Ana Sayfa

 
 

gercekedebiyat.com  - Alper Akçam - 11 Temmuz 2012

 

 

Bereketli Topraklar Üzerinde

 

 

 

 

Orhan Kemal, edebiyat tarihimizin en önemli kilometre taşlarından biridir. Köyden kente, çırçır işçiliğinden İstanbul batakhanelerine çok farklı coğrafyalarda ve farklı kültürel ortamlarda yaşamla yazın arasındaki çizgide dolaşır…

 

Orhan Kemal’i karihsel gelişim içinde çağdaşlarından ayrıcalıklı kılan, sanatı ile hayat arasında kurduğu ilişkidir. Hayat karşısında teğet durarak, anlatıcısıyla kahraman ve karakterlerini aynı düzlemde tutarak, yazınsal gerçekliği bir metin dizilişinde kurmuş, edebiyatımızda bir çağ açmıştır denilebilir. Çoksesli, çokbiçemli bir yazardır… Bu tutumuyla da yaşadığı dönem için yazınsal bir orkestra kurar.

 

Yazınsal imgelem, içinde bulunduğu kültürel ortamın gereklerine göre değişken bir kurulumla kendini gerçekleşir.

 

"Çoksesli roman“ diye adlandırabileceğimiz bu kapıyı açan yapıtın 1932 yılında Sabahattin Ali tarafından kaleme alınmış Kuyucaklı Yusuf olduğu söylenebilir. Sabahattin Ali’nin sonraki romanlarındaysa, bu duruşun farklılaştığı, bir düşüncenin, bir bakış açısının egemen kılınmaya çalışıldığı görülecektir.

 

Orhan Kemal’in "piyasa" için yazılmış az sayıdaki yapıtı dışında kahraman ve karakterlerini anlatıcı ile aynı düzlemde tutan bu genel tarzı ise hemen hiç değişmemiştir. Gözlemcisi olduğu olguları farklı bir estetik işçilikle metne taşıyarak içinde bulunduğu toplumun kültürel dokusunu tüm yönleriyle gözler önüne sermeye çalışmıştır. Tüm görüş ve duyumsayış alanını, her alanda kendi dil ve biçemini kurarak yazınsal alana taşımayı başarmıştır. Metninde güçlü bir yazar sesi yoktur.

Bahtin’in Dostoyevski anlatıcısında saptadığı o belgesel dille, yalın konuşan bir anlatıcı sürüklemektedir Anlatıcı sesiyle karakter ve kahramanların sesi aynı düzlem üzerinde duyulur.

 

Bahtin, roman türü için örnek seçtiği, üzerinde ayrıntılı çalışmalar yaptığı Dostoyevski’nin yaratıcı dehasını açıklarken şunları söylüyor:

 

“Dostoyevski’nin yaratıcı dehası, din, kültür, siyaset konularındaki oldukça tutucu görüşlerine baskın çıkar ama bunun nedeni romanlarında kendi görüşlerini dile getirmemesi, kahramanlarının hepsine aynı uzaklıkta durması, dile getirdikleri düşünceler konusunda tümüyle tarafsız kalması değildir. Bunların hiçbirisini yapmaz ama anlatıcının sesiyle kahramanların seslerini aynı düzlem üzerinde yan yana getirerek, hiçbirine fazladan bir otorite barındırma olanağı tanımayarak romanda dile gelen karşıt bakış açılarını daha yüksek bir düzeyde senteze ulaştıran bir anlatı yapısından özenle kaçınarak çoksesli bir özgürlük ortamı yaratır. (...) Dostoyevski için önemli olan kahramanının dünyada nasıl göründüğü değil, her şeyden öncelikli olarak, dünyanın kahramanına nasıl göründüğü ve kahramanının kendisine nasıl göründüğüdür. Yani kahramanın kendisiyle ilgili bilinci romanın düzenleyici ilkesi haline gelir. ‘Kahramanın her şeyi yutan bilincinin yanına yazarın yerleştirebileceği yalnızca tek bir nesnel dünya vardır: kahramanla eşit haklara sahip başka bilinçlerin dünyası’.” (M. Bahtin, Problems of Dostoevsky’s Poetics, çeviren ve yayına hazırlayan: Caryl Emerson, Austin, Texas, 1984, s. 47. Anan: Sibel Irzık, Karnavaldan Romana, s. 11, Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, s. 97- 100)

 

Ömer Türkeş, Virgül dergisinde yayımlanan yazısında Orhan Kemal dilini anlatıyor:

