|
Bir coğrafi bölgeyi unutulmazlığa ulaştıranlar yetiştirdiği
ürünler, dağlar, ovalar, akarsular, göller ve denizler midir?
Bir coğrafi bölgeyi unutulmazlığa ulaştıranlar yetiştirdiği ürünler,
dağlar, ovalar, akarsular, göller ve denizler midir? Yoksa bölgenin
insanlarını ülkeye ve dünyaya tanıtan yazarlar, ozanlar ve ressamlar
mıdır? Ben yazarlardan yana olanlardanım. Elim kitap tuttuktan sonra
coğrafya atlaslarından ve kitaplardan öğrendiğim Çukurova’yı tanıyor
muydum? Yoksa ‘Sarhoşlar-Öyküler/Orhan Kemal’ Varlık Cep Kitapları 1
TL’ ile mi tanımaya başladım? Ardından Yaşar Kemal tamamladı
eksiklerimi. Çukurova denilince iki Kemal düşer usumuza. Biri yaşar,
ara sıra sesi duyulur yazılı ve görsel basında, konuşur doğru mu
yanlış mı bilmem, sürem versin yetkinliğini. Yazdıkları devlet
katında hoş görülmüş ki özel ödüllerle ödüllendirildi. Oturuyor ak
saçlı köşesinde. Benim derdim elli altı yaşında derin acılarla yazın
yaşamımızdan göçen Orhan Kemal’le. Çileli bir yaşamın tuzundan,
yazının balını üreten M. Raşit Öğütçü,- andıkça yüreğimde ıslak
çamaşırın burulmasının sıkıntısını ve acılarını duyduğum – fötr
şapkasının altında acı gülümsemeyle yaşamı önemsemeden gülümser
halimize. Adalet Bakanı Abdülkadir Kemali Beyin oğlu olduğunu çok
insan bilmez, bilirse de yoksul ve yoksun yaşamına yakıştıramaz
günümüz siyasetçilerinin çocuklarının varsıllığını bilen
okuyucuları. Adalet bakanının oğludur da adaletsizliklerden nasibini
almamış mıdır? Aldığı deneyimlerden belli değimli yazdıklarında ve
yaşadıklarında kimlerin yanında olası gerektiğinin bilincinde
olması.Bilgili, görgülü, varlıklı aileden gelmeniz yetmiyor yaşam
kavgasında, yaşama tutunmak başka bir emek ister dercesine .Başımıza
gelecekleri önceden biliyor olmanın alaysamasıyla durumumuza mı
acır, yoksa ‘…kurtuluşunun kendi elinizde…’mi demek ister?
Söyleyecekleri bitmeden, yazacaklarını yazamadan, oğlunun gününü
göremeden yaşamdan çekilip alınan yazarın geçmişini söyledikleriyle
ve yazdıklarıyla anlamlandıralım.
Ölümünün üzerinden kırk yıl geçti, Türkiye 12 Martı, 12 Eylülü
yaşadı, Yeni Dünya Düzeni, Yeşil kuşak, ABD, AB, BOP masallarıyla,
yedi yıldır da dincilik poyrazında kavruluyor. İnançlar sömürülüp
dolara çevriliyor, kara imamlar şeyh oldu, dolar renginden esinlenip
ülkeyi satmaya çalışıyor. Yazına, yazara, sanata, sanatçıya İslam
gözlüğünden bakıyor, imanlı imansız ayrımını çekinmeden yapıyor.
Edebiyatımız para, reklam, sömürgeci devletlerin işbirlikçilerince
yönlendiriliyor. İslamcı yazarların ve yayınların okunmasından yana
girişimler destekleniyor. Gerçek anlamda Türk yazınına emek vermiş,
önemli yapıtların yazarları unutturulmaya çalışılıyor. Unutturmaya
gücünün yetmedikleri de yandaş yayınevlerince kendilerine göre
yorumlanarak yayınlanıyor.
Televizyonlarda izleyici toplayan diziler, oyunlar ve filmler
unutturulmaya çalışılan yazarlardan geliyor. Nedir bu yazarların
gücü? Kendileri de bu soruya yanıt arama gereği duymuyorlar,
kitleleri sulandırdıkları dizilerle oyalayabilmeyi kazanç
sayıyorlar.1938,1966 yıllarında cezaevlerinde süründürdükleri
yazarın yazdıklarına şimdi sıkı sıkı sarılıyorlar, yakında devletin
en yüce makamından ödül de verirler, sevenleriyle alay etmek için.
1966 yılında asılsız ihbarla 35 gün içerde tuttuklarında ilgiyle
izlemiştim gelişmeleri. AP yönetiminin yazar ve sanatçılara
uyguladığı CIA biçimi yıldırma uygulamasıydı ‘…sok içeri, altı ay
yatır… suçlu suçsuz arama.. Okuyucunun gözünden düşür…serbes
bırak…’bir çok yazar aynı dalgadan etkilenmişti. Orhan Kemal 1965
seçimlerinde siyasal bir öndelik te sergilememişti ama neden olmuştu
olanlar?
