Ana Sayfa      
         

   

Blogcu.Com - Nigar Ozafacan - 23.11.2010

     
          

 

BİR TOPLUMUN AYNASI; ORHAN KEMAL

 


1938 yılında “Maksim Gorki ve Nazım Hikmet kitapları okumak”, dolayısıyla da “düzene isyan” suçundan Bursa Hapishanesi’nin 52’inci koğuşuna düşmeseydi yolu, Türk edebiyatımızdan bir Orhan Kemal geçer miydi acaba? 52’inci koğuş deyip de geçmeyin! O koğuş, Nazım Hikmet’in koğuşudur. Kemal Tahir, Sabahattin Âli gibi iki büyük yazarın da yetiştiği o koğuş, bir edebiyat okuludur aslında. Orhan Kemal de o okulun son öğrencisidir.
Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü’dür. 1’ici Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılının 15 Eylül’ünde Adana’da doğar. Avukat olan babası Abdülkadir Bey, ilk Büyük millet Meclisi’ne Kastamonu mebusu seçilir ve Adalet Bakanlığı’na getirilir. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin çok partili rejime geçmek için ilk denemelerinin yapıldığı bu yıllar, sıkıntılıdır ve bu sıkıntılar Abdülkadir Bey’i de etkiler. Neredeyse tüm istiklal mahkemelerinde yargılanır. 1930 yılında, olan bitenden ötürü yaşadığı öldürülme korkusuyla Beyrut’a kaçmak zorunda kalır. Yanında, o sıralarda bir ortaokul öğrencisi olan oğlu da vardır. Öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalan Orhan Kemal, burada matbaa işçiliği ve bulaşıkçılık yapar. Orhan Kemal o yıllarını kendi kaleminden şöyle anlatır;
“Beyrut’ta Fıstıklı tarafında oturuyorduk. Lübnan tebaası olmadığımız için, babama avukatlık yaptırmıyorlardı. Babam da annemin bileziklerini bozdurdu, on altın lira sermayeyle, Burç Meydanı’na çıkan aralıklardan birisinde, yüksek bir apartmanın altında, küçük bir lokanta açtı. Babam lokantaya pek uğramazdı. Yemekleri Süreyya adında bir Türk mültecisi pişirir, Niyazi’yle ben de lokantanın garsonluğuyla bulaşıkçılığını yapardık. On yedi yasındaydım ve hayatimin bu tarzından çok memnundum. Memleket, futbol, Cin Memet ve ötekiler silinmişti. Ortalık yeni yeni ağarmaya baslarken, Niyazi’yle birlikte evden çıkardık. O saatte Beyrut’un yeşil tramvayları bile seyrek islerdi. Yalnız isçiler, o, dünyanın her tarafında, herkesten az uyuyan, kadınlı erkekli çoluklu çocuklu kalabalık, onlar kümeler halinde ve yollarda olurlardı. Aralarına katılırdık... Tıpkı onlar gibi, ceketlerimiz omuzlarımızda, onların bastıkları parkelere basmak gururu içinde, is güç sahibi insanlardık.”
1932 yılında Adana’ya dönen Orhan Kemal, buradaki Mili Mensucat Fabrikası’nda işçilik ve kâtiplik yapar. Birkaç yıl sonra ise fabrikadaki işçilerden biri olan Nuriye Hanım ile evlenir. Gerek Beyrut’taki birikimleri, gerekse de fabrikadaki işçilerle olan kopmaz bağı, ilerideki edebiyat yaşamının tamamına yön verecektir.
