Ana Sayfa

 
 

Birgün Pazar - Işık Öğütçü/D.Gülçin Erdem - 3 Haziran 2012

 

 

BEN DE DEHR’İN SİTEMİN ÇEKMEĞE GELDİM DEHR’E…

 

          
 


 

Orhan Kemal’in beni çok etkileyen ifadeleriyle başlayalım istiyorum sohbete: “İnandığım doğruların adamı oldum. Böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir...”diyor. Bu kendi beyanı. Biz bunlarla, yani kendi ağzından işittiklerimizle, romancı ve öykücü kişiliğiyle ve elbet kavgasıyla tanıyor, biliyoruz Orhan Kemal’i. Fakat Orhan Kemal’i bir de oğlundan dinleyelim istedik…

O söz şu anda müzede de yazılı. Orhan Kemal, 15 Eylül 1914’te Ceyhan’da dünyaya gelmiş. Babası I. Dünya Savaşı’nda o sırada Çanakkale Cephesinde topçu subayı. Ve kendi dedesi oğlunun doğduğunu babasına bir telgraf ile bildiriyor. O telgrafın metni de Baba Evi’nin girişindedir: ‘Ben de dehr’in sitemin çekmeğe geldim dehr’e’. Yani dünyanın sıkıntısını çekmeye geldim dünyaya. Gerçekten işte 56 yıllık ömrü böyle sıkıntılarla geçiyor ki o söz o açıdan da çok çok önemli. Çünkü kendisi halkın yanında durduğu için bir bedel ödetiyorlar. O ödetilen bedelden dolayı hiçbir zaman şikâyetçi olmadı. Çünkü o, kalemiyle bu mücadeleye atılmış bir insan. Belki de büyük mirası da o söz. Bu aslında belki günümüzde de şiar olacak bir söz. Tabi bunu biz şiar ediniyoruz da maalesef herkes edinmiyor. O açıdan Orhan Kemal’in halkın yanında durması halk ile birlikte bu çalışmaları halk için yapmış olması onu tabi ki 42 yıl sonra da yaşatıyor. Ona birtakım sıkıntılar çektiren çeşitli kurumlar, kişiler bugün anılmıyorlar bile. Ama Orhan Kemal var, bundan sonra da olacak. Ben olsam da olmasam da olacak.

Ben ona 13 yıl tanıklık ettim. Onun çektiği sıkıntıların çoğunu ben de çektim, ben de yaşadım. Hiç olmazsa ölümünden sonra anısının geleceğe taşınmasında biz bir katkı verebiliyorsak ne mutlu… Sadece aile açısından değil Türk toplumu için de Orhan Kemal’in veya o dönemin tüm toplumcu gerçekçi yazarlarının çok önemli mesajları, duruşları var. Yani her şeyden önce halkın sıkıntılarını kimse söylemezken onlar söylemişler. Tabii ki ilk söyledikleri için de klasikler arasına girmişler. Kolayı yok muydu bu işin? Tabi ki vardı. Bunları irdelemez ve söz etmezdiniz. Orhan Kemal’in kitaplarının her birinde belli birtakım toplumsal mesajlar, çözümler var. Sorunları dert edinmiş çağdaş bir sanatçı.

Dert edinme’nin üzerinde duralım biraz dilerseniz burada. Orhan Kemal’in yaptığı bir içeriden müdahale bana kalırsa. Aslında dillendirdiği kendi kavgası da, kendi mücadelesi de aynı zamanda. Bir başkasının yarasından söz etmiyor belki de… Kendisi de taşıyor o yarayı ve Orhan Kemal’i bunca sahici kılan da o belki. İşte ‘dert edinmek’ meselesi tam da buraya denk geliyor sanırım. Başka türlü bir şey anlatamazdı gibi geliyor bana, o yarayı unutup… Yanılıyor muyum?

