|
Orhan Kemal’in beni çok
etkileyen ifadeleriyle başlayalım istiyorum sohbete: “İnandığım
doğruların adamı oldum. Böyle yaşadım, karınca kararınca bu
doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma
hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir...”diyor. Bu kendi
beyanı. Biz bunlarla, yani kendi ağzından işittiklerimizle, romancı
ve öykücü kişiliğiyle ve elbet kavgasıyla tanıyor, biliyoruz Orhan
Kemal’i. Fakat Orhan Kemal’i bir de oğlundan dinleyelim istedik…
O söz şu anda müzede de yazılı.
Orhan Kemal, 15 Eylül 1914’te Ceyhan’da dünyaya gelmiş. Babası I.
Dünya Savaşı’nda o sırada Çanakkale Cephesinde topçu subayı. Ve
kendi dedesi oğlunun doğduğunu babasına bir telgraf ile bildiriyor.
O telgrafın metni de Baba Evi’nin girişindedir: ‘Ben de dehr’in
sitemin çekmeğe geldim dehr’e’. Yani dünyanın sıkıntısını çekmeye
geldim dünyaya. Gerçekten işte 56 yıllık ömrü böyle sıkıntılarla
geçiyor ki o söz o açıdan da çok çok önemli. Çünkü kendisi halkın
yanında durduğu için bir bedel ödetiyorlar. O ödetilen bedelden
dolayı hiçbir zaman şikâyetçi olmadı. Çünkü o, kalemiyle bu
mücadeleye atılmış bir insan. Belki de büyük mirası da o söz. Bu
aslında belki günümüzde de şiar olacak bir söz. Tabi bunu biz şiar
ediniyoruz da maalesef herkes edinmiyor. O açıdan Orhan Kemal’in
halkın yanında durması halk ile birlikte bu çalışmaları halk için
yapmış olması onu tabi ki 42 yıl sonra da yaşatıyor. Ona birtakım
sıkıntılar çektiren çeşitli kurumlar, kişiler bugün anılmıyorlar
bile. Ama Orhan Kemal var, bundan sonra da olacak. Ben olsam da
olmasam da olacak.
Ben ona 13 yıl tanıklık ettim.
Onun çektiği sıkıntıların çoğunu ben de çektim, ben de yaşadım. Hiç
olmazsa ölümünden sonra anısının geleceğe taşınmasında biz bir katkı
verebiliyorsak ne mutlu… Sadece aile açısından değil Türk toplumu
için de Orhan Kemal’in veya o dönemin tüm toplumcu gerçekçi
yazarlarının çok önemli mesajları, duruşları var. Yani her şeyden
önce halkın sıkıntılarını kimse söylemezken onlar söylemişler. Tabii
ki ilk söyledikleri için de klasikler arasına girmişler. Kolayı yok
muydu bu işin? Tabi ki vardı. Bunları irdelemez ve söz etmezdiniz.
Orhan Kemal’in kitaplarının her birinde belli birtakım toplumsal
mesajlar, çözümler var. Sorunları dert edinmiş çağdaş bir sanatçı.
‘Dert
edinme’nin üzerinde duralım biraz dilerseniz burada. Orhan Kemal’in
yaptığı bir içeriden müdahale bana kalırsa. Aslında dillendirdiği
kendi kavgası da, kendi mücadelesi de aynı zamanda. Bir başkasının
yarasından söz etmiyor belki de… Kendisi de taşıyor o yarayı ve
Orhan Kemal’i bunca sahici kılan da o belki. İşte ‘dert edinmek’
meselesi tam da buraya denk geliyor sanırım. Başka türlü bir şey
anlatamazdı gibi geliyor bana, o yarayı unutup… Yanılıyor muyum?
Onun bir söylemi var: “Ben, en
iyi bildiğim konuları yazıyorum.” diyor. Halkı çok iyi biliyor.
