisinden eş sevgisine eksiklik, yanlışlık sergilenir. Pakize, Güllü, Hacer, Halide, ötekiler… hangisinde çocukluktan, anadan babadan, sevgiliden görülmüş sevgi vardır? Salt kadınlar mı? Ramazan,Muzaffer,Habip, Kabak Hafız, Yasin Ağa, Cemşir,… Çok mu sevgi görmüşler? Tüm kişiliklerde eğitilmemiş, sevgisiz, dayanaksız, yoksul-yoksun yaşantıların yaraları yok mudur? Yazar, sevginin insan davranışlarındaki temel öğe olduğunu, kötülükleri yok etmeye sevgisizliği onararak başlama gereğini duyumsatı yazdıklarıyla.

ROMANCI ÖZGÜNLÜĞÜ: Öncü ve gerçekçi yazarımızdır. Abartısız, gerçeküstüsüz anlatır. Ulusal yazınımızı evrensele açan yazarlarımızın öncü öbeğinde yer alır. Yaşama bakışı, toplumsal sorumluluğu, insancıllığı okuyucuyu etkilemiştir. Bireysel yaşamında da savaşımcı ve dirençlidir, kimseye koyun eğmeden yaşamasını bilmiştir.(1)
II. Paylaşım Savaşı sonrasının büyük kırılmalı yıllarında öncü ve gerçekçi yazar olarak girdi, Çukurova’yı tarım ve fabrika işçileriyle yazınımıza taşıdı. Kendisi de aynı ortamlarda ekmek kazandığından öze duyum ve gözlemlerinin sonucunu gönül evi süzgecinden geçirerek yazdı. Gerçekçiliği aydınlıkçı gerçekçilik olarak özgün biçimini aldı. Yaşamöyküsü romanları (Nazım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl, Murtaza, Müfettişler Müfettişi, Cemile, Bir filiz Vardı), İşçi köylü romanları( Vukuat Var, Hanımın Çiftliği, Kaçak, Bereketli Topraklar Üzerinde, Eskici ve Oğulları), Büyük kentlerde yalnız, örgütlenmemiş küçük insanların romanları( Baba Evi, Avare Yıllar, Gurbet Kuşları, Bir Filiz Vardı,), Yaşamın ezdiği küçük ailelerin geçici mutluluklarının paranın değişim gücü ve değer yargılarının değişmesi karşısında içler acısı yıkımlarını yürekten süzülen kan suyu renginde anlattı(Evlerden Biri, Suçlu, Dünya Evi) .Dağlardan köylerden kentler taşıdığı kır yoksullarını kentlerdeki yaşamlarında da yalnız bırakmadı, kent kalabalıklarındaki emek-ücret,yaşam dayatmaları ve paranın acımasız savurmalarında yalnız bırakmadı.
Bakış açısı olarak, emek sermaye çelişkisini özek olarak alır ama romanları hiçbir zaman siyasi bir bildiri romanı görünüşü vermez. Ustalığının bir yönü de budur. Olguları nedensellik ilişkilerinde serer ama çözümsüz değildir. Çözümünün de okuyucuyla birlikte bulma eylemliliğinden kaçınmaz. Bu aşamada toplumsal gerçekçilik, aydınlık gerçekçiliğe yönelerek Orhan Kemal romanlarının özgünlüğünü yansıtır.
ANLATIM ÖZGÜNLÜĞÜ: Öykü, roman, anı, oyun yazarken ince ince tasarımlar yapmaya süremi yoktur. Yaşarken, yaşamın içinde düzenlenir yazdıkları. Yaşadıklarını, yaşamak istediklerini, yakınında yaşananları yazdı aslında. Yazdığı gibi yaşayamadıysa da yaşadığı gibi yazdı. Üçüncü tekilden olayın içinden anlatmaları da bunu gösterir. Uzun betimlemelere, iç çözümlemelere girmedi yazdıklarında, girmesi gerektiği yerde de çarpıcı bir tümceye yükleyiverdi sözlerini. Karşılıklı konuşmaları, içten konuşmaların (diyaloğ) en özgün kullanıcılarından biri olarak anılır yazınımızda.
‘…Yüzlerinden düşen bin parça, insan biçimine girmiş canlı birer küfre benziyorlardı. iyi gıda alamamış ya da uykuya doyamamışlıkları yanında, işsizliğin verdiği sıkıntı her hallerinden belli oluyordu.(230y. VV.)…’