Onun bir söylemi var: “Ben, en iyi bildiğim konuları yazıyorum.” diyor. Halkı çok iyi biliyor. Çünkü halk ile birlikte, halkın arasında. Onu bir takım zengin kişilerin sofralarında göremezsiniz. Üç-beş arkadaşıyla Sirkeci’de Adana kebap evinde oturup günlük olayları konuşur. Ya da esnaf kahvelerinde oturur; mesela onun Cağaloğlu’nda gittiği Meserret Kahvesi, İkbal Kahvesi var. Hem arkadaşlarıyla hem bütün kahve müdavimleriyle birlikte o gün olan olaylar konuşuluyor. Edebiyat, hayat konuşuluyor. Hayatın içinde olan bir yazarın, hayattan kopmaması için zaten halkın içinde olması lazım. Eserlerinin bu kadar candan, bu kadar güncel, bu kadar olayların içinde olması da bundandır… Yani, siz okuduğunuz zaman o hayatın içindesiniz. Yan komşunuz veya sokakta tanıdığınız amca, dede, başka bir emekli, bir işçi, işçinin sorunu, onların küçük hayalleri. Çok büyük hayaller de değil; çünkü o insanların renkli hayatı içinde bir gaz ocağı her şeye bedel, bir radyo çok önemli. Bunlar çok ufak şeyler. Ama öyle bir yaşam temposunun içindeki bu insanlar onlara bile kavuşmak için çok zorlanıyorlar.

Tam da burada bir şey soracağım size. Orhan Kemal, insanı içerisinde bulunduğu koşullarla birlikte değerlendiren, iyi bir gözlemci ve çok da iyi bir romancı. İnsandaki töze kıymet veriyor daha ziyade. Çevresel koşulların o kişilerin sahip olduğu cevherin ortaya çıkarılmasının önünde bir engel olduğu iddiasında. Bu yüzden insana, insanın tözüne kıymet veren bir yazar. Günlük yaşantısını da bu inancı mı biçimlendirirdi peki? İnsan ilişkileri nasıldı örneğin?

Orhan Kemal, şu anda çıkıp gelse siz, çok iddialı konuşuyorum ‘Orhan Ağabey’ diye koluna girerdiniz. Bu kadar sıcak, bu kadar pozitif, ortamı bir anda esprilerle dolduran, size takılan, hoş şeyler söyleyen. Benim aklımdaki resim o. Pek çok arkadaşı da zaten bunu hep ifade ediyorlar. Bakın Semih Balcıoğlu’nun anlattığı bir örnek var. Der ki: “Baban İkbal Kahvesi’ne geldiği zaman, onun bir yeri vardı, oraya geçerdi. Biraz sonra onu tanıyan tanımayan herkes bir tabure alıp yanına geçerdi.”

Bir an espriler, günlük birtakım olaylar konuşulup, ciddi hava bir anda kahkahalarla kırılıp geçiyordu. Bir süre sonra çok iddialı tavla maçları, babam Edip Cansever veya Muzaffer Buyrukçu ile yaptığı tavla maçları ve sanki Fenerbahçe-Galatasaray maçı gibi taraftar topluyordu… Bakıyorsunuz, dünya edebiyatında bir yeri olan Orhan Kemal, orada tavla oynuyor. Bu halk ile birlikte olduğunun en net göstergesidir. Bu yüzden onu çok seviyorlar. Hâlâ hayatta olan dostları var. Bir tanesi, Fikret Otyam örneğin. Bu, verdiği enerjinin, o sıcaklığın sayesinde oluyor. Bilgisi hayattan beslenmesi, belki üniversite okumuş değil; ama hayat üniversitesi ve elbet en büyük üniversite Nâzım Hikmet üniversitesinden gelmesi; yani böyle bir deryanın içinden gelmesi size her şeyi çok rahat anlatabiliyor. Orhan Kemal’in de bilge ve filozof bir yanı vardı. Birisi de çıkıp kötü bir arkadaştı demedi, ben rastlamadım. Buna rağmen Orhan Kemal şu anda bile yeterince incelenmedi. Ama işte bu çalışmaların pek çok kapıyı da açacağına inanıyorum.