Ondan sonra daha özenli, ayrıntıları düşünerek okudum Orhan Kemal’i.
Doksanlı yıllardan başlayarak Afrika, Hint Yarımadası, Latin
Amerika, Meksika, uzak Asya yazınını okudukça belleğimin
derinlerinden Orhan Kemal’in gülümsediğini duyumsuyordum. Nedense
Orhan Kemal Çukurova’sı canlanıyordu sıklıkla. Arundhati Roy,
C.Fuentes, Marquez, Böll, Miller, Amado, vascocelos, Duras, Llosa,
Gordimer, Rushdie, okudukça Orhan Kemal anımsamamın arkasındaki
gerçeği yakaladığımda ve altmış yaş olgunluğunda yeniden inceleme ve
okuma gereği duydum.
Hindistan, Çin, Afganistan, Güney Amerika, Afrika ve Meksika
romanlarıyla ortak olanları düşündüğümde; Sömürge savaşı vererek
yeni bir devlet kurmuş, kulluktan kurtulup vatandaşlığa geçmek
isteyen halkların karşısında dolar albenisinde yine sömürge ve
sömürgenin yeni işbirlikçileri vardı. Kaldıkları yerden sürdürmek
istedikleri sömürü düzenlerinde yalnız oyuncular değişmiş,
senaryolar daha pamuk şekerli yazılmıştı. Birinci ve ikinci paylaşım
savaşları da insanlığa büyük kırılmalar yaşatmış, iki kutuplu
dünyanın varlığı yanında üçüncü dünya ülkelerinin varlığından söz
edilirse sömürmek içindi. Yazar ya sömürenin ve işbirlikçinin
yanında rahat yaşayacaktı ya da halkın yanında olup ezilen halklar
gibi yaşayacaktı. Orhan Kemal halkının içindeydi zaten, halkı
yazarken kendini, kendini yazarken de halkı yazdığının
bilincindeydi.
Bilincindeydi, sözlü Anadolu yazınının masal, mitolojisini, gizemli
gerçekçiliğin Nasrettin Hoca’sından, Nesimi’ sine dek biliyordu.
Yazdığı gibi yaşadı, yaşadığı gibi yazdı. Halkın yazınını evrensele
taşımasını bildi. Eğitim Bakanlığının okullarda öğrencilerin
okumalarını yönlendirmeye el attığı yüz temel eser yıllarında,
bakanlığın dayattığı yazarlardan en çok okunanıydı Orhan Kemal,
bakanlığın önermediği kitapları da verdiğim öğrenciler her yerde
Orhan Kemal arıyordu.(Avare Yıllar, Baba Evi dışındakileri.)
Yazının yazıldığı günlerde Türk halkı ‘Hanımın Çiftliği’ dizisini
izliyordu televizyonda. Televizyon’un Siyah-beyaz yıllarındaki dört
bölümlük çekim beğeni kazanmıştı ya, günümüzün teknolojik
gelişmişliğinde yapılacak dizi izleyici ve reklam toplar yargısıyla
yeniden sunuldu izleyiciye. İzleyici dizinin albenisinden romanın
iletisini alamıyor, görsellik iletiyi siliyor izlenimi oluştu bende.
Romanı yeniden okumak, diziyi değerlendirmek, Bereketli Topraklar
Üzerinde, Vukuat Var, Hanımın Çiftliği, Eskici ve Oğullar(Eskici
Dükkânı) bağlamında Orhan Kemal’i derinden tanımak ve tanıtmak
istedim.
1940 yılları; Bir yandan ikinci paylaşım savaşı sürüyor, sosyalizm-
nasyonal sosyalizm savaşıyor, savaşın sonucuna göre de dünya
siyasetleri yeniden belirleniyor. İçeride tep parti yönetiminin
baskıları doruk noktalarda. Aydınlar cezaevlerinde; Nazım Hikmet,
Orhan Kemal, Kemal Tahir, Balaban mahpushane üniversitelerindeler.
Orhan Kemal, cezaevinden sora parasız, dayanaksız, işsiz, yazar olma
umuduyla İstanbul kapılarındadır. Tek partiden çok partili yaşama da
geçilmiş, DP umut olmuş, sömürgen devletlerin ülkemize giriş
yollarını araladığı, paranın, atık teknolojilerin, savaş
atıklarının, Marshal yardımı, Nato, CIA, Kore ile tanıştığımız
yıllardır. Yoksulluğun nasıl yenileceğinin soruşturulduğu, Allah’tan
beklenenin bile DP’den ve Amerika’dan beklendiği yıllardır.