Niğde’de askerliğini yaparken, 1938 yılında tutuklanır. Tutuklanma gerekçesi ise “Maksim Gorki ve Nazım Hikmet kitapları okumak” ile “yabancı rejimler lehine propaganda yapmak ve isyana muharrik”tir. Ve böylelikle uğruna hapis yattığı Nazım ile can yoldaşlığı yapacağı 5 yıllık mahkûmiyeti başlar. Kayseri ve Adana cezaevlerinin ardından gittiği Bursa Hapishanesi’nde 1940 yılında tanışır Orhan Kemal Nazım Hikmet ile. Cezaevi müdürünün odasındaki tanışma anını ise şöyle anlatır;
“Müdürün oda kapısında çevik bir gıcırtı, kapı açıldı. Nefesimi kesmiş, gözlerimi kısmıştım. Bir heykel sükûnu içinde, azametli bir mermer heykel bekliyordum. Bir an yüz yüze geliyoruz, sonra göz göze… Mavi mavi gülüyordu. Bu gülüş muhakkak ki bir çocuğu hatırlatıyor. Temiz, taze, sıhhatli ve dost! Bir lahza şaşkın, bekledi. Galiba ne yapması lazım geldiğini ölçtü yahut tanış bir yüz aradı. Sonra gözüne Necati ilişti herhalde, ona doğru yürümeye hazırlanırken, Necati ona doğru koştu ve beni tanıttı. El sıkıştık. Ayaklarının topuklarını hazır oldaki bir er gibi birleştirerek, kendisini teşrifata zorladığı aşikâr bir tarzda gülümseyerek: -‘Ben Nazım Hikmet’ dedi.”
Buradaki su götürmez gerçek, Nazım’ın Orhan Kemal’in edebiyat yaşamına yön vermiş olmasıdır. O zamana kadar şiir üzerine çalışmalar yapan Orhan Kemal’i düz yazıya ve öykücülüğe yönlendiren Nazım’dır. Üstelik sadece edebi olarak yönlendirmekle de kalmaz Orhan Kemal’i, ona Fransızca, edebiyat, felsefe ve siyaset dersleri verir. Orhan Kemal, büyük bir hevesle şiirlerini ilk olarak okuttuğu zaman Nazım’a, “berbat” yanıtını alır. Buna rağmen Nazım, Orhan Kemal’in henüz yazmaya başladığı bir romanın girişini okuduğunda, heyecanla yanına koşar ve bunu onun yazıp yazmadığını sorar. Orhan Kemal, utangaç bir şekilde onayladığında da “Üstadım, sen roman yaz, hikâye yaz! Şiirden vazgeç!” öğüdünü alır.
Yazın serüveni böylece başlar ve ilk yazılarında Orhan Raşit takma adını kullanır. İkdam Gazetesi’nde 1942 yılında yazdığı “Asma Çubuğu” adlı öyküde ise ilk kez Orhan Kemal imzasını atar. Bir yıl sonra tahliye olduğunda, Adana’ya dönerek çeşitli işlerde çalışır, hamallık ve amelelik yapar. Yaşamı sürüyordur, ancak ne Bursa Hapishanesi’ni ne de Nazım Hikmet’i unutabilecektir. Bu sıralarda doğan ilk çocuğuna da Nazım adını verir. Artık iyiden iyiye kalemi ile para kazanmaya başlamıştır. Adana’daki çeşitli derneklerin tüm yazım işlerini o yürütüyordur. Ta ki Demokrat Parti iktidarına kadar. 1950 yılında tüm bu işlerine birdenbire son verilir. İstanbul’a göçmesine bir türlü izin vermeyen babası da ölünce, daha fazla kalmaz Adana’da. Ailesiyle birlikte İstanbul’a gelirler ve geçimini kitaplarıyla kazanmaya başlar. Aslında Rus yazar Dostoyevski ile benzeştirilen yönü de budur; ikisinin de para kazanmak için yazması. Buna rağmen sürekli bir ekonomik buhranla geçer ömrü. “Kardeş Payı” adlı öyküsüyle 1958 yılında “Sait Faik Roman Ödülü”nü kazanır. Artık edebi çevrelerde iyiden iyiye tanınmaya başlamıştır. 