 

“Çok kolay okunur, ilk bakışta çok basitmiş gibi görünür Orhan Kemal romanları. Yukarıda sıklıkla vurguladığım toplumsal gerçekler hikâyeye bir anlatıcı aracılığıyla sokulmaz, kişilerin ruh tahlilleri ya da sayfalar süren mekân tasvirleri de yoktur. Sanki yazar aradan çekilmekte, roman kişilerinin yaşadıklarını gözlemlemektedir. Bu durumda olup bitenlerin aktarılması kişilerin iç konuşmalarına ve diyaloglarına bırakılmıştır. Ancak bu konuşmalar Kemal Tahir’in kişilerinin uzun, yoğun ve kimi zaman bıktırıcı ‘tirat’larına benzemez. Tersine, Orhan Kemal’de iç ve dış konuşma olabildiğince yalın ve gerçekçidir; karşılıklı konuşmalarla bir durumu, bir davranışı, bir çelişkiyi sergilerken roman kişilerinin ruhsal durumunu iç konuşmalarla dışa vurur. Siyasal, toplumsal ve ekonomik derinliği sağlayan da, yine büyük bir anlatım gücü taşıyan iç ve dış konuşmalardır. Böylelikle Bahtin’in dikkat çektiği çoksesliliği kendine özgü bir üslupla yakalayan Orhan Kemal, hem karakter hem tip özelliğine sahip roman kişileri yaratmıştır.” (A. Ömer Türkeş, “İşte Bizim Hikâyemiz”, Virgül, Sayı: 85, Haziran 2005).

 

Orhan Kemal metinlerinde Tanrı katındaki bir anlatıcı betimlemelerinin yerine kahraman ve karakterlerin kendi bakış açılarından üretilmiş diyalogların egemen olduğunu, farklı bakış açılarının görüntülendirme ve seslendirme için kullanıldığını görürüz. Uzun uzun iç çözümlemeleri, anlatıcı bakış açısından uzun uzadıya yorumlar yer almaz.

 

Diyaloglarda da, kimi kez anlatıcı söyleminde de „hitabet tarzı“ biçemde baskınlık kazanır. 

 

Hitabet tarzı, insan içselliğini açığa çıkarmada, diyalogun gerçeklik sınamasındaki yerini pekiştirmede çok önemli bir kullanım bulmaktadır. Bu konuda da Bahtin’in önemli saptamaları vardır:

 

“İç insan üzerinde hâkimiyet kurmak, onu yalnız bir analiz nesnesine dönüştürerek kavramak ve anlamak mümkün değildir; onunla bütünleşerek, onunla empati kurarak ona hükmetmek de mümkün değildir. Hayır, ona yalnızca diyalojik olarak hitap edilerek yaklaşılabilir ve ancak bu yolla açığa vurulabilir – daha doğrusu, kendisini açığa vurmaya zorlanabilir. Dostoyevski’nin anladığı şekliyle iç insanın resmedilmesi ancak onun bir başkasıyla söyleşisinin (communion) resmedilmesiyle olanaklıdır. ‘İnsandaki insan’ ötekiler için olduğu kadar kişinin kendisi için de yalnızca söyleşide, bir kişinin bir diğer kişiyle etkileşiminde açığa çıkarılabilir.” (M. Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, s. 336)  

 

*

 

Bereketli Topraklar Üzerinde (1954), Orhan Kemal yazınsallığı  için erken bir yapıt gibi görünmekle birlikte, onun biçemsel özelliklerini tamamıyla taşıma gücüne de sahiptir; örnek bir yapıt olarak ele alınalibir. Toplumsal sorunlar, çalışma koşullarının zorluğu, alabildiğine, insanlıkdışı sömürü, zorbalık işlenmekle birlikte, bir ideolojik kalıbın olay örgüsünün içine taşınması söz konusu değildir. Özgün bir yapı oluşturulmuştur, karakterleri toplumsal mücadele içinde, yazarın kendi düşüncesini savunan birer araç değil, kendileri olarak var olmayı başarmış özel, özgür, özerk bireylerdir.