BEREKETLİ TOPRAKLAR ÜZERİNDE–1954:Toros Dağlarının kır
yoksullarından üçünü indirir yazar Çukurova’nın sıcağına sineğine
işlerine. Hiçbir yeteneği olmayan üç insan kol emeğiyle ekmek
kazanma savaşında yapı işlerini, pamuk çapasını ve toplamasını,
harman işlerini, koza işleme fabrikalarının ağır işlerini tanırlar.
Bir kayıpla işleri öğrenirler ama para kazanamazlar. Okuyucu güçlü
bir gözlem, yaşanmış deneyimlerin yazına dökülmesi ve sürükleyici
anlatımla bereketli topraklar üzerinde kol emekçiliğinin hiç te
kolay olamadığını öğrenir. Orhan Kemal’in anlatmak istediği daha
derindir. Mısır’dan pamuk ve pirinç alamayan Avrupa devletlerinin
Osmanlıya Çukurova’da ucuz pamuk ve pirinç alanları açtırmasını ve
kendilerine vermesini örgütlemektedir. Dağlardan zorla indirilen
konargöçer Türkmen oymaklarının Çukurova’da zorunlu yaşama kavgası
ve kırılmaları, zorunlu yerleşime direnmelerinin son dalgalanmalını
da yansıtır.
Uzun, süslü ve kapalı anlatımdan uzak, herkesin anlayabileceği
Türkçeyle yazdığı roman büyük ilgi toplar. Okuyucu henüz Afrika’da,
Güney Amerika’da yeni sömürgeciliğin yayılmasından, uyguladığı tarım
politikalarından haberdar değildir. Toprağın, pamuğun, çeltiğin
önemli olduğunu, toprak ağalığının Cumhuriyetle de yıkılamayan
gücünü, topraksızlığın acılarını çok iyi bilir. Yazar Çukurova’daki
siyasal çekişmeleri, toprak sahiplenmelerini, iktidar yandaşlığını
ve göçmen değişimleriyle toprağın nasıl el değiştirdiğinin de
bilincindedir. Romanların aralarındaki kısa tümcelerle okuyucuyu
aydınlatmayı unutmaz. Toprak düzenlemesine karşıt olarak kurulan bir
partinin ülkeyi yönettiği yıllarda, büyük topraklı çiftçilerin
sahipsiz toprakları, devlet topraklarını kendi topraklarına katma
savaşımını, derebeylikle devletin sürtüşmelerinde küçük insanların
örselenişinin de yazınımıza kazandırıldığı romandır.
VUKUAT VAR: İlk ve son baskı kapağı arasındaki anımsamalarım, elle
çizilen desenden dijital fotoğrafa uzanan gelişmeleri görmenin,
okumayı algılayışımdaki değişimleri sezinlemenin duygulanımlarında
ileri çocukluğumu anımsıyorum. Kitap daha mı ucuzdu o günlerde?
Romanın ayakları tarım, sanayi, fabrika, esnafı, işçi, yöneticiler
üzerine kurulurken her kesimi anlatan tipler yaratılmış, her tipin
geldiği ön ortamlarla yaşadıkları avlular ustaca betimlenmiştir.
Çiftlik sahibi Muzaffer Bey, Çiftçi başı,köy imamı, Örgütsüz tarım
işçileri, çiftlik hizmetçileri, küçük topraklı yoksul köylüler,
tarıma dayalı çırçır ve dokuma işçileri, makineciler,hizmetçiler,
evdeciler, şehrin berberi, elcisi, köftecisi, oynak kadınlar,
sineması,bisiklet, fayton,tozlu/çamurlu sokaklar günlük yaşamın
olmazsa olmaz dinamikleri ..Romanın çatısını çatar. Yazarın romanda
öne çıkarmak istediği olaylar kendiliğinden değildir. İnsancıl
değerlerden uzak, kadını köle olarak algılayan paraya tapar birkaç
duyunçsuz erkeklerin kurgusu doğrultusunda yönlenir. Köprüyü, evde
insan ve kız çocuk olarak hiçbir değeri olmayan dokuma işçisi
Güllünün ileri çocukluk aşkı kurar. Yoksul sokakların ve kirli
avluların yasaları çocukların ve kadınların apaçık görülen emeğinin
sömürüsüne dayanır. Dört analı yirmiden fazla çocuklu bir işçi
ailesinde kadının başkaldırısının öznesidir Güllü. Yoksul ‘öteki’
çiftçi çocuğu Kemal babası tarafından tarla yerine farikaya
yönlendirilmeseydi ne aşk, ne de roman olurdu. Zaloğlu Ramazan
ezilmişliğe severek mi katlanıyor? ‘Hiçbir önemi olmayan’ babasını
ve anasını anımsamayan, dayısının öfkeli tokatlarıyla büyüyen
Ramazan, ramazan olmayı gerçekten istiyor mu? Gelecekten
beklentileri de var mı?