Peki, nasıl bir babaydı, nasıl bir eşti Orhan Kemal? Gerçi 13 yaşında kaybettiniz babanızı ama mutlaka vardır anımsadıklarınız…

Yazarlar, sanatçılar zor insanlar. Onlar devamlı hayattan beslendikleri için yaratıcılığın ne zaman ne olacağı belli değildir. Burada önemli olan unsur aslında belki annemiz. Onu ben her zaman ailenin kahramanı olarak nitelendiriyorum. Babamız ekmek peşinde koşuyor. Her gün mücadele ediyorsunuz. İşte kendi deyimiyle bir gazete tefrika için sipariş veriyor, onu yerine getiriyor, senaryo yazıyor. Bunların hepsi o hayat temposu içinde bir uğraş, tabi evde çoluk çocuk var. Bunların yönlendirilmesi anneye ait oluyor. Bu yazı çizi dışında siyasi bir duruşunuz var. Bir de takip altındasınız. Orhan Kemal sadece yazma çizme değil, o tür yönde de devamlı baskı altında. Kadın olarak bir de buna karşı da mücadele ediyor. İkide bir babanız hapiste. Tabii aileyi toparlayacak, dayanışmayı sağlayacak bir güç olması gerek. Annem gerçekten babamın yanında duran güçlü kişidir ki babam da bunun bilincindeydi.

Cemile’, onun için yazdığı kitaptır. Kitabın ikinci baskısında kitaba annem için şöyle yazmış, “yıllardır kahrımı çekmekten usanıp yorulmayan cefakâr karıma”. Gerçekten cefa çekmiştir, yılmamıştır. Annem gerçekten, çok bir şey istemeden sadece kocasının, çocuklarının yanında durmak adına bu duruşu sergilemiştir. Bu yüzden babama bu tür bir soru sorulduğunda annemin de çok önemli olduğunu vurguluyorum.

1951’de İstanbul’a göç… Ve o tarihten sonra yalnızca kalemiyle geçinmeye başlıyor Orhan Kemal. Peki, İstanbul ile arası nasıl? Sanıyorum “Kötü Yol” romanında, İstanbul’un, uçurumun kenarına çağıran hayli davetkar bir çiçek olduğundan ve daha sonra uçurumdan aşağı düşüşünüzü yalnızca seyretmekle yetindiğinden söz ediyordu. Nasıldı arası İstanbul ile?

1951 baharında çoluk çocuk İstanbul’a göç edilir. İstanbul; basının, edebiyatın, kültürün bir yerde beşiği. İstanbul’da pek çok dostu, arkadaşı var babamın da. Yayın dünyası burada. Babası da 1949’da öldükten sonra dayanacağı kişi de kalkınca babam artık İstanbul’a adeta itildiğinden söz ediyordu. Önce Beyoğlu’nun Tarlabaşı semtinde, Bursa Cezaevi’nde beraber kaldıkları İzzet abi, onun kaldığı evin iki odasında kalıyorlar. Daha sonra Fener’e geçiyorlar. Tabii babam sürekli yazıyor ama her yazdığı para olmuyor ki. Bir mektubunda Otyam’a yazıyor: “Cağaloğlu’nda yürüyorum”, diyor “Remzi Kitabevi var, bu kadar kitap yazmışız”, diyor, bekliyor Remzi Kitabevi’nin sahibi “Ooo, Orhan Bey, buyurun gelin, yeni eserleriniz var mı, hemen verin, alalım, basalım, paranızı da buyurun,” denilmesini bekliyor, fakat öyle bir hareket yok. Buna çok üzülüyor.

