|
Oğul Işık Öğütçü ile ustayı Zamana Karşı çekiştirdik!
Orhan
Kemal ile yapılmış söyleşiler, yapıtları hakkında kaleme alınmış
eleştiri yazıları ve ölümsüz anıları Zamana Karşı Orhan Kemal adlı
bir kitapta derlendi. Oğul Işık Öğütçü tarafından hazırlanan ve
Zamana Karşı adını taşıyan kitapta yer alan eleştiri yazılarının
ilki 1949, en yenisi ise Eylül 1970e tarihleniyor. İçlerinde Orhan
Kemali değerlendirmenin yanı sıra ciddi ciddi yerin dibine batıran,
düpedüz kötüleyenler de var... Bu noktada bireyin gerçek mutsuzluk
ya da mutluluğunun, içinde yaşadığı toplum düzeninden gelebileceğine
inanan, her türlü insanı ve sosyal sınıfı yazan, kendisi de
ekmeğinin peşinde mücadele vermiş bir emekçi olan Orhan Kemali
yazarken sadece üstadı kutsayan bir çalışma olsun istememiş Oğul
Öğütçü. Sert eleştirileri nedeniyle kimseyi bertaraf etmemiş.
Öğütçünün, tüm çalışmalarında olduğu gibi bu çalışmasında da
amaçladığı Orhan Kemalin düşünceleri üzerinden insanlığın
faydalanabileceği olumlu mesajlar iletmek. Oğul Işık Öğütçü ile
Zamana Karşı Orhan Kemal kitabı üzerine söyleştik.
Gamze AKDEMİR-
SORU 1: İlk
röportajını 1 Haziran 1951'de Yeditepe Dergisi için yaptığını
belirttiğiniz babanızı bu söyleşilerde daha iyi tanıma olanağı
bulduğunuzu yazıyorsunuz. Bunu anlatır mısınız?
I.Ö. :
Biliyorsunuz ben babamı çocuk yaşta kaybettim. Onun edebi kişiliğini
ancak yıllar sonra keşfettim. Ve hâlâ keşfetmeye devam ediyorum.
Düşünün ki, onca kitap yazmış bir kişinin evinde sadece çocukluğunu
yaşayan birisi, bütün bu kitapları merak etmeden yaşıyor. Bu durum
üstadın ölümüyle değişiyor, başlıyorsunuz onun eserlerini okumaya,
böylece gerçek anlamda bir okuyucu olarak edebiyat dünyasına
giriyorsunuz. Ancak yıllar sonra, mutlulukla söyleyebilirim, Orhan
Kemal Müzesi’ni açtıktan sonra babam Orhan Kemal’i değil,
araştırmalarımla sanatçı Orhan Kemal’i tanıma olanağı buldum. Hâlâ
araştırmalarım devam ettiğine göre onu tam anlamıyla tanımam için
daha çok yol almam gerekiyor. Burada şunu da ifade edeyim: Kazak
düşünür Abay’ın sevdiğim bir sözü var, “Babanın oğlu olma,
insanlığın oğlu ol!” Araştırmalarım sadece bir evladın babaya
seslenişi değil. Tüm çalışmalarımın anlamı Orhan Kemal’in
düşünceleri üzerinden insanlığın faydalanabileceği olumlu mesajlar
iletmek. Bu düşünceye kitaplarımla bir katkı sağlıyorsam ne mutlu
bana.
Son çalışmam olan “Zamana
Karşı Orhan Kemal”de onun duygularını, dünya görüşünü, sanat
anlayışını ve daha pek çok düşüncesini röportajlarında okumam, ben
de çıkıp gelmişte bizlerle konuşuyor hissi uyandırdı.
SORU 2: Orhan Kemal'in
yapıtlarıyla ilgili eleştirileri, kendisiyle yapılan röportaj ve
yazıları derleyerek sunuyorsunuz bu kitapta. Bu eleştiri yazılarının
ilki 1949, en yenisi ise Eylül 1970'e tarihleniyor. İçlerinde ciddi
ciddi yerin dibine batıran, kötüleyenler de var… Bu anlamda kitap
bir anlamda ezber bozuyor diyebilir miyiz?
I.Ö. : Yapmak
istediğim buydu. Siz çok iyi özetlediniz. Evet ben bir tarafım, ama
“Zamana Karşı Orhan Kemal” kitabında yer alan sert eleştirileri
nedeniyle kimseyi bertaraf etmedim. Sadece üstadı kutsayan bir
çalışma olsun istemedim. Zaten bana da yakışmazdı. Yazıların hepsi
arşivde mevcut. Bunları dışlasam da, iyi bir araştırmacı kolay bir
şekilde bunların hepsine ulaşabilir, yayınlayabilirdi. Seçtiğiniz
yazılarda tercihiniz önemli olabilir, keskin eleştirileri
almayabilirdiniz. Ama o zaman da kitabın ruhu kaybolurdu. Bunları
tarafsız gözle değerlendirmem yazarın değeriyle çok ilgili. Geçen
süre yazarımızı aşındırmamış, aksine daha parlak kılmıştır. Zamana
karşı durabilmek, her sanatçının başarabildiği bir eylem değildir.
SORU3: Eleştirmenlere
manidar dokundurmalarla yaklaşıyor Orhan Kemal, Vedat Günyol gibi
namuslularını tenzih ederek... Alay etmiyor elbet ama aymazını,
harcamacısını, haksızca inatçı yergicisini dobraca yermekten de geri
durmuyor. Nasıl yazdığını, yazamadığı zaman neden yazamadığını,
lafını gediğine koyan yaklaşımını artık sormayacağım, zira bunları
bir önceki söyleşimizde de uzun uzun konuşmuştuk. Burada, olumsuz
eleştirilere yaklaşımını soracağım. Eleştirmenlere mesafesini açar
mısınız ustanın, kitabın bu konudaki yaklaşımını ortaya koymak adına
sorarsam eleştirmenlere mesafesini açar mısınız ustanın?
