Sık sık, köklü bir roman geleneğimizin olmayışından, edebiyatımızın
cılız olduğundan söz edilir. Oysa, Batı Edebiyatı kadar görkemli
olmasa da edebiyatımız hiç de küçümsenecek bir durumda değildir. Ama
farkında olana. Farkında olana diyorum çünkü, yazarlarımızın çoğu
edebiyat tarihimizi bilmezler. Kendi dilimizde yazan sanatçıları
bilmenin önemini bile kavrayamamışlardır. Biraz da bu yüzden olacak,
tüketim kültürünün, güncel olan ama kalıcılığı çok tartışılacak
değerlerine yaslanarak, edebiyatımızın yaratıcılarını tarihten
çıkarma, belleklerden silme çabalarına karşı çıkmazlar.
Edebiyatımızın kilometre taşları olan yazarlarımızın, bir
unutulmuşluk duvarının ardına gömülmeye çalışılmasına tepki
göstermezler. Bunun nedeni ister cahillik, ister vefasızlık, isterse
kıskançlık olsun sonuçta kaybedenin edebiyat olduğunu da
algılayamazlar.
Gerçekten de, anadilimizde yapıtlar veren yazarları unutmak
edebiyatımızı çoraklaştırmaktan başka bir anlama gelmez. Geçmişimizi
bilmeden yaratmak, ancak, erken doğuma yol açabilir, ölü doğmuş
yapıtların çoğalmasına neden olur. Medyanın desteğiyle ne kadar
gizlemeye çalışırsak çalışalım prematüre ürünlerimiz birgün olur
bütün ürkütücülüğüyle karşımıza dikilir.
Yanlış anlaşılmasın edebiyatımızın büyük ustalarıyla aynı türden
ürünler vermekten söz etmiyorum. Yeni olana ulaşmanın bir anlamda bu
ustaların yapıtlarını yadsımaktan geçtiğinin de farkındayım. Ama
bilmediğiniz, öğrenmediğiniz bir tarzı, üslubu, anlayışı nasıl
yadsıyabiliriz ki? Üsluplarını, tarzlarını, anlayışlarını
benimsemesek de ortak yazınsal kültürümüzü oluşturan bu ustaları
bilmeden, anlamadan, eleştirmeden edebiyatta denenmemiş olana,
biricik olana, yeni olana ulaşmamız olanaksızdır.
Hiç kimsenin kuşkusu olmasın, Ahmet Hamdi Tanpınarları, Halide
Edipleri, Hüseyin Rahmileri, Orhan Kemalleri, Sait Faikleri,
Sabahattin Alîleri, Nâzım Hikmetleri unutan ortak bellek, yarın,
bugünün yazarlarını da hiç duraksamadan silip atacaktır. Çünkü
vefasızlık virüsü en acımasız kültürel geleneklerden biridir ve
kamusal bilince bir kez bulaşınca bir daha kolay kolay gitmez.
Çok değil, on beş, yirmi yıl önce her yazdığı olay olan, kitapları
üst üste baskılar yapan, birçok yabancı dile çevrilen Orhan Kemal de
son yıllarda unutulmuş – unutturulmuş – yazarlarımızdandır. Oysa
Orhan Kemal ülkemizde köyün çözülüşünün insan üzerindeki etkilerini
yalın bir dille, özgün bir biçimde anlatan yazarlarımızın arasında
yer alır. Onun temel özelliği gerçekçiliğidir. Gerçekçiliğinin ise
iki kaynağı vardır: İlki kendisinin de emekçilerin arasından geliyor
olması, yani bizzat yaşadıkları; ikincisi ise o dönem sanatta
geçerli anlayışın gerçekçilik olması, özellikle de Nâzım Hikmet’in
yapıtları üzerindeki etkisi. Bunu daha iyi anlamak için Orhan
Kemal’in yaşam öyküsüne göz atalım.