Babam, bugünün yazarları ile kıyaslanmayacak mütevazılıkta. Tabii yine o kuşak yazarlar var onlar hala sessiz bir kenarda oturup sadece ürünlerini meydana çıkarıyorlar. Ama günümüzde tanıtım esas biliyorsunuz. Bir kitabı duyurmak için her türlü medya çalışmasını yapıyorsunuz. Tanıtmazsanız, duyuramazsanız.

Orhan Kemal, yalnızca iyi bir romancı değil. Belki diğer tüm toplumcu gerçekçi yazarlar gibi, bir dönemin de aynası aynı zamanda yazdıklarıyla. Bir okul görevi de üstleniyor bu yanıyla. Bilhassa işçi sınıfı için bana kalırsa. Çünkü söylemiş, anlatmış olmakla kalmıyor, aynı zamanda yol da gösteriyor. Buna rağmen belki hak ettiği değeri bugün bile henüz görebilmiş değil… Ne dersiniz?

Bugün aslında şey için de geçerli; yani her ne kadar güçleri kaybettirilse de mesela sendikalar hala var; ama sendikalar kendi aralarında bu kitapları yaygınlaştırıp okutmuyorlar. Kendi üyelerine gidip yayınevinden belli indirimlerle alıp üyelerine bunları iki-üç ayda bir belli kitapları hediye etmeleri, okunmalarını sağlamalılar. Bir destek ise bu olmalı. Bu çok önemli bir şey. Bizim görünür kılmamızın bir yerde sonuçları bu olmalı. Okunmalı… Herkes Orhan Kemal’in adını biliyor, herkes “Murtaza”yı biliyor, ne bileyim dizi olarak “Hanımın Çiftliği”nden biliyor; ama okumamış. Bir okusa zaten hayatı, bakışı değişiyor. Günümüzün bazı sıkıntılarına karşı iyimserliği oluşuyor, hayata umutla asılıyor. Orhan Kemal’in kitapları bir nevi ilaç. Panik yok, sıkıntı yok, olumlu görebiliyorsunuz. Elbette o kitaplarda sıkıntı var, yazar bir şey anlatmak istiyor, orada bir cümlede bir şey söylüyor, onu yakalamak çok önemli. Orhan Kemal hayatta kalma savaşını yazıyor. İstanbul’a karşı çok büyük bir sevgisi var. Buradaki küçük insanlar onun kaleminde birer kahraman olarak eserlerine giriyor. O karakterler, hepimiziz aslında.


BİR İYİLİK USTASI’

Çok mütevazı bir yazar olduğundan söz ettiniz. Bunu söyleyen tek kişi siz değilsiniz. İyi insanlığından, iyi adamlığından, iyi romancılığı kadar söz eden var ki şair Ahmet Güntan bunlardan bir tanesi. Haberdarsınızdır büyük olasılıkla... Orhan Kemal’in iyi kalpli bir yazar olduğunu ve bilinenin aksine iyi bir yazar olmak için iyi de bir kalp taşımak gerektiğini söyler Güntan. Ve bugün zekâsını yenmiş, iyi kalpli yazarlara gereksindiğimiz iddiasındadır. Dahası, Orhan Kemal’in de zekâsını yenen büyük bir yazar olduğunu söyler. Ne dersiniz bu konuda?