 

*

 

İş bulma, kazanma amacıyla Çukurova’ya giden üç arkadaştan ikisi, Pehlivan Ali ve Köse Hasan orada ölmüş, İflahsızın Yusuf düşlerindeki gazocağına da sahip olarak bir masal kahramanı gibi yalnız dönmüştür. Yusuf’un romanın başında ve sonundaki dünyaya bakışı arasında önemli bir ayrım varmış gibi görünür; 19. yüzyıl egemeni bildungsroman yapısında olduğu gibi, kahraman bir evrime uğramıştır sanki… Eleştirmenler, tek başına köyüne dönen Yusuf’un karakter çözümlemeleriyle Orhan Kemal romanı üzerinde değerlendirmeler yaparlar.

 

Berna Moran, Orhan Kemal’in Yusuf’tan yana olmakla olmamak arasında bir ikircilik geçirdiğini söylemekte (Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, 2. Cilt, s 72).

 

Fethi Naci, Yusuf’u kendiliğinden bir gelişmenin (kavgasız, uzlaşmacı, duvarcı ustalığını becermiş bir köylü) tek olumlu simgesi olarak görmektedir (Fethi Naci, On Türk Romanı, s 61).

 

Taylan Altuğ ise Yusuf’u kendiliğinden ödün vermiş, dalkavukluk etmiş, insani yozluğa ve bireyciliğe kaymış bir kişilik olarak tanımlamaktadır. (Türkiye Defteri, Ağustos 1974, s. 39; anan: Berna Moran, agy, s 71)

 

Böylesine farklı, birbiriyle çelişen yargıların oluşmasından hareket ederek, roman yazarı Orhan Kemal’in, olayları kahramanlarının gözüyle, onların içselliğiyle görmeyi başardığını, çoksesli bir yapı kurmuş olduğunu söyleyebilmek çok da aykırı kaçmayacaktır. 

 

*

 

Ekmek parası uğruna Çukurova’ya gitmek için birlikte yola çıkan üç arkadaş birer şenlik insanıdır. Bahtin’in Budala’da Prens Mişkin için yaptığı tanımlamayla “karnaval dobralığı“ içindedirler. Rastlaştıkları kendi katmanlarından her insanda, her emekçide, onlara yazarca biçilmiş olabileceği varsayılabilecek “üçlü yazgı birliği” örselenir. Yeni karşılaştıkları insan, hemen onlardan biri, kırk yıllık bir tanış gibi olur, üç arkadaş dışarıdan katılımların olduğu tartışmalar sırasında bölünürler, yeri geldiğinde birbirlerine karşı dururlar. Sıkça birbirlerine takılırlar, gülüşürler. Birbirleriyle dalga geçerler. Burada, Anadolu köylüsünün kuttörelerden edinilmiş “oyuncu” davranış tarzının öne çıktığını söyleyebiliriz. 

 

Üç arkadaştan, hastalanan ve ölmeden önce yataklara düşen Köse Hasan’a, iş güç tutmayan, işçilerden aşırdıklarıyla geçinen hırsız, haydut karakterli Hidayet’in oğlu yardımcı olur. Ayağa kalkamayan Köse Hasan’ın koluna girer, olmadı sırtına alır, pis tuvalete kadar götürür, onun iğrenç dışkısının kokusunu çeker, kıçını çuval parçasıyla temizler. Hidayet’in oğlu, işçilerin kaldığı ahırın ev sahibi, hacı geçinen faizci Köse Topal’ın hırsızlıklarının tanığıdır. Köse Topal, işçilerden para toplayıp yemek yapmakta, sonra da bu yemeği başkalarına parayla satmaktadır. Hidayet’in oğluna sus payı olarak yemek verir. Hidayet’in oğlu da kendi hakkı olan yemeği yatalak durumdaki Köse Hasan’a eliyle yedirir. Sonradan boğularak öldürülen Köse Topal’ın katili, Hidayet’in oğludur.

 

Aynı kahraman, daha sonra gireceği patos işindeyse işçiler adına savaşım verdiği için işine son verilen Zeynel’in yerine geçmeyi, bir tür rütbe arttırımını hiç ikirciksiz kabul edecektir. 

 

Köse Hasan’ın köyden birlikte çıktıkları arkadaşı Pehlivan Ali, olabildiğince uygunsuz iş koşulları nedeniyle hasta olup yataklara düşmüş arkadaşını el kapısında, parasız pulsuz, hasta yatağında bırakmış gitmiştir ama, ilkin kendisine yapılan Zeynel’in yerine çalışma önerisini kabul etmeyecektir. “Yiğit adamın yerinde çalışmam ben arkadaş. Yiğit ölür, namı kalır. Çalışmam ben!” diyecektir. (Bereketli Topraklar Üzerinde, s. 319)

 

*

 

Orhan Kemal karakterleri de Dostoyevski’nin karakterlerini andırırlar. En belirgin özellikleri, “kendileri gibi” olmalarıdır. Her bir karakter için ayrı görünen bir hayat vardır. Tek bir anlatıcının ürettiği tutarlı tiplemeler değildir onlar. Roman kahramanları, bir anları diğer anlarını tutmayan o bildik insanın gölgesi gibidir.