Çünkü halk ile birlikte, halkın arasında. Onu bir takım zengin
kişilerin sofralarında göremezsiniz. Üç-beş arkadaşıyla Sirkeci’de
Adana kebap evinde oturup günlük olayları konuşur. Ya da esnaf
kahvelerinde oturur; mesela onun Cağaloğlu’nda gittiği Meserret
Kahvesi, İkbal Kahvesi var. Hem arkadaşlarıyla hem bütün kahve
müdavimleriyle birlikte o gün olan olaylar konuşuluyor. Edebiyat,
hayat konuşuluyor. Hayatın içinde olan bir yazarın, hayattan
kopmaması için zaten halkın içinde olması lazım. Eserlerinin bu
kadar candan, bu kadar güncel, bu kadar olayların içinde olması da
bundandır… Yani, siz okuduğunuz zaman o hayatın içindesiniz. Yan
komşunuz veya sokakta tanıdığınız amca, dede, başka bir emekli, bir
işçi, işçinin sorunu, onların küçük hayalleri. Çok büyük hayaller de
değil; çünkü o insanların renkli hayatı içinde bir gaz ocağı her
şeye bedel, bir radyo çok önemli. Bunlar çok ufak şeyler. Ama öyle
bir yaşam temposunun içindeki bu insanlar onlara bile kavuşmak için
çok zorlanıyorlar.
Tam da burada bir şey
soracağım size. Orhan Kemal, insanı içerisinde bulunduğu koşullarla
birlikte değerlendiren, iyi bir gözlemci ve çok da iyi bir romancı.
İnsandaki töze kıymet veriyor daha ziyade. Çevresel koşulların o
kişilerin sahip olduğu cevherin ortaya çıkarılmasının önünde bir
engel olduğu iddiasında. Bu yüzden insana, insanın tözüne kıymet
veren bir yazar. Günlük yaşantısını da bu inancı mı biçimlendirirdi
peki? İnsan ilişkileri nasıldı örneğin?
Orhan Kemal, şu anda çıkıp gelse
siz, çok iddialı konuşuyorum ‘Orhan Ağabey’ diye koluna girerdiniz.
Bu kadar sıcak, bu kadar pozitif, ortamı bir anda esprilerle
dolduran, size takılan, hoş şeyler söyleyen. Benim aklımdaki resim
o. Pek çok arkadaşı da zaten bunu hep ifade ediyorlar. Bakın Semih
Balcıoğlu’nun anlattığı bir örnek var. Der ki: “Baban İkbal
Kahvesi’ne geldiği zaman, onun bir yeri vardı, oraya geçerdi. Biraz
sonra onu tanıyan tanımayan herkes bir tabure alıp yanına geçerdi.”
Bir an espriler, günlük birtakım
olaylar konuşulup, ciddi hava bir anda kahkahalarla kırılıp
geçiyordu. Bir süre sonra çok iddialı tavla maçları, babam Edip
Cansever veya Muzaffer Buyrukçu ile yaptığı tavla maçları ve sanki
Fenerbahçe-Galatasaray maçı gibi taraftar topluyordu… Bakıyorsunuz,
dünya edebiyatında bir yeri olan Orhan Kemal, orada tavla oynuyor.
Bu halk ile birlikte olduğunun en net göstergesidir. Bu yüzden onu
çok seviyorlar. Hâlâ hayatta olan dostları var. Bir tanesi, Fikret
Otyam örneğin. Bu, verdiği enerjinin, o sıcaklığın sayesinde oluyor.
Bilgisi hayattan beslenmesi, belki üniversite okumuş değil; ama
hayat üniversitesi ve elbet en büyük üniversite Nâzım Hikmet
üniversitesinden gelmesi; yani böyle bir deryanın içinden gelmesi
size her şeyi çok rahat anlatabiliyor. Orhan Kemal’in de bilge ve
filozof bir yanı vardı. Birisi de çıkıp kötü bir arkadaştı demedi,
ben rastlamadım. Buna rağmen Orhan Kemal şu anda bile yeterince
incelenmedi. Ama işte bu çalışmaların pek çok kapıyı da açacağına
inanıyorum.