Ondördüncü yüzyıl derebeylerinden Osmanlı tımar beylerine,
Cumhuriyet’le Beyefendiliğe yükselen Muzaffer Beylerin erki
demokrasiyle de yıkılamamışsa yoksulun, kadının, işçinin üzerindeki
zulmünü hangi devrim yıkar? Super Paccard arabası, Avrupa giysileri,
Avrupa’nın ve ülkenin en güzel yerlerinde geçen günleri bey yapar mı
onu? Kültürlü ve akıllı görünmesine karşın aciz, beylik görüntüsü
altında çıkarcı, ilerici görünürken çıkarlarına uygun dönek, kendi
dışındaki erkeği köle, kadını görümlüsünü cinsellik öğesi,
sıradanını sömürme aracı görürken kadınlar karşısında yetersizliğini
mi duyumsatır?
Kişiliksiz, para tapınçlı aşağılanmış insanların varlığı ve
köleleşmiş tinleri midir beyleri yüce ve yaklaşılmaz gösteren?
Tozlu/çamurlu, kirli suların aktığı, sinek bulutlarının dolaştığı
sokakları dolduran önemsenmeyen insanlar mı yönlendiriyor insanları,
geleceği ve romanı? İşçi olduğunun, köleliğinin, sömürüldüğünün,
kadınlığının ayrımında olmayan insanların gündelik yaşamla ve ekmek
kapısıyla verdikleri bilinçsiz kavga mıdır bütün anlatılanlar?
Güllünün ezilmiş genç kız onurunda derin ve acı çizgilerle inada
dönüşen istekleri, sınırsız gücü arkasında taşıyan ‘Beylik’le
çarpışınca neler olur? Güllü, o yıllarda Adana’ yurdun her yerinden,
her dilden ve kimlikten toplanmış; erkeği Allah bilen kadınların
ekmek, iş, yaşam karşısındaki çığlıklarının öne çıkmışı/çıkması
gerekenidir.
HANIMIN ÇİFTLİĞİ: O yıllarda birbirini tamamlayan nehir romanları
ayrımsayamıyorduk, her romanı bin bir güçlükle bulup okuduktan sonra
olayları biz kendimiz bağlamaya çalışırken okuma alışkanlığımızı mı
sıkılıyorduk? Nehir roman olgusunu da ‘Kemal’ler gerçekleştirdi
yazınımızda,-sezinlediğimce oralarda da yeni bir gelişmeydi-
Marquez, Amado, okunamıyordu ülkemizde.
Çiftlik hizmetçisi kadının, parayla satın alınan bir kızın çiftliğe
gelişinden duyduğu kaygılarla başlar roman. Yaşamları insanlık dışı,
kurtuluş yolları aynı iki kadının birbirine kinlenmiş duygularının
anlatımıdır okuyucuyu acıtan. Güllü, Muzaffer Bey’in çiftliğine
yeğen Ramazan’a eş olarak bin liraya satılır dayak zoruyla ama eski
sevgilisi Kemal’in üzerine kabul etmez. Tüm çiftlik çalışanlarının
zorlamasına karşın sonuç alınamayınca Bey beklenir. Bey hakkında
anlatılanlardan kendice kurgular yapan Güllüde beyi bekler. Beyin
gelmesi çiftlikteki durağan yaşama bir devrimdir; Güllü beyin
kucağına atladığında, Ramazan çiftlikten kovulduğunda, çiftçi başı
Yasin Ağa göstermelik, kraldan çok kralcı namus gösterisi olarak
çiftlikten ayrıldığında, Gülizar Kabak Hafız’a kaçtığında, Muzaffer
Bey yeni partiye girip tarım araçları çiftliği doldurduğunda sınıf
atlayan iki kadındır. Güllü Beyin, Beyin eski metresi Gülizar Kabak
Hafız’ın nikâhlı eşi olmuştur. Serap Hanım’ın kalabalık ailesi ve
Berber Reşit’in yaşam düzeyi yükselde de onurlu fabrika işçiliğinden
ve esnaflıktan ırgatlığa indirgeniştir. Serap Hanım’ın köksüz
hanımefendilikten toprak sahipliğine geçişi Muzaffer Bey’in
öldürülmesinden sonradır. Hanımın Çiftliğinin kundaklamasının ve
Serap’ın kurtuluşu çevresindeki köylü kurnazlarını tanımasını
sağlamıştır. Serap Hanım’ı önemsemeyen toprak aç gözlüsü ve çıkar
öbeklerinin yeni bir saldırısının da duyurucusudur.
KAÇAK: İkinci Paylaşım savaşından sonra yaygınlaşan sosyalizm ve
komünizmi işçi sınıfının halk üzerindeki dayanılmaz eziciliği öç
almaya, yok etmeye yönelik öldürücülüğü ve baskıcılığı
öcüleştirilerek anlatılırken gerçeği anlatmakta gerekiyordu
birilerince. Habip’in Güllü’ye acıyarak çocuğunu bağışlaması,
Muzaffer Bey’i öldürdükten sonra kaçak günlerinin anlatımıdır roman.