 

Pehlivan Ali, saf, dümdüz, kaba saba bir köylüdür. Bahtin’in Dostoyevski’nin kimi kahramanlarında bulduğu “karnaval dobralığı” en çok onda yaşam bulmuştur. Genelevde iri yapılı bu adamın kendisini seçmesinden ötürü önceleri biraz rahatsızlık duyan ufak tefek yapılı orospu, onun davranışlarından, safça konuşmalarından müthiş etkilenir. Genelevdeki diğer kadınların da hemen gözlemleyebildikleri gibi, ona “tutulur”.

 

Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde adlı yapıtındaki en önemli ayrıntılardan biri, ikinci baskıda yaptığı bir değişikliktir. Yola çıkarken şehirlilerden birer cin, tehlikeli, yoldan çıkmış yaratık olarak söz eden Yusuf, dönüşte şehirlileri birer enayi olarak görmekte, şehirliyi küçümsemektedir. Kendine güvenli bir havası vardır, böbürlenmektedir. Klasik roman yapısındaki başla son arasındaki karakter değişimi, kahraman evrilmesi, gelişme gerçekleşmiş gibidir. Kahramanın Lukácsçı, bütünlüklü bir dünya arayışı yolunda önemli bir adım atılmıştır ki, her şey altüst oluverir: Yusuf’un tanışıp birlikte çay içtiği, konuşmaya başladığı, başlangıçta Yusuf’un konuşmalarıyla eğlenen istasyon görevlisi birden öfkelenir;  

 

“- Bana bak bana dedi. Deminden beri boyuna dinlettin. Anlattıklarını yedim belleme. Hem sana bir şey deyim mi? Köyünden de çıkmaya kulak asma.

 

Yusuf küçük memurun gerçek yüzüyle karşılaşınca şaşırmıştı:

 

Niye?

 

Şehri pislettiğiniz yeter!

 

Biz mi pisletiyoruz?

 

Fazla konuşma, gözü açıklığa da lüzum yok. Yallah, marş!” diyerek kovalar onu. (Bereketli Topraklar Üzerinde, s 369) 

 

Yusuf’taki değişim üzerine kafa yoran, geride ölüsü kalmış iki arkadaşıyla ilgili anıları onun kişiliğinde saklayan okur bu sahne ile altüst olur. İkinci baskıya eklenen bu parodik söylem, Orhan Kemal’in yazınsallığı, kahramanlarının roman içindeki gelişimleriyle ilgili değerlendirmeler yapan eleştirmenlere verilmiş bir yanıt gibidir: yani, kahramanları ve karakterleri bildikleri gibi davranırlar! “Gözlemlenen kişilik değişimi”yle dalga geçilerek anlatıcının önceden belirlenmiş bir sona ulaşma kaygısı olmadığı gösterilmek istenmiştir sanki.

 

Orhan Kemal’in diğer romanlarında da insan ilişkilerinde bir tutarlılık, süreklilik gözlenmez. Nereye varacağı belli olmayan bir devinim vardır. Karakterlerinin yalnızca birbirlerine karşı olan duygu ve düşüncelerinde değil, dünyaya bakışlarında da değişimler görülüyor olsa da, amaç bir senteze varmak, anlatıyı bir sonuca götürmek değildir… “Yazar olarak kendimi aradan çekip okuyucumu anlattığım şeylerle baş başa bırakıyorum” diyen Orhan Kemal’in (Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, s 116; anan: Berna Moran, agy, s72) bu tutumu, Bahtin’in Dostoyevski için söylediklerini anımsatıyor:

 

“Dostoyevski için önemli olan, kahramanın dünyada nasıl göründüğü değil, öncelikle dünyanın kahramana nasıl göründüğü ve kahramanın kendi kendisine nasıl göründüğüdür.” (Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, s 97).

 

 

Alper Akçam

 

(Değerli yazarımız Orhan Kemal’i  2 Haziran 1970 yılında kaybettik. Ölümünün 42. Yılında saygıyla anıyoruz.)

 

Gerçekedebiyat.com

 

        

[email protected]