Peki, nasıl bir babaydı,
nasıl bir eşti Orhan Kemal? Gerçi 13 yaşında kaybettiniz babanızı
ama mutlaka vardır anımsadıklarınız…
Yazarlar, sanatçılar zor
insanlar. Onlar devamlı hayattan beslendikleri için yaratıcılığın ne
zaman ne olacağı belli değildir. Burada önemli olan unsur aslında
belki annemiz. Onu ben her zaman ailenin kahramanı olarak
nitelendiriyorum. Babamız ekmek peşinde koşuyor. Her gün mücadele
ediyorsunuz. İşte kendi deyimiyle bir gazete tefrika için sipariş
veriyor, onu yerine getiriyor, senaryo yazıyor. Bunların hepsi o
hayat temposu içinde bir uğraş, tabi evde çoluk çocuk var. Bunların
yönlendirilmesi anneye ait oluyor. Bu yazı çizi dışında siyasi bir
duruşunuz var. Bir de takip altındasınız. Orhan Kemal sadece yazma
çizme değil, o tür yönde de devamlı baskı altında. Kadın olarak bir
de buna karşı da mücadele ediyor. İkide bir babanız hapiste. Tabii
aileyi toparlayacak, dayanışmayı sağlayacak bir güç olması gerek.
Annem gerçekten babamın yanında duran güçlü kişidir ki babam da
bunun bilincindeydi.
‘Cemile’,
onun için yazdığı kitaptır. Kitabın ikinci baskısında kitaba annem
için şöyle yazmış, “yıllardır kahrımı çekmekten usanıp yorulmayan
cefakâr karıma”. Gerçekten cefa çekmiştir, yılmamıştır. Annem
gerçekten, çok bir şey istemeden sadece kocasının, çocuklarının
yanında durmak adına bu duruşu sergilemiştir. Bu yüzden babama bu
tür bir soru sorulduğunda annemin de çok önemli olduğunu
vurguluyorum.
1951’de İstanbul’a göç… Ve o
tarihten sonra yalnızca kalemiyle geçinmeye başlıyor Orhan Kemal.
Peki, İstanbul ile arası nasıl? Sanıyorum “Kötü Yol” romanında,
İstanbul’un, uçurumun kenarına çağıran hayli davetkar bir çiçek
olduğundan ve daha sonra uçurumdan aşağı düşüşünüzü yalnızca
seyretmekle yetindiğinden söz ediyordu. Nasıldı arası İstanbul ile?
1951 baharında çoluk çocuk
İstanbul’a göç edilir. İstanbul; basının, edebiyatın, kültürün bir
yerde beşiği. İstanbul’da pek çok dostu, arkadaşı var babamın da.
Yayın dünyası burada. Babası da 1949’da öldükten sonra dayanacağı
kişi de kalkınca babam artık İstanbul’a adeta itildiğinden söz
ediyordu. Önce Beyoğlu’nun Tarlabaşı semtinde, Bursa Cezaevi’nde
beraber kaldıkları İzzet abi, onun kaldığı evin iki odasında
kalıyorlar. Daha sonra Fener’e geçiyorlar. Tabii babam sürekli
yazıyor ama her yazdığı para olmuyor ki. Bir mektubunda Otyam’a
yazıyor: “Cağaloğlu’nda yürüyorum”, diyor “Remzi Kitabevi var, bu
kadar kitap yazmışız”, diyor, bekliyor Remzi Kitabevi’nin sahibi
“Ooo, Orhan Bey, buyurun gelin, yeni eserleriniz var mı, hemen
verin, alalım, basalım, paranızı da buyurun,” denilmesini bekliyor,
fakat öyle bir hareket yok. Buna çok üzülüyor.
Babam, bugünün yazarları ile
kıyaslanmayacak mütevazılıkta. Tabii yine o kuşak yazarlar var onlar
hala sessiz bir kenarda oturup sadece ürünlerini meydana
çıkarıyorlar. Ama günümüzde tanıtım esas biliyorsunuz. Bir kitabı
duyurmak için her türlü medya çalışmasını yapıyorsunuz.
