Ana Sayfa

 
 

Cumhuriyet Kitap - Işık Öğütçü/Gamze Akdemir - 18 Ekim 2012

 

 

Orhan Kemal'i eleştirmeye var mısınız? Buyrun!

 

   
 

Oğul Işık Öğütçü ile ustayı Zamana Karşı çekiştirdik!

Orhan Kemal ile yapılmış söyleşiler, yapıtları hakkında kaleme alınmış eleştiri yazıları ve ölümsüz anıları Zamana Karşı Orhan Kemal adlı bir kitapta derlendi. Oğul Işık Öğütçü tarafından hazırlanan ve Zamana Karşı adını taşıyan kitapta yer alan eleştiri yazılarının ilki 1949, en yenisi ise Eylül 1970e tarihleniyor. İçlerinde Orhan Kemali değerlendirmenin yanı sıra ciddi ciddi yerin dibine batıran, düpedüz kötüleyenler de var... Bu noktada bireyin gerçek mutsuzluk ya da mutluluğunun, içinde yaşadığı toplum düzeninden gelebileceğine inanan, her türlü insanı ve sosyal sınıfı yazan, kendisi de ekmeğinin peşinde mücadele vermiş bir emekçi olan Orhan Kemali yazarken sadece üstadı kutsayan bir çalışma olsun istememiş Oğul Öğütçü. Sert eleştirileri nedeniyle kimseyi bertaraf etmemiş. Öğütçünün, tüm çalışmalarında olduğu gibi bu çalışmasında da amaçladığı Orhan Kemalin düşünceleri üzerinden insanlığın faydalanabileceği olumlu mesajlar iletmek. Oğul Işık Öğütçü ile Zamana Karşı Orhan Kemal kitabı üzerine söyleştik.


Gamze AKDEMİR-

 

SORU 1: İlk röportajını 1 Haziran 1951'de Yeditepe Dergisi için yaptığını belirttiğiniz babanızı bu söyleşilerde daha iyi tanıma olanağı bulduğunuzu yazıyorsunuz. Bunu anlatır mısınız?

I.Ö. : Biliyorsunuz ben babamı çocuk yaşta kaybettim. Onun edebi kişiliğini ancak yıllar sonra keşfettim. Ve hâlâ keşfetmeye devam ediyorum. Düşünün ki, onca kitap yazmış bir kişinin evinde sadece çocukluğunu yaşayan birisi, bütün bu kitapları merak etmeden yaşıyor. Bu durum üstadın ölümüyle değişiyor, başlıyorsunuz onun eserlerini okumaya, böylece gerçek anlamda bir okuyucu olarak edebiyat dünyasına giriyorsunuz. Ancak yıllar sonra, mutlulukla söyleyebilirim, Orhan Kemal Müzesi’ni açtıktan sonra babam Orhan Kemal’i değil, araştırmalarımla sanatçı Orhan Kemal’i tanıma olanağı buldum. Hâlâ araştırmalarım devam ettiğine göre onu tam anlamıyla tanımam için daha çok yol almam gerekiyor. Burada şunu da ifade edeyim: Kazak düşünür Abay’ın sevdiğim bir sözü var, “Babanın oğlu olma, insanlığın oğlu ol!” Araştırmalarım sadece bir evladın babaya seslenişi değil. Tüm çalışmalarımın anlamı Orhan Kemal’in düşünceleri üzerinden insanlığın faydalanabileceği olumlu mesajlar iletmek. Bu düşünceye kitaplarımla bir katkı sağlıyorsam ne mutlu bana.

Son çalışmam olan “Zamana Karşı Orhan Kemal”de onun duygularını, dünya görüşünü, sanat anlayışını ve daha pek çok düşüncesini röportajlarında okumam, ben de çıkıp gelmişte bizlerle konuşuyor hissi uyandırdı.

SORU 2: Orhan Kemal'in yapıtlarıyla ilgili eleştirileri, kendisiyle yapılan röportaj ve yazıları derleyerek sunuyorsunuz bu kitapta. Bu eleştiri yazılarının ilki 1949, en yenisi ise Eylül 1970'e tarihleniyor. İçlerinde ciddi ciddi yerin dibine batıran, kötüleyenler de var… Bu anlamda kitap bir anlamda ezber bozuyor diyebilir miyiz?