Asıl adı Raşit Kemali Öğütçü olan Orhan Kemal 1914 yılında Adana’nın
Ceyhan ilçesinde dünyaya gelir. Yaşamını ve sanatını etkileyen
politikayla tanışması çok küçük yaşlarda olur. Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nde 1. Dönem Milletvekililği yapan babası Abdülkadir Kemal
Bey 1930 yılındaki demokrasi denemesi sırasında Ahali Fırkası’na
katılınca Suriye ve Lübnan’da gönüllü sürgünlük yaşamak zorunda
kalırlar. Bir yıl sonra yurda dönen Orhan Kemal, çırçır
fabrikalarında işçilik, dokumacılık, katiplik, ambar memurluğu gibi
işlerde çalışmaya başlar. O sıralar en büyük merakı polisiye roman
okumak ve futbol oynamaktır. İşler artınca spora veda eder ama
okumaktan asla vazgeçmez.
“Ve kendi kendimi
yetiştirme çabası... Elime ne geçirdimse okudum... Bilimsel
kitaplardan felsefeye, sosyolojiye kadar ne buldumsa okudum.
Sanıyorum annemden gelen ‘müsbet bilimlere eğilim’ olacak,
metafizikle bağlantım hemen hemen hiç olmadı... Kendi kendimi müsbet
bilimlerin ışığı ve doğrultusunda yetiştirmeye çalıştım... Genel
olarak marksizim ile ilintim çok sonraları başladı... Hayata bakış,
bazı sonuçlara varış, derken hapishane... Hapishane benim için bir
çeşit üniversite oldu diyebilirim... Hikâyeci, romancı kabiliyetim
orada keşfedildi...” (1)-.
Hapishane yılları Orhan Kemal’in yaşamında bir dönüm noktasıdır.
Hapishaneye ilk şiirlerini yazdığı askerlik sırasında girer. Askerde
Nâzım Hikmet’ten, onun şiirlerinden övgüyle söz edince, “Yabancı
rejimler lehinde propaganda yaptığı” gerekçesiyle yargılanır ve beş
yıl hapse mahkum olur. Ama rastlantı tanrısı bu defa onu yalnız
bırakmaz. Bursa’da yatarken Nâzım Hikmet, bulunduğu cezaevine
nakledilir. Kısa sürede Nâzım’la dost olup, odasına taşınmayı
başarır. Ama bu Orhan Kemal’in beklediği gibi eğlenceli saatlerin
değil, sıkı bir eğitim döneminin başlaması demektir. İlk şiirlerini
Nâzım’a okuduğunda aldığı tepki şaşırtıcı olduğu kadar ilginçtir de.
“Okumaya başladım... Heceyle yazılmış şiirlerdi bunlar; taşkın
hislerimi samimiyetle, insan gibi değil de, ‘ilahileştiğini’ iddia
edenlerinkine benzetip onlar gibi komikleştirerek dile getirdiğim
şiirler...
İlk dörtlük henüz bitmemişti:
Halbuki en güvendiklerimden biriydi... İçimde bir şeyler
yıkıldı.
Bir başkası... ilk, ikinci, üçüncü mısranın yarısı.
Kanım tepeme çıktı, başım döndü, ufaldım.
Tekrar bir başkası...
...
-
Peki
kardeşim, bütün bu laf ebeliklerine, hokkabazlıklara, affedin
tabirimi, ne lüzum var? Samimiyetle duymadığınız şeyleri niçin
yazıyorsunuz? Bakın, aklı başında bir insansınız,
duyduklarınızı, hiçbir zaman duyamayacağınız tarzda yazıp
komikleşmekle kendi kendinize iftira ettiğinizin farkında değil
misiniz?
Bütün kanım tepemden ayaklarıma iniyor ve bir kağıt tomarından
ibaret ‘şiirlerim’ elimden desteyle düşüyor, artık okuyamıyordum.
Sizde, dedi, sanat için
iyi bir kumaş var, muhakkak... Demin şiirlerinize karşı fazla haşin
davranmıştım... Beni mazur görün, sanat bahislerinde hiç şakam
yoktur... Sizinle yakından meşgul olmak istiyorum... Yani
kültürünüzle... Evvela Fransızca, sonra diğer kültür bahisleri
üzerinde muntazaman dersler yapacağız. Tahammülünüz var mı?”
(2)-.