Tanıtmazsanız, duyuramazsanız.
Orhan Kemal, yalnızca iyi bir
romancı değil. Belki diğer tüm toplumcu gerçekçi yazarlar gibi, bir
dönemin de aynası aynı zamanda yazdıklarıyla. Bir okul görevi de
üstleniyor bu yanıyla. Bilhassa işçi sınıfı için bana kalırsa. Çünkü
söylemiş, anlatmış olmakla kalmıyor, aynı zamanda yol da gösteriyor.
Buna rağmen belki hak ettiği değeri bugün bile henüz görebilmiş
değil… Ne dersiniz?
Bugün aslında şey için de
geçerli; yani her ne kadar güçleri kaybettirilse de mesela
sendikalar hala var; ama sendikalar kendi aralarında bu kitapları
yaygınlaştırıp okutmuyorlar. Kendi üyelerine gidip yayınevinden
belli indirimlerle alıp üyelerine bunları iki-üç ayda bir belli
kitapları hediye etmeleri, okunmalarını sağlamalılar. Bir destek ise
bu olmalı. Bu çok önemli bir şey. Bizim görünür kılmamızın bir yerde
sonuçları bu olmalı. Okunmalı… Herkes Orhan Kemal’in adını biliyor,
herkes “Murtaza”yı biliyor, ne bileyim dizi olarak “Hanımın
Çiftliği”nden biliyor; ama okumamış. Bir okusa zaten hayatı, bakışı
değişiyor. Günümüzün bazı sıkıntılarına karşı iyimserliği oluşuyor,
hayata umutla asılıyor. Orhan Kemal’in kitapları bir nevi ilaç.
Panik yok, sıkıntı yok, olumlu görebiliyorsunuz. Elbette o
kitaplarda sıkıntı var, yazar bir şey anlatmak istiyor, orada bir
cümlede bir şey söylüyor, onu yakalamak çok önemli. Orhan Kemal
hayatta kalma savaşını yazıyor. İstanbul’a karşı çok büyük bir
sevgisi var. Buradaki küçük insanlar onun kaleminde birer kahraman
olarak eserlerine giriyor. O karakterler, hepimiziz aslında.
‘BİR İYİLİK USTASI’
Çok mütevazı bir yazar
olduğundan söz ettiniz. Bunu söyleyen tek kişi siz değilsiniz. İyi
insanlığından, iyi adamlığından, iyi romancılığı kadar söz eden var
ki şair Ahmet Güntan bunlardan bir tanesi. Haberdarsınızdır büyük
olasılıkla... Orhan Kemal’in iyi kalpli bir yazar olduğunu ve
bilinenin aksine iyi bir yazar olmak için iyi de bir kalp taşımak
gerektiğini söyler Güntan. Ve bugün zekâsını yenmiş, iyi kalpli
yazarlara gereksindiğimiz iddiasındadır. Dahası, Orhan Kemal’in de
zekâsını yenen büyük bir yazar olduğunu söyler. Ne dersiniz bu
konuda?
Zaten iyi yürekli olmasaydı, o
kişileri, hatta o kişilerin sorunlarını gündeme getirmezdi. Kendi
çıkarlarının peşinden yürür giderdi. Bunu o dönemde de şimdi de
yapan çok insan var tabii. Burada Haydar Ergülen de ona ‘iyilik
ustası’ der ve mesela Türkiye İşçi Partisi’ni Türkiye İyilik Partisi
olarak değiştirir ve önderlerinden birisi olarak Orhan Kemal’i
gösterir. İyilik, sadece ‘ben çok iyi bir yazarım’, demekle değil, o
insanların sıkıntısının ‘niçin’ini çok iyi bilmek ve çözmekle
mümkün. Bakın okuyucu samimiyeti hemen anlar. O satırlarda samimiyet
var. Onun yanında duran, onun sorununu devamlı irdeleyen, anlatan
bir iyi yürek insanı olduğunu biliyor okuyucu ve bu sayede babamın
romanları okuyucu ile buluşuyor. Bu bir yürek ve sevgi birliği.