I.Ö. : Yapmak istediğim buydu. Siz çok iyi özetlediniz. Evet ben bir tarafım, ama “Zamana Karşı Orhan Kemal” kitabında yer alan sert eleştirileri nedeniyle kimseyi bertaraf etmedim. Sadece üstadı kutsayan bir çalışma olsun istemedim. Zaten bana da yakışmazdı. Yazıların hepsi arşivde mevcut. Bunları dışlasam da, iyi bir araştırmacı kolay bir şekilde bunların hepsine ulaşabilir, yayınlayabilirdi. Seçtiğiniz yazılarda tercihiniz önemli olabilir, keskin eleştirileri almayabilirdiniz. Ama o zaman da kitabın ruhu kaybolurdu. Bunları tarafsız gözle değerlendirmem yazarın değeriyle çok ilgili. Geçen süre yazarımızı aşındırmamış, aksine daha parlak kılmıştır. Zamana karşı durabilmek, her sanatçının başarabildiği bir eylem değildir.

SORU3: Eleştirmenlere manidar dokundurmalarla yaklaşıyor Orhan Kemal, Vedat Günyol gibi namuslularını tenzih ederek... Alay etmiyor elbet ama aymazını, harcamacısını, haksızca inatçı yergicisini dobraca yermekten de geri durmuyor. Nasıl yazdığını, yazamadığı zaman neden yazamadığını, lafını gediğine koyan yaklaşımını artık sormayacağım, zira bunları bir önceki söyleşimizde de uzun uzun konuşmuştuk. Burada, olumsuz eleştirilere yaklaşımını soracağım. Eleştirmenlere mesafesini açar mısınız ustanın, kitabın bu konudaki yaklaşımını ortaya koymak adına sorarsam eleştirmenlere mesafesini açar mısınız ustanın?

I.Ö. : Kendisi de eleştirmenler için şunu söyler, “Anlamıyorum eleştirmenlere kırılmayı. Eleştirmeci benim her yazdığımı beğenmeye mecbur bir dalkavuğum mudur?” Yaklaşımı bu cümlede belirlidir. Onun eleştirdiği güdümlü eleştirmenleredir. Döneminin pek çok edebiyatçısının ne yazdığını veya yazamadığını bilen bir insandır. Herhangi bir yazara olumlu eleştiri yapıldığında, sağlıklı bir şekilde o yazının analizini yapabilecek, nedenini, niçinini sorgulayabilecek yetenekte bir insan. Hâl böyle olunca hak etmeyen birisi için yapılan övgülerin, bunda başka hesapların olduğunu düşünmüştür ve eleştirmenlere notunu vermekten de çekinmemiştir. Eleştirmenin de sanatçı gibi yan tutabileceğini söylemiştir. Ama haksızlığa tahammülü yoktur.

SORU 4: Orhan Kemal'i değerlendirenlerin odaklandığı hep en önce Vedat Günyol'un deyişiyle “hep etiyle kemiğiyle bağlı olduğu bir sınıf insanının kaderiyle, geleceğiyle ilgili olması... Bilirkişimsi bir üstten bakmacılığa prim vermediğini, köy-kent etkileşiminde ve gelgitinin takibinde misyonerlik edasından nasıl da uzak olduğu öyle değil mi? Hatta kitapta en ağırlık verilen, ortaya konulan nokta da bu diyebilir miyiz?

I.Ö. : Her türlü insanı, sosyal sınıfı yazmıştır. Daha çok da iyi bildiği tanıdığı kesimleri ele almıştır. Tüm fakir fukara, dar gelirliler, küçük insanlar onun kahramanı, çevreleri kitaplarının mekânı olmuştur. Köydeki köylüyü yazmamıştır. Ama köyden kente göç eden büyük iş gücünü gözlemlemiş, onların sorunlarını, sıkıntılarını, sömürülmelerini irdelemiş, bunları yazarak insanlığın daha iyi bir dünyaya, düzenli topluma kavuşmaları için kalemiyle mücadeleye katılmıştır. Kaleme alırken eserlerinin estetik yapısına dikkat etmiş, süslemelerden, uzun tiratlardan, akıl vermelerden kaçınmış sorunun temeline sabırla, anlaşılır cümlelerle inmiştir. Toplumcu bir yazardır. Bireyin gerçek mutsuzluk ya da mutluluğunun, içinde yaşadığı toplum düzeninden gelebileceğine inanır. Bundan dolayı pek çok kitabında okuyucu problemin çözümünü de bulmaktadır.

