Ana Sayfa      
         

   

Us Düşün ve Ötesi - Ahmet Ümit - Sayı 9

     
          

 

Edebiyatımızın Ağır İşçisi :
ORHAN KEMAL

 

Sık sık, köklü bir roman geleneğimizin olmayışından, edebiyatımızın cılız olduğundan söz edilir. Oysa, Batı Edebiyatı kadar görkemli olmasa da edebiyatımız hiç de küçümsenecek bir durumda değildir. Ama farkında olana. Farkında olana diyorum çünkü, yazarlarımızın çoğu edebiyat tarihimizi bilmezler. Kendi dilimizde yazan sanatçıları bilmenin önemini bile kavrayamamışlardır. Biraz da bu yüzden olacak, tüketim kültürünün, güncel olan ama kalıcılığı çok tartışılacak değerlerine yaslanarak, edebiyatımızın yaratıcılarını tarihten çıkarma, belleklerden silme çabalarına karşı çıkmazlar. Edebiyatımızın kilometre taşları olan yazarlarımızın, bir unutulmuşluk duvarının ardına gömülmeye çalışılmasına tepki göstermezler. Bunun nedeni ister cahillik, ister vefasızlık, isterse kıskançlık olsun sonuçta kaybedenin edebiyat olduğunu da algılayamazlar.

Gerçekten de, anadilimizde yapıtlar veren yazarları unutmak edebiyatımızı çoraklaştırmaktan başka bir anlama gelmez. Geçmişimizi bilmeden yaratmak, ancak, erken doğuma yol açabilir, ölü doğmuş yapıtların çoğalmasına neden olur. Medyanın desteğiyle ne kadar gizlemeye çalışırsak çalışalım prematüre ürünlerimiz birgün olur bütün ürkütücülüğüyle karşımıza dikilir.

Yanlış anlaşılmasın edebiyatımızın büyük ustalarıyla aynı türden ürünler vermekten söz etmiyorum. Yeni olana ulaşmanın bir anlamda bu ustaların yapıtlarını yadsımaktan geçtiğinin de farkındayım. Ama bilmediğiniz, öğrenmediğiniz bir tarzı, üslubu, anlayışı nasıl yadsıyabiliriz ki? Üsluplarını, tarzlarını, anlayışlarını benimsemesek de ortak yazınsal kültürümüzü oluşturan bu ustaları bilmeden, anlamadan, eleştirmeden edebiyatta denenmemiş olana, biricik olana, yeni olana ulaşmamız olanaksızdır.

Hiç kimsenin kuşkusu olmasın, Ahmet Hamdi Tanpınarları, Halide Edipleri, Hüseyin Rahmileri, Orhan Kemalleri, Sait Faikleri, Sabahattin Alîleri, Nâzım Hikmetleri unutan ortak bellek, yarın, bugünün yazarlarını da hiç duraksamadan silip atacaktır. Çünkü vefasızlık virüsü en acımasız kültürel geleneklerden biridir ve kamusal bilince bir kez bulaşınca bir daha kolay kolay gitmez.

Çok değil, on beş, yirmi yıl önce her yazdığı olay olan, kitapları üst üste baskılar yapan, birçok yabancı dile çevrilen Orhan Kemal de son yıllarda unutulmuş – unutturulmuş – yazarlarımızdandır. Oysa Orhan Kemal ülkemizde köyün çözülüşünün insan üzerindeki etkilerini yalın bir dille, özgün bir biçimde anlatan yazarlarımızın arasında yer alır. Onun temel özelliği gerçekçiliğidir. Gerçekçiliğinin ise iki kaynağı vardır: İlki kendisinin de emekçilerin arasından geliyor olması, yani bizzat yaşadıkları; ikincisi ise o dönem sanatta geçerli anlayışın gerçekçilik olması, özellikle de Nâzım Hikmet’in yapıtları üzerindeki etkisi. Bunu daha iyi anlamak için Orhan Kemal’in yaşam öyküsüne göz atalım.