Zaten iyi yürekli olmasaydı, o kişileri, hatta o kişilerin sorunlarını gündeme getirmezdi. Kendi çıkarlarının peşinden yürür giderdi. Bunu o dönemde de şimdi de yapan çok insan var tabii. Burada Haydar Ergülen de ona ‘iyilik ustası’ der ve mesela Türkiye İşçi Partisi’ni Türkiye İyilik Partisi olarak değiştirir ve önderlerinden birisi olarak Orhan Kemal’i gösterir. İyilik, sadece ‘ben çok iyi bir yazarım’, demekle değil, o insanların sıkıntısının ‘niçin’ini çok iyi bilmek ve çözmekle mümkün. Bakın okuyucu samimiyeti hemen anlar. O satırlarda samimiyet var. Onun yanında duran, onun sorununu devamlı irdeleyen, anlatan bir iyi yürek insanı olduğunu biliyor okuyucu ve bu sayede babamın romanları okuyucu ile buluşuyor. Bu bir yürek ve sevgi birliği. İhanet etmiyor, onları satmıyor. İnsanız elbette hepimizin iyi ve kötü yanları var. Hiçbirini öne çıkarmadan bütün o insan mozaiğini anlatıyor. Hiçbirimiz doğru insan değiliz aslında. Hepimizde yanlışlıklar var. İşte bunların hepsini yazar bir estetik bakış ve yazışla anlatıyor. Siz bazen arkadaşını gammazlayan, arkadaşını satan, yükselmek için onun sırtına basan insana bile kızamıyorsunuz. Onun o hâle gelmesinde ötekinin de suçu olduğunu çok iyi anlatıyor. İşte bu kelimelerin sihirbazı yazarımız, ‘tanrı yazarlar’ dedikleri yazarlardan bir tanesine sahibiz.

Çok sayıda edebiyatçının Orhan Kemal ile ilgili değerlendirmelerinden biri de bilgece bir tavrı olduğu yönünde. Başka bir yerden hayata baktığı iddiasındalar. Kabul edersek bunu, bilgeliğinden söz edilen bu adam sizin babanızdı. Bir romancı olmaktan çok, babanız olarak size de kattığı çok şey olmuştur mutlaka değil mi? Küçük yaşta babayı kaybetmek güç. Baba, bir yerde güvendir, dayanağınızdır. Tabii 1970’den sonra annem hem babalık hem annelik yaptı bize. Ama baba başka bir figürdür. Babanızla siyaset de konuşursunuz, bilim de, hayatı da konuşursunuz. Annenizle konuşacağınız şeyler çok daha farklıdır. Orhan Kemal duruşuyla, davranışıyla kendine bir yol açmıştır ve hiç kimse elinden tutmadan yapmıştır bunu. Sadece yürümüştür o, hala da sürüyor yürüyüşü. Orhan Kemal, kendi yolunu kendisi açmıştır ve Türk edebiyatında çok önemli bir yerdedir. Ben onu böyle görüyorum. Hepimizin bir hazinesi sandığı açtık içinden bir iki şey aldık sadece. Belki bizlerden sonra değerlendirmeler yapacaklar, Orhan Kemal belki o zaman çok daha farklı bir yerde olacak. Şimdi ayın beşinde Adana’da çok güzel bir parkta Yaşar Kemal, Abidin Dino ve Orhan Kemal’in heykeli yapıldı ve açılacak. Belki bir gün daha büyük heykeller yapılacak, bir kültür adamının, yeri çok daha farklı yerlerde olacak ve ben öyle düşünüyorum. Ben Orhan Kemal’i bir amiral gemisi olarak görüyorum. O diğer bütün yazarların ve Türk edebiyatının önünü açıyor. Çünkü küçük insanları, halkı, hayatı anlatıyor. Yabancı ülkede okuyan insanlar Türk edebiyatını Orhan Kemal ile tanımaya başlıyorlarsa arkasından bütün kitapları da bütün yazarları da okurlar.

 

NAZIM HİKMET BANA, BAKMASINI ÖĞRETTİ.”

Nâzım Hikmet ve dostlukları. Ne tuhaftır ki hüküm giymesine sebebiyet veren şairle Bursa Cezaevi’nde karşılaşır. Dahası koğuş arkadaşı olurlar. Nasıl anlatırdı Nâzım Usta’yı?

O konuda da şanssızım işte. Ondan, dostluklarını hiç dinleyemedim; ama babamın hepimize miras bıraktığı ‘Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl’, bu anı kitabını, hem onun tuttuğu günlükleri hem mektuplarından bazı örnekleri koyarak biraz daha genişlettim. Müthiş bir dostluğu, müthiş bir sevgiyi, Nâzım Hikmet’in sıcaklığını anlatan bir kitap.