Değişen bir şey olmadığını sezinleyen Habip, bireysel öldürüşlerle,
vurma, kırma, yakmalarla bir yere varılamayacağını ayrımlar. Kaçak
günlerinde sığındığı Hacer’in yardım ve yataklığının ardında sevgiye
susamış kadının direnen başkaldırısını sevgiyle örmesini duyumsar
okur. Kendi öz eleştirisini yaparken Çocuk Hüseyin’de kendi çocuğunu
görerek evcil duyguların kucağına sığınır. Habip kişiliğinde
topraksız köylünün, Hacer’de sevgisiz yaşamların acılığını,
Hüseyin’de akşam babası eve dönmeyen tüm çocukların duygularını,
Topal Duran ‘da, başkalarının ekmeğiyle,korumasıyla insanların ancak
yalakalaşarak çanak yalayıcı olabileceğini,Şerife’de bilgisiz ve aç
kadınların değer yargılarını ve kişiliklerini paraya çevirmedeki
kurnazlıklarını betimler.
Orhan Kemal; bütün yazdıklarında olduğunca Kaçak’ta da insancıl
duyguları yüceltirken kahramanlarının en kötü yönlerini de
betimleyerek neden ve niçinlerini de araya sıkıştırmayı bir görev
bilir.
Kaçak, daha önce “ Üç Tekerlekli Bisiklet” kitap olarak
yayımlandığından ve filme de alındığından ‘Hanımın Çiftliği’
üçlemesinin dışında düşünülme yanılgısını yaratır dizi
izleyicilerince. Kaçak okunmadan üçlemenin anlaşılması da sağlıklı
olamaz.
ROMANLARIN TOPLUMSAL KAYNAKLARI:
EKONOMİ: Cumhuriyet öncesinde geçimlik ilişkilere dayanan ilkel
toprak sahiplenmelerinin, 1927 yıllarında başlatılan tarımın
çağdaşlaştırılması girişimlerinde, 1929 dünya ekonomik
bunalımlarıyla sonuçsuz kalmasından 1936 yıllarına sarkması,
çıkarılamayan toprak reformu yasaları ve yasaların özeğindeki
siyasal ayrışmaların yeni sahiplenmelere olanak vermesine uzanan
karmaşık ilişkilerden yola çıkar. Çukurova toprak ağaları bölgenin
tarıma dayalı sanayisini de elinde tutmaktadır. ABD güdümündeki
ekonomik değişimin yandaşı olan siyasi parti desteğiyle yeni
milyonerler yaratma yarışı ve düzenden yararlanma kavgasıdır siyasal
söylem. Toprak ağaları ve sermaye devleti;
‘…Devlet, sık sık değişen hükümetlerse, o ve onun gibilerin
topraklarına bekçilik, jandarmalık etmekten başka görevi olmayan
şeylerdi. Yoksa ne gereği vardı
devletin, hükümetlerin? (101y.) olarak görmekteydiler.
Yeni partiye geçen Devrimci Devlet geleneğindeki toprak ağası ise;
‘….Devrimci Devlet her şeyin üstünde olmalı,din ise sadece ona
yardımcılık etmeliydi.(102y)…’ düşüncesinden uzaklaşmaktadır.
Yeni partinin çok partili yaşamada en çok kullandığı din duygusu bu
noktalardan yola çıkılarak eleştirilir roman boyunca. Önemli
duyurulan üretim araçlarına ve paranın gücüne dayanan feodalizm
paranın acımasız gücünü de yanına alınca önüne gelen insanları
acımasızca ezmesini duyurur. Türk toplumunun dirlik ve
düzenliğindeki dikine yarılmanın en belirgin yansıtıldığı
aydınlanmacı gerçekliğin romanlarıdır. Yatay ayrıntılara önem
vermediğini de duyumsarsınız.
HALK: Devletçi ekonomik ilişkilerden sömürgeci ivmeli liberal
ekonomilere açılan yaşamda halkın, emeği sömürülmeden başka bir
değeri yoktur. O yıllarda yoksullara dağıtılan süt tozu, peynir, un
ve yağ ‘…sadaka da, toplumların fakir fukaralar yüzünden
patlamamalarını sağlarlar.(107y.)…’ Halk, dikey yarılmanın etkileri
bağlamında birliktedir. Yatay yarılmanın kolaya kaçan ayrımcılığının
yerine birleştirici bir tutum duyumsanır. Aynı avlu içinde Arap,
Kürt, Boşnak, Türk ve değişik inançlardan insanlar günlük
dedikodularını yapsalar da kardeşçe yaşarlar.