Bir de önce ekmek düşüncesini eleştiren yazarda vardır. İnsanlığın en önemli temel sorunu ekmek değil midir? Hepimiz bunun koşuşturmasını yapmıyor muyuz? Burada anlatılan ekmeğin ne olduğunu işine gelmeyen anlamayacaktır. Ekmeği önemsediği için kitabının düşünceden yoksun olduğuna inanan eleştirmen, “Orhan Kemal için edebiyat ve felsefenin değeri yoktur!” hükmünü verebilmektedir.

Yenilikçidir, yeni kavramların toplum tarafından anlaşılacağını önemser, “Unutmamak gerekir ki, hangi alandan olursa olsun herhangi bir yenilik mutlaka anlaşılır. Toplumun anlamadıkları, toplumu anlamayanlardır.”

Aydınlanmasında, edebiyat yolculuğunun başlamasında büyük emeği olan Nâzım Hikmet’i de unutmamıştır. Bugün dahi herkese rehber olabilecek bir bakışı dile getirir, “Bütün mesele bakmasını bilmektir. Bakmasını bileceksin ki, görülmesi gerekeni görebilesin. İşte Nâzım bana bunu öğretti!”


SORU 5: Orhan Kemal'in eserlerinin zamana karşı direnen, çok çağlı, çok zamanlı eserler olması hem iyi hem de kimilerine göre ülkedeki değişmezler anlamında neden kötü (mü)dür? Günü görürken geleceğimizi de görmüş gibi Orhan Kemal her ne kadar umudunu hep diri tutmuşsa da… Ustanın gamlı gamsız yılların gamlı gamsız insanlarını ehilce ve şuurluca kaleme aldığını ve okurlarını da bu şuurla buluşturduğunu imleyen Vedat Günyol'un yazdığı gibi “Her eseriyle bizi, ümitlerimizi tazelemeye elverişli bir hale getiriyor.” Soru biterken “Sarhoşlar” kitabını değerlendirirken Oktay Akbal'ın tespitini de mutlaka anmalı: “Kuvvetli bir hicivci ve humoriste”. Halis Acar’a da şunları söylüyor Orhan Kemal 1958’deki röportajda: “Ben kalemimi, aslında öteki milletlerden hiçbir bakımdan geri olmayan milletimin gelişmesini engelleyen şartlara karşı koymuş bir yazarım. Tuttuğum yolda gücümce yürüyorum, yürüyeceğim. Yazmamak, kendimi ödevlendirdiğim kutsal ödevimden kaytarmak olmaz mı?” Ya 1967’de Tanju Cılızoğlu’na söyledikleri: “ORHAN KEMAL: “Hep böyle olmuştur. Ne denli yaşama sevincine asıldıysam alıp alıp bir yerlere götürdüler. Çoğu hapishaneye, sorgu suale götürdüler. Bu kez ufak bir değişiklik oldu. Hapishane yerine hastaneye geldik.”

I.Ö. : Gönül ister ki, ülke her alanda değişsin ve gelişsin de üstadın yazmış olduğu konular eskide kalsın, gerekirse klasik olarak bir köşede kalsın. Oysa günümüzde yaşadığımız toplumda, onun sözünü ettiği koşulların henüz değişmediğini gördükçe daha çok uzun yıllar eserlerinin geçerliliğinin olacağını, zamana karşı direneceğini göreceğiz. İki kavramı hep en önde tutmasını bildi. Umudu ve iyimserliği. Bunlar dünya var oldukça insanlığın ortak paydası olduğuna göre sadece ülkemizde değil, diğer ülkelerde de kitapları okunacaktır. Tanju Cılızoğlu dedinizde aklıma geldi. Babam hapishane hastane çelişkisine 1961’de şunları söyler, “Bense CHP devrinde ‘Muzır’, DP devrinde ‘Muzır’ talihe bak ki MBK devrinde de ‘Muzır’. Ben Unkapanı’nda oturmaya razı olduktan, Nobel’e namzet gösterilmeye heves etmedikten, yarı aç yarı tokluğa razı geldikten kelli iktidara kim gelirse gelsin, bana ne?” Sana ne demeyip 1966 yılında tekrar içeri buyur edilecek, böylece AP devrinde de ‘Muzir” sayılacaktı.

SORU 6: Orhan Kemal’i Orhan Kemal yapan “dil”ine olumlu/olumsuz takılan/takan eleştirmen sayısı da az değil. En çok neden olsa gerek?