Askerliği sırasında Nâzım Hikmet’in şiirlerini okuması, onun şiirlerini takdir etmesi, Niğde Kütüphanesi’ne gidip ‘Neden Nâzım Hikmet’in kitapları kütüphanenizde yok?’ demesi, bunların hepsi ona beş yıllık bir mahkûmiyeti getiriyor, o dönemin ceza yasasının 94. maddesine istinaden. Tabi ki babam bir gün Nâzım Hikmet ile 52. Koğuşta yatacağını bilmiyordu. Ama işte en son Adana Cezaevi’nden Bursa Cezaevi’ne nakledildikten sonra hayatına yine mahkûm olarak devam ediyor. İşte Nâzım Hikmet Bursa Cezaevi’ne geldiğinde eski mahkûmlar etrafını sarıyorlar. Hapishanenin şairi var diye babamı takdim ediyorlar. Babamın karşısına geçtiği zaman Nâzım Hikmet, ‘Ben Nâzım Hikmet.’ deyip elini uzatıyor. Tabi bunlar babamda farklı birtakım düşüncelere sebep oluyor. Çünkü Nâzım Hikmet onun için bir Everest, yüce bir dağ. Aşılamayacak çok büyük bir insan olarak görüyor onu. Ama Nâzım Hikmet sıradan bir kıyafetle gelip karşısında durunca ve tabii ki herkesle çok candan olması, babamla yakın olması…

Elbette daha sonra Nâzım Hikmet babamın neden içeri düştüğünü öğreniyor. Nâzım Hikmet’in genel bir yapısı, hiçbir koğuşta yalnız kalmıyor. Birileriyle kalmak istiyor ve babama sizinle kalabilir miyim, diyor. Babam müdüriyet izin verirse elbette, diyor. Daha önce savcılık Bursa Cezaevi’ne telefon ediyor. Nâzım Hikmet’i tek koğuşta yatıracaksınız, diyorlar ve kiminle temasa geçerse kendine benzetir, diyorlar.

Cezaevinden çıktıktan sonra Nâzım Hikmet ile bu dostlukları mektuplaşarak devam ediyor. Hatta 1944’te babam bir mektup yazıyor, Nâzım Hikmet’e. Annemin hamile olduğundan bahsediyor. Nâzım Hikmet de kimseye sözünüz yoksa eğer doğacak çocuk erkek olursa, bir mani teşkil etmezse benim ismimi verin, diyor. Ve babam da 1944’te doğan abime Nâzım adını veriyor. Babamın Nâzım Hikmet sevgisi çok farklı ki ona üstat olarak, usta olarak hitap ediyor. Babam hep Nâzım Hikmet için şöyle der, “Nâzım Hikmet bana bakmasını öğretti”. Babam ustasını her yerde her zaman anmıştır. Hatta bazı kitaplarında yer alan, adı anılan o ustaları biraz kurcalarsanız hep Nâzım Hikmet çıkar altından. Biraz bilge bir çift laf eder, fazla bir şey söylemez, uzun uzun tiratlarda bulunmaz, bir tek cümle söyler ve bırakır. Bu insanı aslında bir yerlere yönlendirir. Hatta romanlarının birinde daha da ileriye gider ve sarı saçlı, mavi gözlü diye betimleme de yapar. Bu işte Nâzım Hikmet’i yaşatan davranışlardır. Babamın ilk çıkan ‘Baba Evi’ni ardından hemen çıkan öykü kitabı ‘Ekmek Kavgası’nı Nâzım Hikmet’e göndermiş ve Nâzım Hikmet mektuplar ile bu kitapların eleştirileri yapmış. Bursa Cezaevi’nden bile öğrencisine, çırağına yol göstermiş. Biliyorsunuz 1950’de Nâzım Hikmet serbest kalıyor, bizimkiler Nisan ‘51’de İstanbul’a geliyorlar. Haziranın ilk pazarında Nâzım Hikmet evinde ve daha sonra da sanıyorum Moda Parkı’nda veya Yoğurtçu Parkı’nda iki aile buluşuyor. Bütün pazarı beraber geçiriyorlar ve bir hafta sonra Nâzım Hikmet bir daha geri dönmemek üzere gidiyor. Ve 1963 yılında babam radyo dinlerken Nâzım Hikmet’in ölüm haberini aldığında hüngür hüngür ağlamış.