1966’da bir ihbar üzerine “hücre çalışması ve komünizm propagandası” yaptığı gerekçesiyle iki arkadaşı ile birlikte tutuklanır. Kısa bir süre sonra ise suç teşkil edecek bir durum olmadığı gerekçesiyle serbest bırakılır. Orhan Kemal’in “72. Koğuş” adlı oyunu, 1967 yılında Ankara Sanat Tiyatrosu tarafından sahnelenir ve aynı yıl kendisine en iyi oyun yazarı ödülü verilir. 1970 yılında, Bulgar Yazarlar Birliği’nin daveti üzerine Sofya’ya gider ve rahatsızlanarak hastaneye kaldırılır. 2 Haziran 1970 yılında ise yurdundan uzakta yitirir yaşamını.
Orhan Kemal, 2’inci Dünya Savaşı’nın, o kara bulutlarını Türkiye üzerine de saldığı yıllarda girdi edebiyat dünyamıza. O yıllarda toplumcu çizgisiyle ön plana çıkan Sabahattin Âli’nin yanında yer alarak, bu çizgiyi ilerletti. Her gün otobüste karşılaştığımız, kaldırımda yürürken gülümsediğimiz, işyerinde omuz verdiğimiz ya da gazete sayfalarında okuduğumuz gözlerin yazarıydı Orhan Kemal. Kimi çevrelerce, anılarının ağırlığından kurtulamamış olmasıyla eleştirildi zaman zaman eserleri. Oysa Orhan Kemal’in yaptığı, sıradan yaşamları sözcüklerle farklılaştırmaktı. Olmayan bir şeyi yazmadı, kurgu yapmadı, abartmadı… “Ekmek kavgası, kavgaların en zorudur” dedi örneğin. Yeni bir şey de değildi bu söylediği. Sadece bilinen bir gerçeğin, yüzümüze vurulan yumruğuydu.
Öykülerinin birçoğunda tema olarak “ekonomi”yi seçti kendisine. Neredeyse bütün öykülerinde ekmek peşinde koşan karakterleri kahramanlaştırdı. Öykülerindeki, huzuru ve ritmi bozulmuş aileleri bu hale getiren yoksulluktu. Babalara içki içiren, yanlış yollara sürükleyen de yoksulluktu, kadınları yanlış yollara sürükleyen de… Öykülerindeki çocuklar da yoksulluk nedeniyle okulu bırakmış, çalışmak zorunda kalmışlardı. Pek çok kahramanı, işini kaybetme korkusuyla ya da işsizlikle karşı karşıydı. Kısacası, yapıtlarında Türkiye’nin “bozuk düzen”ini resmetti. Kendi halinde, namuslu, dürüst, çalışkan insanlar bir tarafta; üçkâğıtçı, işbilir ve zengin insanlar diğer taraftaydı. Geçimini Çukurova’nın bereketli topraklarından sağlamaya çalışan köylüler de onun kahramanlarıydı. Başarısının sırrı ise diyaloglarındaki sarsıcı gerçeklik ve sağlam karakterleri arasındaki bağdı.
Yazı başı çalışan bir yazı işçisi olan Orhan Kemal, yaşamını ve sanatını birbirinden ayırmadan, sanatın içine yaşamı sokarak bir ömrü geçirmiştir. Yaşama kaygısıyla o kadar çok yazmıştır ki, o da bu aceleciliğinin farkındadır ve dönüp arkasına bakma şansı olmasa da yeniden başlamayı istemiştir hep; “Elime şöyle biraz para geçse, kira tencere derdi olmasa, bir de çocuklar okuyup kendilerini kurtarsalar, ilk işim bütün yazdıklarımı yeniden yazmak olacak.”
Orhan Kemal için söylenebilecek en önemli şey, Türk edebiyatının en içtenlikli yazarı olduğu. Nazım Hikmet’in deyişiyle bu “yarı aydın” Anadolulu, Türk insanının yaşayışından beslenmiş ve öykü dünyasına çakılı bir yıldız olmayı başarmıştır.

     
   
     
   
     
   

[email protected]