Asıl adı Raşit Kemali Öğütçü olan Orhan Kemal 1914 yılında Adana’nın Ceyhan ilçesinde dünyaya gelir. Yaşamını ve sanatını etkileyen politikayla tanışması çok küçük yaşlarda olur. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 1. Dönem Milletvekililği yapan babası Abdülkadir Kemal Bey 1930 yılındaki demokrasi denemesi sırasında Ahali Fırkası’na katılınca Suriye ve Lübnan’da gönüllü sürgünlük yaşamak zorunda kalırlar. Bir yıl sonra yurda dönen Orhan Kemal, çırçır fabrikalarında işçilik, dokumacılık, katiplik, ambar memurluğu gibi işlerde çalışmaya başlar. O sıralar en büyük merakı polisiye roman okumak ve futbol oynamaktır. İşler artınca spora veda eder ama okumaktan asla vazgeçmez.

Ve kendi kendimi yetiştirme çabası... Elime ne geçirdimse okudum... Bilimsel kitaplardan felsefeye, sosyolojiye kadar ne buldumsa okudum. Sanıyorum annemden gelen ‘müsbet bilimlere eğilim’ olacak, metafizikle bağlantım hemen hemen hiç olmadı... Kendi kendimi müsbet bilimlerin ışığı ve doğrultusunda yetiştirmeye çalıştım... Genel olarak marksizim ile ilintim çok sonraları başladı... Hayata bakış, bazı sonuçlara varış, derken hapishane... Hapishane benim için bir çeşit üniversite oldu diyebilirim... Hikâyeci, romancı kabiliyetim orada keşfedildi...” (1)-.

Hapishane yılları Orhan Kemal’in yaşamında bir dönüm noktasıdır. Hapishaneye ilk şiirlerini yazdığı askerlik sırasında girer. Askerde Nâzım Hikmet’ten, onun şiirlerinden övgüyle söz edince, “Yabancı rejimler lehinde propaganda yaptığı” gerekçesiyle yargılanır ve beş yıl hapse mahkum olur. Ama rastlantı tanrısı bu defa onu yalnız bırakmaz. Bursa’da yatarken Nâzım Hikmet, bulunduğu cezaevine nakledilir. Kısa sürede Nâzım’la dost olup, odasına taşınmayı başarır. Ama bu Orhan Kemal’in beklediği gibi eğlenceli saatlerin değil, sıkı bir eğitim döneminin başlaması demektir. İlk şiirlerini Nâzım’a okuduğunda aldığı tepki şaşırtıcı olduğu kadar ilginçtir de. “Okumaya başladım... Heceyle yazılmış şiirlerdi bunlar; taşkın hislerimi samimiyetle, insan gibi değil de, ‘ilahileştiğini’ iddia edenlerinkine benzetip onlar gibi komikleştirerek dile getirdiğim şiirler...

İlk dörtlük henüz bitmemişti:

  • Kafi kardeşim, kafi... bir başkasına lütfen...

Halbuki en güvendiklerimden biriydi... İçimde bir şeyler yıkıldı. 
Bir başkası... ilk, ikinci, üçüncü mısranın yarısı.

  • Berbat!

Kanım tepeme çıktı, başım döndü, ufaldım. 
Tekrar bir başkası...

  • Rezalet

...

  • Peki kardeşim, bütün bu laf ebeliklerine, hokkabazlıklara, affedin tabirimi, ne lüzum var? Samimiyetle duymadığınız şeyleri niçin yazıyorsunuz? Bakın, aklı başında bir insansınız, duyduklarınızı, hiçbir zaman duyamayacağınız tarzda yazıp komikleşmekle kendi kendinize iftira ettiğinizin farkında değil misiniz?

Bütün kanım tepemden ayaklarıma iniyor ve bir kağıt tomarından ibaret ‘şiirlerim’ elimden desteyle düşüyor, artık okuyamıyordum.

Sizde, dedi, sanat için iyi bir kumaş var, muhakkak... Demin şiirlerinize karşı fazla haşin davranmıştım... Beni mazur görün, sanat bahislerinde hiç şakam yoktur... Sizinle yakından meşgul olmak istiyorum... Yani kültürünüzle... Evvela Fransızca, sonra diğer kültür bahisleri üzerinde muntazaman dersler yapacağız. Tahammülünüz var mı?” (2)-.