İhanet etmiyor, onları satmıyor. İnsanız elbette hepimizin iyi ve
kötü yanları var. Hiçbirini öne çıkarmadan bütün o insan mozaiğini
anlatıyor. Hiçbirimiz doğru insan değiliz aslında. Hepimizde
yanlışlıklar var. İşte bunların hepsini yazar bir estetik bakış ve
yazışla anlatıyor. Siz bazen arkadaşını gammazlayan, arkadaşını
satan, yükselmek için onun sırtına basan insana bile kızamıyorsunuz.
Onun o hâle gelmesinde ötekinin de suçu olduğunu çok iyi anlatıyor.
İşte bu kelimelerin sihirbazı yazarımız, ‘tanrı yazarlar’ dedikleri
yazarlardan bir tanesine sahibiz.
Çok sayıda edebiyatçının
Orhan Kemal ile ilgili değerlendirmelerinden biri de bilgece bir
tavrı olduğu yönünde. Başka bir yerden hayata baktığı iddiasındalar.
Kabul edersek bunu, bilgeliğinden söz edilen bu adam sizin
babanızdı. Bir romancı olmaktan çok, babanız olarak size de kattığı
çok şey olmuştur mutlaka değil mi? Küçük yaşta babayı kaybetmek
güç. Baba, bir yerde güvendir, dayanağınızdır. Tabii 1970’den sonra
annem hem babalık hem annelik yaptı bize. Ama baba başka bir
figürdür. Babanızla siyaset de konuşursunuz, bilim de, hayatı da
konuşursunuz. Annenizle konuşacağınız şeyler çok daha farklıdır.
Orhan Kemal duruşuyla, davranışıyla kendine bir yol açmıştır ve hiç
kimse elinden tutmadan yapmıştır bunu. Sadece yürümüştür o, hala da
sürüyor yürüyüşü. Orhan Kemal, kendi yolunu kendisi açmıştır ve Türk
edebiyatında çok önemli bir yerdedir.
Ben onu böyle görüyorum.
Hepimizin bir hazinesi sandığı açtık içinden bir iki şey aldık
sadece. Belki bizlerden sonra değerlendirmeler yapacaklar, Orhan
Kemal belki o zaman çok daha farklı bir yerde olacak. Şimdi ayın
beşinde Adana’da çok güzel bir parkta Yaşar Kemal, Abidin Dino ve
Orhan Kemal’in heykeli yapıldı ve açılacak. Belki bir gün daha büyük
heykeller yapılacak, bir kültür adamının, yeri çok daha farklı
yerlerde olacak ve ben öyle düşünüyorum. Ben Orhan Kemal’i bir
amiral gemisi olarak görüyorum. O diğer bütün yazarların ve Türk
edebiyatının önünü açıyor. Çünkü küçük insanları, halkı, hayatı
anlatıyor. Yabancı ülkede okuyan insanlar Türk edebiyatını Orhan
Kemal ile tanımaya başlıyorlarsa arkasından bütün kitapları da bütün
yazarları da okurlar.
“NAZIM
HİKMET BANA, BAKMASINI ÖĞRETTİ.”
Nâzım Hikmet ve dostlukları.
Ne tuhaftır ki hüküm giymesine sebebiyet veren şairle Bursa
Cezaevi’nde karşılaşır. Dahası koğuş arkadaşı olurlar. Nasıl
anlatırdı Nâzım Usta’yı?
O konuda da şanssızım işte.
Ondan, dostluklarını hiç dinleyemedim; ama babamın hepimize miras
bıraktığı ‘Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl’, bu anı kitabını, hem onun
tuttuğu günlükleri hem mektuplarından bazı örnekleri koyarak biraz
daha genişlettim. Müthiş bir dostluğu, müthiş bir sevgiyi, Nâzım
Hikmet’in sıcaklığını anlatan bir kitap.