Peki, Orhan Kemal’in adını yaşatabilmek için bugün neler yapıyorsunuz?

Şimdi elimizde, daha doğrusu arşivlerde kalan her türlü belgeyi paylaşmak için çıkarıyorum. Yeni bir kitap daha hazırladım yayınevine verdim, bu kitabın da adı ‘Zamana Karşı Orhan Kemal’. Onun eserleriyle ilgili yapılan eleştirileri derledim. Ama daha çok onu yerden yere vuran eleştirileri tercih ettim. Kısaca Orhan Kemal’i de eleştirmişler. Övgü yapanlarında mesela bilinen isimleri aldım, Oktay Akbal, Fethi Naci. Bu tür isimler genellikle okuduğunuz zaman size de katkıda bulunur, Orhan Kemal’in ne taraftan okunması gerektiğini de söyler, yardımcı olur.

Tüm bunlar, bir amaca hizmet ediyor. Çünkü 2014 yılı, Orhan Kemal’in yüzüncü yaşının kutlanacağı yıl. Biz babamın doğum gününü sağlığında hiç kutlayamadık. O açıdan, yüzüncü yaşını çok büyük bir coşkuyla kutlayalım istiyoruz. Bu bağlamda Kültür Bakanlığı’na bir yazı yazdım. On sekiz maddelik bir öneriler bütünü… 2014 yılı için neler yapılabileceğini kapsayan… Orhan Kemal, yabancı dillere en çok çevrilen Türk romancı. Bu sebeple bir UNESCO başvurusu dahi yapılabilir. Uluslararası anlamda Orhan Kemal yılı ilan edilmesi için. Ama tabii ailenin desteği ve talepleri bir yere kadar.

Bir de fotoğraf albümü düşünüyorum 2014 yılı için. Müze için çalışmalara başladığımızda yetmişe yakın fotoğraf vardı. Şu anda üç yüz elli, dört yüze yakın fotoğraf var elimizde. Bir diğer tasarım da Orhan Kemal’in mektuplarını derlemek yönünde. Ona yazılan mektuplar, onun yazdığı mektuplar… Belki hacmine göre iki kitap olarak da çıkabilir. Böylece, arşivimizde yer alan Orhan Kemal’e ait tüm belgeleri, bilgileri kamuoyuyla paylaşmış olacağız. Adına verilen bir ödül de var bildiğiniz gibi. 41. si veriliyor bu yıl. Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazananlar arasında, Yılmaz Güney’den Sevgi Soysal’a, Orhan Pamuk’tan Yaşar Kemal’e kadar çok sayıda önemli isim yer alıyor.

Bir de Beyazıt’ta Orhan Kemal İl Halk Kütüphanesi var biliyorsunuz. Bizleri çok mutlu etmişti bu haber. Şimdi yine 2014 yılı için talep ettiklerimiz arasında, Çukurova Üniversitesi’nin adının Orhan Kemal Üniversitesi olarak değiştirilmesi de yer alıyor. Sizin aracılığınızla da duyurmuş olalım bunu. Umarım gerçekleşir.

Yine Orhan Kemal’in 100. yaşı için hayallerimizden biri de, 2014 yılında Kültür Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın birlikte çalışmalarıyla bir milyon kişiye Orhan Kemal kitabı ulaştırmak.


 

BİZ İŞÇİLER HATIRAN ÖNÜNDE SAYGIYLA EĞİLİYORUZ.”