I.Ö. : Fikret Otyam’a yazdığı bir mektupta, Stendal’in bir söylemine atıfta bulunur, “En iyi roman üslubu, zabıt kâtibinin yazdığı zabıtlardaki kuru üsluptur.” Şunu da ekler, “Büyük eser demek, söyleyecek sözün çok olmasıdır, böyle olunca bir takım cambazlıklara vakit bırakmaz. Daha açıkçası, şekil vıdı vıdıcılığıyla uğraşanlar, sözleri olmayanlardır.” Dilin sadeliği önceliklidir. Onun için önemli olan ana fikrin sanatsal bir estetik içinde verilmesidir. Eserlerinde hiçbir zaman abartılı tasvirleri, uzun mekân anlatımları yoktur. Dili berraktır. Fakat anlattığı olayın örgüsüne göre kahramanları yörenin şivesiyle veya eğitim düzeylerine göre kelimeleri doğru vurgulamayarak konuşurlar. Kendisi de aynı vurguyu yapar, “Hikâye ve romanlarda şive farkına -aşırılığa düşmeden- yer verilmesi dilde birlik esasına asla aykırı düşmez kardeşim. Çünkü konuşturduğunuz tipler, ideal Türkçeye misal olarak verilmiş değildir ki. Yani şiveyi yazar yapmıyor, tipleri yapıyor.”. Eleştirmenler bunu da bir sorun olarak görmüşlerdir. Oysa şiveden çok öz onun için değer taşır, “Öz bence biçimden daha önemlidir. Biçim ve deyiş oyunlarıyla okuyucuyu aldatmayı sevmem. Sanatı ya bir akrobat gibi ya da insan olma haysiyeti ile bir görev gibi kabul etme var. Ben ikinciye inanıyorum.”

SORU 7: İçindeki ukdelerde de hep edebiyat adına, kitaplar adına, gezme tozma derdinde değil… Çoluğunun çocuğunun rızkını çıkarmak ayrıca, en baba derdi yaşam derdi, geçim derdi değil mi?

I.Ö. : O dert, yani geçim derdi yaşadığı sürece hep peşindeydi. Daha çok kitap satılması, daha çok para kazanması için kendi tanıtımını bizzat yapmayı ayıp sayacak kadar da onurlu bir insandı. İşlerinin engellenmesi içinde şu saptamayı yapar, çok dinlemişizdir ondan, “Bilmem benim işlerimi geri bırakan, ağırlaştıran, bozan görünmez el, eller var gibi geliyor bana.”. Eserleri için geçim sıkıntısının faydalı olduğunu şu açıklamasından anlayabiliriz, ““Kim demiş kuyruğa girmiyorum? Kâh ben, kâh çocuklar, başkaları gibi kuyrukta sıra bekledikten sonra öteberimizi alabiliyoruz. Bu hiç de fena olmuyor. Halkın, yaşantısının tam içinde bulunuyorsunuz, değişen şartlar ve insanlarla burun buruna. Gerçekçi bir yazar için bulunmaz bir fırsat. Ne zaman kuyruğa girsem, 'Kuyruktaki Adam' diye bir roman yazmak geçer içimden.”

Kendisinin ekonomik olarak kurtuluşunun önemli olmadığını, toplumsal refahı önde tutması, halkının sıkıntısını duyduğunu şu cümleden anlarsınız, “Yarın endişesinden bir gün bile kurtulmuş değilim. Kötümser değilim. Çünkü benden çok daha fazla çalıştığı halde çok daha kötü yaşama koşullarında olan milyonlarca yurttaşım var.”

SORU 8: Sait Faik'le kavgaları, çekişmeleri ayyuka halde ama saygısını hiç yitirmiyor ona. Hele ki aralarındaki o küfür komedisi! Burada bundan bahsetmeden olmaz...