Askerliği sırasında Nâzım
Hikmet’in şiirlerini okuması, onun şiirlerini takdir etmesi, Niğde
Kütüphanesi’ne gidip ‘Neden Nâzım Hikmet’in kitapları kütüphanenizde
yok?’ demesi, bunların hepsi ona beş yıllık bir mahkûmiyeti
getiriyor, o dönemin ceza yasasının 94. maddesine istinaden. Tabi ki
babam bir gün Nâzım Hikmet ile 52. Koğuşta yatacağını bilmiyordu.
Ama işte en son Adana Cezaevi’nden Bursa Cezaevi’ne nakledildikten
sonra hayatına yine mahkûm olarak devam ediyor. İşte Nâzım Hikmet
Bursa Cezaevi’ne geldiğinde eski mahkûmlar etrafını sarıyorlar.
Hapishanenin şairi var diye babamı takdim ediyorlar. Babamın
karşısına geçtiği zaman Nâzım Hikmet, ‘Ben Nâzım Hikmet.’ deyip
elini uzatıyor. Tabi bunlar babamda farklı birtakım düşüncelere
sebep oluyor. Çünkü Nâzım Hikmet onun için bir Everest, yüce bir
dağ. Aşılamayacak çok büyük bir insan olarak görüyor onu. Ama Nâzım
Hikmet sıradan bir kıyafetle gelip karşısında durunca ve tabii ki
herkesle çok candan olması, babamla yakın olması…
Elbette daha sonra Nâzım Hikmet
babamın neden içeri düştüğünü öğreniyor. Nâzım Hikmet’in genel bir
yapısı, hiçbir koğuşta yalnız kalmıyor. Birileriyle kalmak istiyor
ve babama sizinle kalabilir miyim, diyor. Babam müdüriyet izin
verirse elbette, diyor. Daha önce savcılık Bursa Cezaevi’ne telefon
ediyor. Nâzım Hikmet’i tek koğuşta yatıracaksınız, diyorlar ve
kiminle temasa geçerse kendine benzetir, diyorlar.
Cezaevinden çıktıktan sonra
Nâzım Hikmet ile bu dostlukları mektuplaşarak devam ediyor. Hatta
1944’te babam bir mektup yazıyor, Nâzım Hikmet’e. Annemin hamile
olduğundan bahsediyor. Nâzım Hikmet de kimseye sözünüz yoksa eğer
doğacak çocuk erkek olursa, bir mani teşkil etmezse benim ismimi
verin, diyor. Ve babam da 1944’te doğan abime Nâzım adını veriyor.
Babamın Nâzım Hikmet sevgisi çok farklı ki ona üstat olarak, usta
olarak hitap ediyor. Babam hep Nâzım Hikmet için şöyle der, “Nâzım
Hikmet bana bakmasını öğretti”. Babam ustasını her yerde her zaman
anmıştır. Hatta bazı kitaplarında yer alan, adı anılan o ustaları
biraz kurcalarsanız hep Nâzım Hikmet çıkar altından. Biraz bilge bir
çift laf eder, fazla bir şey söylemez, uzun uzun tiratlarda
bulunmaz, bir tek cümle söyler ve bırakır. Bu insanı aslında bir
yerlere yönlendirir. Hatta romanlarının birinde daha da ileriye
gider ve sarı saçlı, mavi gözlü diye betimleme de yapar. Bu işte
Nâzım Hikmet’i yaşatan davranışlardır. Babamın ilk çıkan ‘Baba
Evi’ni ardından hemen çıkan öykü kitabı ‘Ekmek Kavgası’nı Nâzım
Hikmet’e göndermiş ve Nâzım Hikmet mektuplar ile bu kitapların
eleştirileri yapmış. Bursa Cezaevi’nden bile öğrencisine, çırağına
yol göstermiş. Biliyorsunuz 1950’de Nâzım Hikmet serbest kalıyor,
bizimkiler Nisan ‘51’de İstanbul’a geliyorlar. Haziranın ilk
pazarında Nâzım Hikmet evinde ve daha sonra da sanıyorum Moda
Parkı’nda veya Yoğurtçu Parkı’nda iki aile buluşuyor. Bütün pazarı
beraber geçiriyorlar ve bir hafta sonra Nâzım Hikmet bir daha geri
dönmemek üzere gidiyor. Ve 1963 yılında babam radyo dinlerken Nâzım
Hikmet’in ölüm haberini aldığında hüngür hüngür ağlamış.