İŞÇİ: Hiçbir değeri yoktur, salt işgücünden yararlanılır, tarlalarda
ve fabrikalarda çalışan kadın işçilerin evlenilemeyecek kadınlar
olduğu duyumsatılır. Kırlarda verimsizleşen ilkel tarım alanlarından
kopan işsizler kentlere akıyorlardı nasıl olsa.
‘…Çok kazanıyor, buna karşılık devlete beş kuruş vergi vermiyordu.
Tarladaki ırgatlardan başka, hükümet de, devlet de sanki onlara
çalışıyordu!(161y)…’
Olması gerekeni ise;
‘….Öyle bir düzen için çaba sarf ederler ki, insanlar kadın kadın,
erkek erkek,çocuk çocuk mutlu olsunlar,dünya nimetleri önlerine bir
kardeş sofrası gibi açılıp saçılsın.(134y.)…’ olarak dillendirir
yazar. Muhsin usta kişiliğinde duyurulan sendikalaşma ve örgütlenme
sesleriyse anında işten çıkarmalarla anında yok ediliyordu. İşçinin
direnişini önleme işi 1952’de kurulan bir sendikaya verilmişti.
Bilinçlenmeden, geciktirilmesi gerekirdi. Fabrikaların, atölyelerin
dışında çalışanların sendika nesine gerekiyordu? Beyin tek sözüyle
dağılabilmeliydi.
KADIN: Önemsiz yaratıklar, emeği sömürülen, kazancı babalar
tarafından alınıp harcanan, dövülen, parayla satılan, gerekirse
yeniden ahlaksızlıklar için satılmasında sakınca görülmeyen ikinci
sınıf insan olarak algılanır paranın ve üretim araçlarının gücünü
arkasına almışlarca. Güllü/ Serap, Pakize, Gülizar dayatılan
yazgılara başkaldırıdır romanlarda. Sıklıkla insan doğasında var
olan cinselliğin kimler tarafından acımasızca kötüye kullanıldığını
sezinler okuyucu. Güllü Çukurova’da kadının isyanının ünüdür.
‘…Onlar erkekse biz de kadınız.Kadın olduksa erkeklerin esiri, kulu
olmadık.Ama sizin gibi kadınlara müstahak.İçer,sıçar,her bir haltı
karıştırır,ırz namus tanımazlar, kazançlarınızı elerinizden
alırlar,sonra da,küçük tanrı!(199y.)…’
KÖYLÜ: Toprağın dağılımında da haksızlığa uğrayan köylü, alışılmış
köylü kurnazlığıyla sesiz bir karşı koyma girişimindedir ama yanında
devletin yasaları yoktur yanlarında. Köylüye yararlı bir girişimi de
sezinlemezsiniz. Özellikle okullardan fazlaca söz edilmez ama her
yerde imamların, hafızların, mollaların kimlerin yanında yer aldığı
vurgulanır. Çapa zamanında sabah ezanını bir saat önce okuyan Kabak
Hafız ilginç gelmez mi okuyucuya. Muhtarlar, imamlar, ilerleyen
yıllarda da öğretmenler köylüleri toprak ağaları adına güden
çobanlar olarak kullanılmak istenmiştir.
HALK AVCILARI: Çiftliklere işi sağlayan elci başları, kasabanın
küçük esnafı, kahveciler, köfteciler, meyhaneciler… Aslında birer
küçük insan olmalarına karşı üç kuruş için insanları satan, sonrada
yanına oturup ağıdını yetirenlerle çokça karşılaşırız romanlarda.
Küçük insanlara acımak mı, tiksinmek mi, yüzüne tükürmek mi
gerektiğini bilemezsiniz. Halk avcıları kendi çocuklarını üç kuruşa
satmaktan kaçınamayacak denli ezik kişiliklerin varlığının
acımsılığıdır.
KASABA SİYASETÇİLERİ: Halkın yöneticilere ulaşamadığı toplumlarda,
para ve bilgi birikimlerinin gücünden de yararlanarak oyları iktidar
partilerine yönlendiren, karşılığını da iktidardan alarak güçlenen
oy simsarlarıdır. Henüz etkileri bitmemiş, güncelliklerini
korumaktadırlar. İşlerini halk avcıları yardımıyla gerçekleştirir,
din adamlarına ayrı bir önem verirler.
SEVGİ: Orhan Kemal’in tüm oyun,öykü,roman ve şiirlerinde temel bir
yaranın kanayan sızıntısını ayrımla okuyucu. SEVGİ/SEVGİSİZLİK.