Orhan Kemal hergün yedi sekiz saat ders çalışır. Bir gün Nâzım’ın eline rastlantı sonucu Orhan Kemal’in bir roman başlangıcı geçer. Şair ilgilenir. Kısa öykü yazmasını söyler. Böylece o zamanki ismiyle Mehmet Raşit Öğütçü’nün öykücülük serüveni başlamış olur. Fransızca’nın yanı sıra dünya edebiyatı, felsefe, ekonomi-politik dersleri de alan genç yazarımızın ilk öykülerini gören Nâzım yanılmadığını anlar. İşçileri, emekçileri çok iyi tanıyan Orhan Kemal öykülerinde gerçekçi portreler çizmektedir.

Raşit Öğütçü’nün Orhan Kemal’e dönüşmesi de o yıllara rastlamaktadır. Artık yazarımızın öyküleri çeşitli dergilerde yayınlanmaya başlamıştır ama ne yazık ki bunlardan eline para geçmemektedir. Nâzım, Orhan’ın “Güllü” ve “Asma Çubuğu” adlı öykülerini İlkadam Gazetesi’nde gece sekreteri olan Kemal Sülker’e gönderir ve telif hakkı alınmasının önemini vurgulayan bir de not ekler. Kemal Sülker öykülerin altına Orhan Kemal takma adını yazarak, Yazıişleri Müdürüne, “bunları ben yazdım, telif hakkı için muhasebeye bildir de paralanalım” der. Böylece Orhan Kemal adı doğmuş olur.

Orhan Kemal hapishaneden çıkınca sık sık işsiz kalarak çeşitli mesleklerde çalışmayı sürdürür. Bu arada öykülerini dergilere yollar. Kalemi günden güne yetkinleşmektedir. Derken roman yazma sevdasına kapılır. Onu ilk destekleyen yine Nâzım’dır. “Hemen Başla,” diye yazar hapishaneden.

İlk romanı “Baba Evi” Orhan Kemal’in hapishaneden çıkışından beş yıl sonra Varlık yayınlarınca basılır. Onu öyküleri ve öteki romanları izler. Ama geçinmek için hâlâ başka işlerde çalışmak zorundadır.

1950 yılında ailesiyle birlikte İstanbul’a göçünce yalnızca yazarlıkla geçinmeye karar verir. Ancak bu düşündüğünden de zordur. Gazetelere kısa öyküler yazar, küçük çıkarların peşindeki filmcilere senaryo yetiştirmeye çalışır, üstelik bunlardan dişe dokunur bir para da kazanamaz. Yine de mutludur. Sabahın dördünde, herkes uyurken çalışmaya başlar, hevesle yeni bir öykünün, yeni bir romanın yazımına girişir. Geleceğe ilişkin umudunu hiçbir zaman yitirmez. Boş zamanlarında da arkadaşlarının yanında alır soluğu. En iyi arkadaşlarından, edebiyatımızın bir başka işçisi Muzaffer Buyrukçu bir anısını şöyle anlatıyor:

“Edip Cansever’le tavla oynamaları bir alemdi. Tanıdık, yabancı seyirciler kuşatırdı çevrelerini. Çaylar, kahveler, kantlar, oraletler içilirken, oyunun gerilimi karşılıklı sataşmalarla artardı ‘Sen mi ökesin ben mi ökeyim, şimdi göreceğiz,’ sözleriyle Edip Cansever’in moralini bozmaya çalışırdı. ‘Bugün formumdayım Bay Kansöve, seni çiğ çiğ yiyeceğim.’ Edip Cansever soyadını Fransızcaya çeviren Orhan Kemal’e, onun aşırı neşesini sürekli kılmak isteğiyle ve az rastlanan soyluluktaki gülüşüyle, ‘İnsan yaşlanınca çenesi düşermiş,’ derdi. Orhan Kemal bu cümleyi beğenmemiş gibi yalancıktan yüzünü buruştururdu. ‘Buyruk, işitiyor musun banal sözleri?’