Peki, Orhan Kemal’in adını
yaşatabilmek için bugün neler yapıyorsunuz?
Şimdi elimizde, daha doğrusu
arşivlerde kalan her türlü belgeyi paylaşmak için çıkarıyorum. Yeni
bir kitap daha hazırladım yayınevine verdim, bu kitabın da adı
‘Zamana Karşı Orhan Kemal’. Onun eserleriyle ilgili yapılan
eleştirileri derledim. Ama daha çok onu yerden yere vuran
eleştirileri tercih ettim. Kısaca Orhan Kemal’i de eleştirmişler.
Övgü yapanlarında mesela bilinen isimleri aldım, Oktay Akbal, Fethi
Naci. Bu tür isimler genellikle okuduğunuz zaman size de katkıda
bulunur, Orhan Kemal’in ne taraftan okunması gerektiğini de söyler,
yardımcı olur.
Tüm bunlar, bir amaca hizmet
ediyor. Çünkü 2014 yılı, Orhan Kemal’in yüzüncü yaşının kutlanacağı
yıl. Biz babamın doğum gününü sağlığında hiç kutlayamadık. O açıdan,
yüzüncü yaşını çok büyük bir coşkuyla kutlayalım istiyoruz. Bu
bağlamda Kültür Bakanlığı’na bir yazı yazdım. On sekiz maddelik bir
öneriler bütünü… 2014 yılı için neler yapılabileceğini kapsayan…
Orhan Kemal, yabancı dillere en çok çevrilen Türk romancı. Bu
sebeple bir UNESCO başvurusu dahi yapılabilir. Uluslararası anlamda
Orhan Kemal yılı ilan edilmesi için. Ama tabii ailenin desteği ve
talepleri bir yere kadar.
Bir de fotoğraf albümü
düşünüyorum 2014 yılı için. Müze için çalışmalara başladığımızda
yetmişe yakın fotoğraf vardı. Şu anda üç yüz elli, dört yüze yakın
fotoğraf var elimizde. Bir diğer tasarım da Orhan Kemal’in
mektuplarını derlemek yönünde. Ona yazılan mektuplar, onun yazdığı
mektuplar… Belki hacmine göre iki kitap olarak da çıkabilir.
Böylece, arşivimizde yer alan Orhan Kemal’e ait tüm belgeleri,
bilgileri kamuoyuyla paylaşmış olacağız. Adına verilen bir ödül de
var bildiğiniz gibi. 41. si veriliyor bu yıl. Orhan Kemal Roman
Armağanı’nı kazananlar arasında, Yılmaz Güney’den Sevgi Soysal’a,
Orhan Pamuk’tan Yaşar Kemal’e kadar çok sayıda önemli isim yer
alıyor.
Bir de Beyazıt’ta Orhan Kemal İl
Halk Kütüphanesi var biliyorsunuz. Bizleri çok mutlu etmişti bu
haber. Şimdi yine 2014 yılı için talep ettiklerimiz arasında,
Çukurova Üniversitesi’nin adının Orhan Kemal Üniversitesi olarak
değiştirilmesi de yer alıyor. Sizin aracılığınızla da duyurmuş
olalım bunu. Umarım gerçekleşir.
Yine Orhan Kemal’in 100. yaşı
için hayallerimizden biri de, 2014 yılında Kültür Bakanlığı ve Milli
Eğitim Bakanlığı’nın birlikte çalışmalarıyla bir milyon kişiye Orhan
Kemal kitabı ulaştırmak.
“BİZ
İŞÇİLER HATIRAN ÖNÜNDE SAYGIYLA EĞİLİYORUZ.”