Çocuk sevgisinden ana baba sevgisine, insan sevgisinden eş sevgisine
eksiklik, yanlışlık sergilenir. Pakize, Güllü, Hacer, Halide,
ötekiler… hangisinde çocukluktan, anadan babadan, sevgiliden
görülmüş sevgi vardır? Salt kadınlar mı? Ramazan,Muzaffer,Habip,
Kabak Hafız, Yasin Ağa, Cemşir,… Çok mu sevgi görmüşler? Tüm
kişiliklerde eğitilmemiş, sevgisiz, dayanaksız, yoksul-yoksun
yaşantıların yaraları yok mudur? Yazar, sevginin insan
davranışlarındaki temel öğe olduğunu, kötülükleri yok etmeye
sevgisizliği onararak başlama gereğini duyumsatı yazdıklarıyla.
ROMANCI ÖZGÜNLÜĞÜ: Öncü ve gerçekçi yazarımızdır. Abartısız,
gerçeküstüsüz anlatır. Ulusal yazınımızı evrensele açan
yazarlarımızın öncü öbeğinde yer alır. Yaşama bakışı, toplumsal
sorumluluğu, insancıllığı okuyucuyu etkilemiştir. Bireysel yaşamında
da savaşımcı ve dirençlidir, kimseye koyun eğmeden yaşamasını
bilmiştir.(1)
II. Paylaşım Savaşı sonrasının büyük kırılmalı yıllarında öncü ve
gerçekçi yazar olarak girdi, Çukurova’yı tarım ve fabrika
işçileriyle yazınımıza taşıdı. Kendisi de aynı ortamlarda ekmek
kazandığından öze duyum ve gözlemlerinin sonucunu gönül evi
süzgecinden geçirerek yazdı. Gerçekçiliği aydınlıkçı gerçekçilik
olarak özgün biçimini aldı. Yaşamöyküsü romanları (Nazım Hikmet’le
Üç Buçuk Yıl, Murtaza, Müfettişler Müfettişi, Cemile, Bir filiz
Vardı), İşçi köylü romanları( Vukuat Var, Hanımın Çiftliği, Kaçak,
Bereketli Topraklar Üzerinde, Eskici ve Oğulları), Büyük kentlerde
yalnız, örgütlenmemiş küçük insanların romanları( Baba Evi, Avare
Yıllar, Gurbet Kuşları, Bir Filiz Vardı,), Yaşamın ezdiği küçük
ailelerin geçici mutluluklarının paranın değişim gücü ve değer
yargılarının değişmesi karşısında içler acısı yıkımlarını yürekten
süzülen kan suyu renginde anlattı(Evlerden Biri, Suçlu, Dünya Evi)
.Dağlardan köylerden kentler taşıdığı kır yoksullarını kentlerdeki
yaşamlarında da yalnız bırakmadı, kent kalabalıklarındaki
emek-ücret,yaşam dayatmaları ve paranın acımasız savurmalarında
yalnız bırakmadı.
Bakış açısı olarak, emek sermaye çelişkisini özek olarak alır ama
romanları hiçbir zaman siyasi bir bildiri romanı görünüşü vermez.
Ustalığının bir yönü de budur. Olguları nedensellik ilişkilerinde
serer ama çözümsüz değildir. Çözümünün de okuyucuyla birlikte bulma
eylemliliğinden kaçınmaz. Bu aşamada toplumsal gerçekçilik, aydınlık
gerçekçiliğe yönelerek Orhan Kemal romanlarının özgünlüğünü
yansıtır.
ANLATIM ÖZGÜNLÜĞÜ: Öykü, roman, anı, oyun yazarken ince ince
tasarımlar yapmaya süremi yoktur. Yaşarken, yaşamın içinde
düzenlenir yazdıkları. Yaşadıklarını, yaşamak istediklerini,
yakınında yaşananları yazdı aslında. Yazdığı gibi yaşayamadıysa da
yaşadığı gibi yazdı. Üçüncü tekilden olayın içinden anlatmaları da
bunu gösterir. Uzun betimlemelere, iç çözümlemelere girmedi
yazdıklarında, girmesi gerektiği yerde de çarpıcı bir tümceye
yükleyiverdi sözlerini. Karşılıklı konuşmaları, içten konuşmaların
(diyaloğ) en özgün kullanıcılarından biri olarak anılır yazınımızda.
‘…Yüzlerinden düşen bin parça, insan biçimine girmiş canlı birer
küfre benziyorlardı. iyi gıda alamamış ya da uykuya doyamamışlıkları
yanında, işsizliğin verdiği sıkıntı her hallerinden belli
oluyordu.(230y. VV.)…’
Orhan Kemal öykü ve romanlarının en belirgin özelliği,
konuşmalar(diyalaoğlar)romanı olmasıdır. Konuşmaların romanın ana
taşıyıcıları olmasının bir başka açılımı da tiyatro, sinemaya
yatkınlığıdır. Tiyatro oyununa, senaryoya yatkınlık yazarın çok
yönlü yazın gücünün de belirtecidir. İyilerle kötülerin sonsuz
savaşımını anlatırken anımsamalardan, sesiz düşünmelerden, içten
dışa, dıştan içe göndermelerden çokça yararlanır, Muzaffer Beyin
dedesini bir tümce ile verirken üç kuşağın cinsellik yaklaşımını
kavrayıverir okuyucu. Yazdıklarının hedef kitlesini iyi
kestirdiğinden dilini, sözcüklerini, tümcelerini halkın kolayca
anlayacağı biçimde seçerken, kısa tümcelere, yer yer devrik tümce
akıcılığına, soyutlama ve anlam kaymalarına oldukça çok yer verir.