Belki sendikalarla iş birliği de önerilebilir bu aşamada. Ne dersiniz? Çünkü ben, işçi sınıfına ulaşmasının da önemli olduğunu düşünüyorum. Elbette bütün kesimleri kucaklayan bir yazar. Fakat Orhan Kemal gibi bir ismin, işçi sınıfına ulaşması da öncelenmeli gibi geliyor bana. Yaşadığı dönemde de söz konusu sınıf tarafından sahiplenildiğini, benimsendiğini de biliyorum çünkü. Hatta cenazesinin sınırda işçiler tarafından karşılandığını biliyorum. Nedir olayın aslı?

Bahsettiğiniz olayın fotoğrafı var. Ben size gösteririm müzede. Babaeski’de bir grup işçi yolumuzu kesti. Cenaze arabası diye bir kaptıkaçtı ile geldi Bulgaristan’dan. Konvoyda o aracı takip ediyorduk. Bir kartona kara kalemle bir yazı yazmışlar: “Biz işçiler hatıran önünde saygıyla eğiliriz.” şeklinde. Onu da minibüsün önüne koyduk. O fotoğraf orada çekildi, yolculuk boyunca arabada asılı kaldı. Hala o yazı, güneşte çok solmasına rağmen, bizim Basınköy’deki evimizde durur. Tabii ki işçi sınıfının Orhan Kemal’in yanında durması, onun anısına sahip çıkması çok önemli. Şişli Camii’nden cenazesi kaldırılırken hep işçiler, halk, küçük insanlar vardı orada.

Bugün Orhan Kemal’in her yere ulaştığını görmek çok önemli. Ben hepimizi, Orhan Kemal’in romanlarındaki birer küçük insan, birer kahraman olarak görüyorum. Hepimiz varız o romanlarda.

Müzeyi gezmeye başlamadan önce, son bir soru daha sorayım istiyorum size. Orhan Kemal bugün, ilk öykülerini yazan ve yayımlatan, henüz kalem oynatan bir yazar olsaydı, meselesi ne olurdu sizce? Ne anlatıyor olurdu, daha çok nelerden şikâyetçi olurdu?

Bizim sorunlarımız herhalde daha bitmedi. O sorunlarımızı yeniden irdeleyip yazardı. Tabii ki çağa uygun bir şeyler bulurdu. Yani bugün belki kâğıt toplayan bir adamı yazacaktı. Pek çok sıkıntı çekmiş bir insandı. Yönetimde, idaredeyse sıkıntı, mutlaka onu da eleştirecek bir şeyler yazardı. Çünkü babam hep şöyle derdi: “Tek parti döneminde çektim. Demokrat Parti döneminde yine çektim. Milli Birlik Komitesi döneminde yine çektim. Adalet Partisi döneminde yine çektim.” Yani o hep muzır. Çünkü o bir sanatçı. Sanatçı dediğin eleştirecek, hiçbir zaman iktidara yanaşmayacak. Yanlışlarını gösterecek, yazacak. Bugün sizler, bizler neyi görüyorsak, o da bunları görür ve yazardı. Ama tabii bunu bir romancı gözüyle, bir estetik anlayışla, insanı düşünceye sevk eder biçimde verecekti mutlaka. Çünkü o, hiçbir zaman çıkıp size akıl vermez. Roman devam ederken sizin beyninizi öyle bir işletir ki, aynı yere, onun varmanızı istediği yere gelirsiniz.

Rahmetli Türkel Minibaş, İktisat fakültesindeki derslerinde Orhan Kemal’in “Eskici ve Oğulları” adlı romanını ders olarak okuturdu. Globalizmi, bugünkü dünyayı anlamak için bu romanı okumanın şart olduğuna inanırdı. Orhan Kemal, o romanında, nerede olduğumuzu anlattığı gibi, nerede olacağımızı da anlatmıştı. Dolayısıyla, bugün hayatta olsaydı, yine, hükümete, yönetime yanlış yapılanı eleştirir, onları söyler ve anlatırdı.

 

   
   
   
   

[email protected]