Belki sendikalarla iş birliği
de önerilebilir bu aşamada. Ne dersiniz? Çünkü ben, işçi sınıfına
ulaşmasının da önemli olduğunu düşünüyorum. Elbette bütün kesimleri
kucaklayan bir yazar. Fakat Orhan Kemal gibi bir ismin, işçi
sınıfına ulaşması da öncelenmeli gibi geliyor bana. Yaşadığı dönemde
de söz konusu sınıf tarafından sahiplenildiğini, benimsendiğini de
biliyorum çünkü. Hatta cenazesinin sınırda işçiler tarafından
karşılandığını biliyorum. Nedir olayın aslı?
Bahsettiğiniz olayın fotoğrafı
var. Ben size gösteririm müzede. Babaeski’de bir grup işçi yolumuzu
kesti. Cenaze arabası diye bir kaptıkaçtı ile geldi Bulgaristan’dan.
Konvoyda o aracı takip ediyorduk. Bir kartona kara kalemle bir yazı
yazmışlar: “Biz işçiler hatıran önünde saygıyla eğiliriz.” şeklinde.
Onu da minibüsün önüne koyduk. O fotoğraf orada çekildi, yolculuk
boyunca arabada asılı kaldı. Hala o yazı, güneşte çok solmasına
rağmen, bizim Basınköy’deki evimizde durur. Tabii ki işçi sınıfının
Orhan Kemal’in yanında durması, onun anısına sahip çıkması çok
önemli. Şişli Camii’nden cenazesi kaldırılırken hep işçiler, halk,
küçük insanlar vardı orada.
Bugün Orhan Kemal’in her yere
ulaştığını görmek çok önemli. Ben hepimizi, Orhan Kemal’in
romanlarındaki birer küçük insan, birer kahraman olarak görüyorum.
Hepimiz varız o romanlarda.
Müzeyi gezmeye başlamadan
önce, son bir soru daha sorayım istiyorum size. Orhan Kemal bugün,
ilk öykülerini yazan ve yayımlatan, henüz kalem oynatan bir yazar
olsaydı, meselesi ne olurdu sizce? Ne anlatıyor olurdu, daha çok
nelerden şikâyetçi olurdu?
Bizim sorunlarımız herhalde daha
bitmedi. O sorunlarımızı yeniden irdeleyip yazardı. Tabii ki çağa
uygun bir şeyler bulurdu. Yani bugün belki kâğıt toplayan bir adamı
yazacaktı. Pek çok sıkıntı çekmiş bir insandı. Yönetimde, idaredeyse
sıkıntı, mutlaka onu da eleştirecek bir şeyler yazardı. Çünkü babam
hep şöyle derdi: “Tek parti döneminde çektim. Demokrat Parti
döneminde yine çektim. Milli Birlik Komitesi döneminde yine çektim.
Adalet Partisi döneminde yine çektim.” Yani o hep muzır. Çünkü o bir
sanatçı. Sanatçı dediğin eleştirecek, hiçbir zaman iktidara
yanaşmayacak. Yanlışlarını gösterecek, yazacak. Bugün sizler, bizler
neyi görüyorsak, o da bunları görür ve yazardı. Ama tabii bunu bir
romancı gözüyle, bir estetik anlayışla, insanı düşünceye sevk eder
biçimde verecekti mutlaka. Çünkü o, hiçbir zaman çıkıp size akıl
vermez. Roman devam ederken sizin beyninizi öyle bir işletir ki,
aynı yere, onun varmanızı istediği yere gelirsiniz.
Rahmetli Türkel Minibaş, İktisat
fakültesindeki derslerinde Orhan Kemal’in “Eskici ve Oğulları” adlı
romanını ders olarak okuturdu. Globalizmi, bugünkü dünyayı anlamak
için bu romanı okumanın şart olduğuna inanırdı. Orhan Kemal, o
romanında, nerede olduğumuzu anlattığı gibi, nerede olacağımızı da
anlatmıştı. Dolayısıyla, bugün hayatta olsaydı, yine, hükümete,
yönetime yanlış yapılanı eleştirir, onları söyler ve anlatırdı.
|