Orhan Kemal öykü ve romanlarının en belirgin özelliği, konuşmalar(diyalaoğlar)romanı olmasıdır. Konuşmaların romanın ana taşıyıcıları olmasının bir başka açılımı da tiyatro, sinemaya yatkınlığıdır. Tiyatro oyununa, senaryoya yatkınlık yazarın çok yönlü yazın gücünün de belirtecidir. İyilerle kötülerin sonsuz savaşımını anlatırken anımsamalardan, sesiz düşünmelerden, içten dışa, dıştan içe göndermelerden çokça yararlanır, Muzaffer Beyin dedesini bir tümce ile verirken üç kuşağın cinsellik yaklaşımını kavrayıverir okuyucu. Yazdıklarının hedef kitlesini iyi kestirdiğinden dilini, sözcüklerini, tümcelerini halkın kolayca anlayacağı biçimde seçerken, kısa tümcelere, yer yer devrik tümce akıcılığına, soyutlama ve anlam kaymalarına oldukça çok yer verir. Bölgesel konuşmaların akışından, imge ve simgelerinden yararlanmasını iyi bilir. Yaşadığı bölgelerdeki çok dilliliğin Türkçe söylenişlerinden çokça yararlanır. Uzun uzun sarhoşluk betimlemektense;
‘…Ana be, söyle şu lambaya yerinde dursun!(220y.VV)..’ deyivermek yeterli mi?
Toros eteklerinin Türkmen Türkçesi’nin kent karmaşasında biçim değişimine uğramış kısa deyimlerini de bol bol kullanır.
‘…Gözüm hiç su içmiyor benim, bu kızın başına bir çıkacak var.(58y.H.Ç.)…Gözünü aç,çütlüğe hanım olmaya bak.(87y.H.Ç.).Meşe kekliği gibi şakıyor!... Zaloğlu’ nun kötüsüne gitti.(96y.H.Ç.)… Gözü küllü mü sanıyordu?(118y.H.Ç.)…Kabak Hafız o zamanlar gerçekten korkardı Allah’tan.(125y.H.Ç.)….’
Argo sözcükler şaka yollu da olsa küfürler olmasa romanların özgün tadına ulaşamazsınız.
‘…Bırak şu kılkuyruk kâtip karısı laflarını.(159y.H.Ç.)…’
Kentlerin görkemli ana caddelerinden uzaklaştıkça ortaya çıkan değişik yaşamların, sokakların dili yansıtılmadan aydınlanmacı gerçekçi roman yazılabilir miydi?
Yazarın tüm yazdıklarında sezinlediğim ‘bir bıyık altı gülümsemesini’ ve ‘ gizliden akan gülmeceyi’, ‘ insana değer vermeyenleri ti’ ye alan alaysamayı’ sezer misiniz bilmem? Muzaffer Bey’in düştüğü gülünç durumdan çürümüş toprak ağalığını iç sorunlarını, Kabak Hafız’la din kumunun ve olgusunu, Zaloğlu Ramazan’da yetimliğin ve arkasızlığın çözümsüz acılarının gülünesi çelişkilerine gülmez misiniz?
Görüneni anlatmakla yetinmeyen röportaj yazarı değildir Orhan Kemal, durumu sergilerken çözümü okuyucuyla birlikte bulmaya çalışır. Yazdıklarında yarattığı her tipte yaşamı sevmeyi, insandan umudu kesmemeyi, her ne varsa yine insanda olduğuna inanılması gerektiğinin öne çıkaran yazar aydınlanmacı gerçekçilik yolunun ilklerinden olduğunu belki de bilmiyordu.Aynı yıllarda dünyanın değişik yıllarında kendisine benzer insanların da aynı duyumsamaları yazdığını da bilmiyordu sanırım.
Yazınımız paranın ve reklamın güdümünde, sermayenin istekleri doğrusunda yeni bir yola sokulmak istenilmektedir. Bunu kolaylaştırmak için kimlik ve inançlarımızdan da yararlanma aldatmacasını kullanmaktan çekinmeyen bir görüşün kuşatmasındayız. Yazının ve sanatın gerçek dostlarının, okumanın izlemeden daha önemli olduğuna inananların, seçkin okuyucularının; okuma alışkanlığı kazandırmak zorunda olduğumuz kuşakların varlığına inanan anne-babaların, öğretmenlerin unutmaması gereken; yazarlarımızın evrenselliğine inanmamız, yeniden Orhan Kemal gibi yazarlarımıza gereken önemin verilmesinin görev olarak algılanmasıdır.
Orhan Kemal’i bir kez daha saygıyla anarken, dizi yozlaştırmalarından uzak yeniden okunmasını dilerim.

01 Mart 2010
Rahim GÜR
________________________________________________________________________________(1).Altınkaynak Hikmet. Türk Edebiyatında Kim Kimdir?. Doğan Kitap,1.baskı/2007.s.486.487.488.
(2). Kemal Orhan, Bereketli Topraklar Üzerinde. Remzi Kitabevi 1954.
(3). Kemal Orhan, Vukuat Var. Remzi Kitabevi. 1958
(4). Kemal Orhan, Hanımın Çiftliği. Remzi Kitabevi.1955
(5). Kemal Orhan, Kaçak. Epsilon Yayıncılık,9.basıkı 2006/231.

     
     
     
   
     
   
     
   

[email protected]