‘Eee, seviye meselesi,’ derdi, ‘o senin gibi, bir milletvekilinin oğlu değil ki...’

Edip Cansever dikkatini zarlara verdiğinden Orhan Kemal’e attığım kamışı sezemez, ‘Allahaşkına kışkırtma şu düğün serserisini,’ derdi.

Edip Cansever’in yenilgiye uğratılmasını beklerken kendisine ateş edildiğini toz duman yatışınca anlayan Orhan Kemal başını sallaya sallaya konuşurdu. ‘Dost dediğin böyle olur, sağ gösterip sol vurur.’” (3)-.

Orhan Kemal 1970 yılında tedavi için gittiği Sofya’da yaşama gözlerini yumduğunda, arkasında Murteza, Bereketli Topraklar Üzerinde, 72. Koğuş gibi başyapıtların da yer aldığı 200’ü aşkın öykü, 30’a yakın roman bıraktı. Orhan Kemal içinden geldiği toplumu, kendisi gibi yaşamını çalışarak kazanan insanları yazdı, ezilen, ekmek derdinde olan insanları. Onların gitgide acımasızlaşan yaşam karşısındaki tutunma mücadelelerini anlattı. Bir yazar olarak her zaman sömürülenlerin yanındaydı ama içinde kimseye karşı kin, düşmanlık yoktu. Belki de onu kaba gerçekçilikten, didaktik olmaktan koruyan yanı da bu olmuştur. Onun öykülerinde kelimenin tam anlamıyla gerçek insanların, gerçek serüvenleri vardı. Acı bir düdük sesiyle boşalan fabrikaların yorgun paydos saatleri, bahçede yakılan mangalın ölgün pırıltısı, havayı dolduran anason kokusu, insan teninin sıcaklığı, umudu hep diri kalan Çukurova köylülerinin buruk gülümseyişleri, ayaklarının altındaki toprağın kaydığını gören ağaların kendi kültürlerinden vazgeçmeleri, yeni yetme fabrikatörlerin acımasız sonradan görmelikleri... Sanayileşmeye adımlarını atan ülkemizde insanın bin bir türlü halini yazdı.

Yalın, hızlı, akıcı bir dil kullanıyordu Orhan Kemal. Kahramanlarının psikolojilerinin diyaloglarla, olayların akışı içinde anlatmayı seçmişti. Kafalarını tek bir biçemle bozmuş, kimi çok bilmişlerin dudak büktüğü bu üslup aslında son derece zor bir tarzdır. Orhan Kemal bunu başarmıştı. Zaten başka çaresi de yoktu. Gazetelere yazdığı öykülerin kısa olması gerekiyordu, aynı zamanda bu tarz onun edebiyata bakış açısından kaynaklanıyordu. Orhan Kemal’e göre edebiyat, dünyayı değiştirmenin araçlarından biriydi. Ama yalnızca bununla sınırlı değildi. Bu yüzden Orhan Kemal’in romanlarında keder kadar neşe de yer alır. Trajik öykülerin yanı sıra, “Tersine” dünya gibi komik yapıtları da vardır. “Murteza”da olduğu gibi yapıtlarında hicivi kullanmaktan da çekinmemiştir. Kendi sözleriyle o, “İnsanlığın, insanlık tarafından, insanlık için yönetilmesi çabası adına sanat,” yapsa da edebiyatın çok işlevliliğini hiçbir zaman gözardı etmemiştir.

Orhan Kemal’i sayıyla anarken, onun gerçek değerinin mutlaka anlaşılması gerektiğini, bunun büyük yazara bir vefa borcu olduğu için değil, edebiyat kültürümüzün güdük kalmaması, zenginliğinin, çeşitliliğinin, derinliliğinin yok olmaması için gerekli olduğunu düşünüyorum.

- (1) Politika Gazetesi 3 Haziran 1976

- (2) Nâzım Hikmet’le Üçbuçuk Yıl/Orhan Kemal Tekin Yay. S. 28-32.

- (3) Yazko Somut Yıl:3 Sayı:44.

 

     
   
     
   
     
   

[email protected]