Bölgesel konuşmaların akışından, imge ve simgelerinden
yararlanmasını iyi bilir. Yaşadığı bölgelerdeki çok dilliliğin
Türkçe söylenişlerinden çokça yararlanır. Uzun uzun sarhoşluk
betimlemektense;
‘…Ana be, söyle şu lambaya yerinde dursun!(220y.VV)..’ deyivermek
yeterli mi?
Toros eteklerinin Türkmen Türkçesi’nin kent karmaşasında biçim
değişimine uğramış kısa deyimlerini de bol bol kullanır.
‘…Gözüm hiç su içmiyor benim, bu kızın başına bir çıkacak
var.(58y.H.Ç.)…Gözünü aç,çütlüğe hanım olmaya bak.(87y.H.Ç.).Meşe
kekliği gibi şakıyor!... Zaloğlu’ nun kötüsüne gitti.(96y.H.Ç.)…
Gözü küllü mü sanıyordu?(118y.H.Ç.)…Kabak Hafız o zamanlar gerçekten
korkardı Allah’tan.(125y.H.Ç.)….’
Argo sözcükler şaka yollu da olsa küfürler olmasa romanların özgün
tadına ulaşamazsınız.
‘…Bırak şu kılkuyruk kâtip karısı laflarını.(159y.H.Ç.)…’
Kentlerin görkemli ana caddelerinden uzaklaştıkça ortaya çıkan
değişik yaşamların, sokakların dili yansıtılmadan aydınlanmacı
gerçekçi roman yazılabilir miydi?
Yazarın tüm yazdıklarında sezinlediğim ‘bir bıyık altı
gülümsemesini’ ve ‘ gizliden akan gülmeceyi’, ‘ insana değer
vermeyenleri ti’ ye alan alaysamayı’ sezer misiniz bilmem? Muzaffer
Bey’in düştüğü gülünç durumdan çürümüş toprak ağalığını iç
sorunlarını, Kabak Hafız’la din kumunun ve olgusunu, Zaloğlu
Ramazan’da yetimliğin ve arkasızlığın çözümsüz acılarının gülünesi
çelişkilerine gülmez misiniz?
Görüneni anlatmakla yetinmeyen röportaj yazarı değildir Orhan Kemal,
durumu sergilerken çözümü okuyucuyla birlikte bulmaya çalışır.
Yazdıklarında yarattığı her tipte yaşamı sevmeyi, insandan umudu
kesmemeyi, her ne varsa yine insanda olduğuna inanılması
gerektiğinin öne çıkaran yazar aydınlanmacı gerçekçilik yolunun
ilklerinden olduğunu belki de bilmiyordu.Aynı yıllarda dünyanın
değişik yıllarında kendisine benzer insanların da aynı duyumsamaları
yazdığını da bilmiyordu sanırım.
Yazınımız paranın ve reklamın güdümünde, sermayenin istekleri
doğrusunda yeni bir yola sokulmak istenilmektedir. Bunu
kolaylaştırmak için kimlik ve inançlarımızdan da yararlanma
aldatmacasını kullanmaktan çekinmeyen bir görüşün kuşatmasındayız.
Yazının ve sanatın gerçek dostlarının, okumanın izlemeden daha
önemli olduğuna inananların, seçkin okuyucularının; okuma
alışkanlığı kazandırmak zorunda olduğumuz kuşakların varlığına
inanan anne-babaların, öğretmenlerin unutmaması gereken;
yazarlarımızın evrenselliğine inanmamız, yeniden Orhan Kemal gibi
yazarlarımıza gereken önemin verilmesinin görev olarak
algılanmasıdır.
Orhan Kemal’i bir kez daha saygıyla anarken, dizi
yozlaştırmalarından uzak yeniden okunmasını dilerim.
01 Mart 2010
Rahim GÜR
________________________________________________________________________________(1).Altınkaynak
Hikmet. Türk Edebiyatında Kim Kimdir?. Doğan
Kitap,1.baskı/2007.s.486.487.488.
(2). Kemal Orhan, Bereketli Topraklar Üzerinde. Remzi Kitabevi 1954.
(3). Kemal Orhan, Vukuat Var. Remzi Kitabevi. 1958
(4). Kemal Orhan, Hanımın Çiftliği. Remzi Kitabevi.1955
(5). Kemal Orhan, Kaçak. Epsilon Yayıncılık,9.basıkı 2006/231. |