Orhan Kemal hergün yedi sekiz saat ders çalışır. Bir gün Nâzım’ın
eline rastlantı sonucu Orhan Kemal’in bir roman başlangıcı geçer.
Şair ilgilenir. Kısa öykü yazmasını söyler. Böylece o zamanki
ismiyle Mehmet Raşit Öğütçü’nün öykücülük serüveni başlamış olur.
Fransızca’nın yanı sıra dünya edebiyatı, felsefe, ekonomi-politik
dersleri de alan genç yazarımızın ilk öykülerini gören Nâzım
yanılmadığını anlar. İşçileri, emekçileri çok iyi tanıyan Orhan
Kemal öykülerinde gerçekçi portreler çizmektedir.
Raşit Öğütçü’nün Orhan Kemal’e dönüşmesi de o yıllara
rastlamaktadır. Artık yazarımızın öyküleri çeşitli dergilerde
yayınlanmaya başlamıştır ama ne yazık ki bunlardan eline para
geçmemektedir. Nâzım, Orhan’ın “Güllü” ve “Asma Çubuğu” adlı
öykülerini İlkadam Gazetesi’nde gece sekreteri olan Kemal Sülker’e
gönderir ve telif hakkı alınmasının önemini vurgulayan bir de not
ekler. Kemal Sülker öykülerin altına Orhan Kemal takma adını
yazarak, Yazıişleri Müdürüne, “bunları ben yazdım, telif hakkı için
muhasebeye bildir de paralanalım” der. Böylece Orhan Kemal adı
doğmuş olur.
Orhan Kemal hapishaneden çıkınca sık sık işsiz kalarak çeşitli
mesleklerde çalışmayı sürdürür. Bu arada öykülerini dergilere
yollar. Kalemi günden güne yetkinleşmektedir. Derken roman yazma
sevdasına kapılır. Onu ilk destekleyen yine Nâzım’dır. “Hemen
Başla,” diye yazar hapishaneden.
İlk romanı “Baba Evi” Orhan Kemal’in hapishaneden çıkışından beş yıl
sonra Varlık yayınlarınca basılır. Onu öyküleri ve öteki romanları
izler. Ama geçinmek için hâlâ başka işlerde çalışmak zorundadır.
1950 yılında ailesiyle birlikte İstanbul’a göçünce yalnızca
yazarlıkla geçinmeye karar verir. Ancak bu düşündüğünden de zordur.
Gazetelere kısa öyküler yazar, küçük çıkarların peşindeki filmcilere
senaryo yetiştirmeye çalışır, üstelik bunlardan dişe dokunur bir
para da kazanamaz. Yine de mutludur. Sabahın dördünde, herkes
uyurken çalışmaya başlar, hevesle yeni bir öykünün, yeni bir romanın
yazımına girişir. Geleceğe ilişkin umudunu hiçbir zaman yitirmez.
Boş zamanlarında da arkadaşlarının yanında alır soluğu. En iyi
arkadaşlarından, edebiyatımızın bir başka işçisi Muzaffer Buyrukçu
bir anısını şöyle anlatıyor:
“Edip Cansever’le tavla oynamaları bir alemdi. Tanıdık, yabancı
seyirciler kuşatırdı çevrelerini. Çaylar, kahveler, kantlar,
oraletler içilirken, oyunun gerilimi karşılıklı sataşmalarla artardı
‘Sen mi ökesin ben mi ökeyim, şimdi göreceğiz,’ sözleriyle Edip
Cansever’in moralini bozmaya çalışırdı. ‘Bugün formumdayım Bay
Kansöve, seni çiğ çiğ yiyeceğim.’ Edip Cansever soyadını Fransızcaya
çeviren Orhan Kemal’e, onun aşırı neşesini sürekli kılmak isteğiyle
ve az rastlanan soyluluktaki gülüşüyle, ‘İnsan yaşlanınca çenesi
düşermiş,’ derdi. Orhan Kemal bu cümleyi beğenmemiş gibi yalancıktan
yüzünü buruştururdu. ‘Buyruk, işitiyor musun banal sözleri?’