I.Ö. : Kitapta, Muzaffer Buyrukçu’nun yazısından bu iki güzel insanın çekişmesini okuyoruz. Edebiyatçılar arasında bu tür atışmalar olmasa, yıllar sonraya konuşulacak ne kalacak ki? “Önemli Not!” kitabına aldığım bir başka anıyı üstadın dilinden size anlatayım: ‘Güzel bir ilkbahar sabahıydı. Sait elinde ince bir defter, Meserret’e geldi. Şakalaştık. Çok memnundu. Gözlerinin içleri canlı canlı gülüyordu. “Hayrola?” dedim. “Yeni bir hikâye yazdım,” dedi. “Okuyayım mı?”. “Ne duruyorsun?”. Yüzüme şakadan baktı: “Hikâyeden anlamazsın ya sen de, neyse,” gibi bir şeyler söyledi, başladı. “Hişt, hişt” hikâyesiydi bu. Severek, heyecanla okudu. Bitirdi. “Nasıl?” diye sormadan, defteri cebine soktu. Şakadan da olsa vereceğim karşılığı biliyordu. Hikâyesini öylesine sevdiğini anlamıştım ki, beğenilmemiş ya da toz kondurulmuş olmasına dayanamayacaktı. Gene de, “Bu ne ulan,” dedim. “Hikâye mi güya?” Öyle bir baktı ki, nasıl kızdığını anladım. Hırsla çıktı gitti kahveden. Onun başta “Hikâyeden anlamazsın ya sen de, neyse”sinin karşılığını vermiş, öcümü almıştım. O “Hişt hişt” hikâyesini beğenmemiş miydim gerçekten? Ne münasebet. Adayı, onun adasını, onun adasının baharını son derece usta veriveren nefis bir atmosfer hikâyesiydi şüphesiz. Şıp şıp, birkaç kalem darbesi, al sana Burgaz baharının o renk cümbüşü.’ İşte böyle. İki büyük edebiyatçıyı da burada anmış olalım.

SORU 9: Ölmeyi düşünmüş Orhan Kemal… Hem de ciddi ciddi… Rıfat Ilgaz’a anlatıyor bunu 1968’deki röportajda: : “Otuz beş, otuz altı yaşıma girerken, bir karamsarlığa kapıldım. Bir karar verdim, çılgınca. Kararım şuydu: Ölmek! Ama... günahına girip dünyaya getirdiğim çoluk çocuğa ölüm ne bırakacaktı? Bırakacağı şey, cenaze masrafı, bir sürü de borç... Şöyle bir karara vardım: Önce kendimi sigorta ettirip, bir arabanın altına yatmak... Kendimi sigorta ettirdim ama... Can tatlı... İkinci bölümü uygulayamadım. Eğer benim gibi düşünenler varsa bugün, onlara kardeşçe öğüdüm şu: 'Önce iyice düşünsünler, dünyaya baksınlar, masmavi gökyüzü, yaprak yüklü ağaçlar, çocukların gözlerinde umut, güneşin sıcaklığı... Her şey insanı mutlu kılmak için ellerinden geldiği kadar çaba gösteriyor. Bütün suç düzensiz toplumda... Düzensiz toplumu, düzenli toplum haline getirmek için çaba harcamak, herhalde ölmekten çok daha insanca.”

I.Ö. : Dayanma gücünün kalmadığı dönemlerde böyle çılgınca fikirler gelmemiş değil. Ama can tatlı diyerek, sizinde sözünü ettiğiniz nasihatte bulunmuş. Bakın kırk beş yaşında da Fikret Otyam’a yazdığı mektupta ne diyor, “Adımız çıkmış ‘Roman’cıya. Bilmem Habeşistan’da kaldı mı isim yapmış, eserler vermiş, tutulmuş bir romancının şu hâli. Yakında dede olacağız, hâlâ bu. Bayram seyran gelince, çocuklara, torunlara maskara olmak da var galiba. Ben harçlık bulamıyorum ki başkalarına hayrım dokunsun! Zaman zaman aklıma memleketi terk etmek geliyor. Pasaport verdiler verdiler, vermemekte ısrar ettiler mi, yat açlık grevine dayan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları’na. Hooş, hangi insan hakları desene?” Daha sonra ölümle alay eden başka bir mektup daha yazar, “Bereket versin sinirlerim çok dayanıklı. Yoksa, bu şartlar altında ‘illaki yaşamaya’ değmezdi. Bir de çoluk çocuk. Ulan ne tuhaf be! Canının istediği anda ağız tadıyla ölemiyorsun bile. Ölmeye kalksan, sinemacılar bir yandan, öte yandan çoluk çocuk yakama yapışacak: ‘Nasıl ölürsün yahu, ölmeye hakkın yok!’ diyecekler gibi geliyor. Yani ‘Yaşamaya mahkumsun!’. İşte böyle hoş bir adamdır benim babam…

 

        

[email protected]