‘Eee, seviye meselesi,’ derdi, ‘o senin gibi, bir milletvekilinin
oğlu değil ki...’
Edip Cansever dikkatini zarlara verdiğinden Orhan Kemal’e attığım
kamışı sezemez, ‘Allahaşkına kışkırtma şu düğün serserisini,’ derdi.
Edip Cansever’in yenilgiye
uğratılmasını beklerken kendisine ateş edildiğini toz duman
yatışınca anlayan Orhan Kemal başını sallaya sallaya konuşurdu.
‘Dost dediğin böyle olur, sağ gösterip sol vurur.’” (3)-.
Orhan Kemal 1970 yılında tedavi için gittiği Sofya’da yaşama
gözlerini yumduğunda, arkasında Murteza, Bereketli Topraklar
Üzerinde, 72. Koğuş gibi başyapıtların da yer aldığı 200’ü aşkın
öykü, 30’a yakın roman bıraktı. Orhan Kemal içinden geldiği toplumu,
kendisi gibi yaşamını çalışarak kazanan insanları yazdı, ezilen,
ekmek derdinde olan insanları. Onların gitgide acımasızlaşan yaşam
karşısındaki tutunma mücadelelerini anlattı. Bir yazar olarak her
zaman sömürülenlerin yanındaydı ama içinde kimseye karşı kin,
düşmanlık yoktu. Belki de onu kaba gerçekçilikten, didaktik olmaktan
koruyan yanı da bu olmuştur. Onun öykülerinde kelimenin tam
anlamıyla gerçek insanların, gerçek serüvenleri vardı. Acı bir düdük
sesiyle boşalan fabrikaların yorgun paydos saatleri, bahçede yakılan
mangalın ölgün pırıltısı, havayı dolduran anason kokusu, insan
teninin sıcaklığı, umudu hep diri kalan Çukurova köylülerinin buruk
gülümseyişleri, ayaklarının altındaki toprağın kaydığını gören
ağaların kendi kültürlerinden vazgeçmeleri, yeni yetme
fabrikatörlerin acımasız sonradan görmelikleri... Sanayileşmeye
adımlarını atan ülkemizde insanın bin bir türlü halini yazdı.
Yalın, hızlı, akıcı bir dil kullanıyordu Orhan Kemal.
Kahramanlarının psikolojilerinin diyaloglarla, olayların akışı
içinde anlatmayı seçmişti. Kafalarını tek bir biçemle bozmuş, kimi
çok bilmişlerin dudak büktüğü bu üslup aslında son derece zor bir
tarzdır. Orhan Kemal bunu başarmıştı. Zaten başka çaresi de yoktu.
Gazetelere yazdığı öykülerin kısa olması gerekiyordu, aynı zamanda
bu tarz onun edebiyata bakış açısından kaynaklanıyordu. Orhan
Kemal’e göre edebiyat, dünyayı değiştirmenin araçlarından biriydi.
Ama yalnızca bununla sınırlı değildi. Bu yüzden Orhan Kemal’in
romanlarında keder kadar neşe de yer alır. Trajik öykülerin yanı
sıra, “Tersine” dünya gibi komik yapıtları da vardır. “Murteza”da
olduğu gibi yapıtlarında hicivi kullanmaktan da çekinmemiştir. Kendi
sözleriyle o, “İnsanlığın, insanlık tarafından, insanlık için
yönetilmesi çabası adına sanat,” yapsa da edebiyatın çok
işlevliliğini hiçbir zaman gözardı etmemiştir.
Orhan Kemal’i sayıyla anarken, onun gerçek değerinin mutlaka
anlaşılması gerektiğini, bunun büyük yazara bir vefa borcu olduğu
için değil, edebiyat kültürümüzün güdük kalmaması, zenginliğinin,
çeşitliliğinin, derinliliğinin yok olmaması için gerekli olduğunu
düşünüyorum.
- (1)
Politika Gazetesi 3 Haziran 1976
- (2)
Nâzım Hikmet’le Üçbuçuk Yıl/Orhan Kemal Tekin Yay. S. 28-32.
- (3)
Yazko Somut Yıl:3 Sayı:44.
|