I.Ö. : Kendisi de
eleştirmenler için şunu söyler, “Anlamıyorum eleştirmenlere
kırılmayı. Eleştirmeci benim her yazdığımı beğenmeye mecbur bir
dalkavuğum mudur?” Yaklaşımı bu cümlede belirlidir. Onun eleştirdiği
güdümlü eleştirmenleredir. Döneminin pek çok edebiyatçısının ne
yazdığını veya yazamadığını bilen bir insandır. Herhangi bir yazara
olumlu eleştiri yapıldığında, sağlıklı bir şekilde o yazının
analizini yapabilecek, nedenini, niçinini sorgulayabilecek yetenekte
bir insan. Hâl böyle olunca hak etmeyen birisi için yapılan
övgülerin, bunda başka hesapların olduğunu düşünmüştür ve
eleştirmenlere notunu vermekten de çekinmemiştir. Eleştirmenin de
sanatçı gibi yan tutabileceğini söylemiştir. Ama haksızlığa
tahammülü yoktur.
SORU 4: Orhan Kemal'i
değerlendirenlerin odaklandığı hep en önce Vedat Günyol'un deyişiyle
“hep etiyle kemiğiyle bağlı olduğu bir sınıf insanının kaderiyle,
geleceğiyle ilgili olması... Bilirkişimsi bir üstten bakmacılığa
prim vermediğini, köy-kent etkileşiminde ve gelgitinin takibinde
misyonerlik edasından nasıl da uzak olduğu öyle değil mi? Hatta
kitapta en ağırlık verilen, ortaya konulan nokta da bu diyebilir
miyiz?
I.Ö. : Her türlü
insanı, sosyal sınıfı yazmıştır. Daha çok da iyi bildiği tanıdığı
kesimleri ele almıştır. Tüm fakir fukara, dar gelirliler, küçük
insanlar onun kahramanı, çevreleri kitaplarının mekânı olmuştur.
Köydeki köylüyü yazmamıştır. Ama köyden kente göç eden büyük iş
gücünü gözlemlemiş, onların sorunlarını, sıkıntılarını,
sömürülmelerini irdelemiş, bunları yazarak insanlığın daha iyi bir
dünyaya, düzenli topluma kavuşmaları için kalemiyle mücadeleye
katılmıştır. Kaleme alırken eserlerinin estetik yapısına dikkat
etmiş, süslemelerden, uzun tiratlardan, akıl vermelerden kaçınmış
sorunun temeline sabırla, anlaşılır cümlelerle inmiştir. Toplumcu
bir yazardır. Bireyin gerçek mutsuzluk ya da mutluluğunun, içinde
yaşadığı toplum düzeninden gelebileceğine inanır. Bundan dolayı pek
çok kitabında okuyucu problemin çözümünü de bulmaktadır.
Bir de önce ekmek
düşüncesini eleştiren yazarda vardır. İnsanlığın en önemli temel
sorunu ekmek değil midir? Hepimiz bunun koşuşturmasını yapmıyor
muyuz? Burada anlatılan ekmeğin ne olduğunu işine gelmeyen
anlamayacaktır. Ekmeği önemsediği için kitabının düşünceden yoksun
olduğuna inanan eleştirmen, “Orhan Kemal için edebiyat ve felsefenin
değeri yoktur!” hükmünü verebilmektedir.
Yenilikçidir, yeni
kavramların toplum tarafından anlaşılacağını önemser, “Unutmamak
gerekir ki, hangi alandan olursa olsun herhangi bir yenilik mutlaka
anlaşılır. Toplumun anlamadıkları, toplumu anlamayanlardır.”
Aydınlanmasında, edebiyat
yolculuğunun başlamasında büyük emeği olan Nâzım Hikmet’i de
unutmamıştır. Bugün dahi herkese rehber olabilecek bir bakışı dile
getirir, “Bütün mesele bakmasını bilmektir. Bakmasını bileceksin ki,
görülmesi gerekeni görebilesin. İşte Nâzım bana bunu öğretti!”
SORU 5: Orhan Kemal'in eserlerinin zamana karşı direnen, çok
çağlı, çok zamanlı eserler olması hem iyi hem de kimilerine göre
ülkedeki değişmezler anlamında neden kötü (mü)dür? Günü görürken
geleceğimizi de görmüş gibi Orhan Kemal her ne kadar umudunu hep
diri tutmuşsa da… Ustanın gamlı gamsız yılların gamlı gamsız
insanlarını ehilce ve şuurluca kaleme aldığını ve okurlarını da bu
şuurla buluşturduğunu imleyen Vedat Günyol'un yazdığı gibi “Her
eseriyle bizi, ümitlerimizi tazelemeye elverişli bir hale
getiriyor.” Soru biterken “Sarhoşlar” kitabını değerlendirirken
Oktay Akbal'ın tespitini de mutlaka anmalı: “Kuvvetli bir hicivci ve
humoriste”. Halis Acar’a da şunları söylüyor Orhan Kemal 1958’deki
röportajda: “Ben kalemimi, aslında öteki milletlerden hiçbir
bakımdan geri olmayan milletimin gelişmesini engelleyen şartlara
karşı koymuş bir yazarım. Tuttuğum yolda gücümce yürüyorum,
yürüyeceğim. Yazmamak, kendimi ödevlendirdiğim kutsal ödevimden
kaytarmak olmaz mı?” Ya 1967’de Tanju Cılızoğlu’na söyledikleri:
“ORHAN KEMAL: “Hep böyle olmuştur. Ne denli yaşama sevincine
asıldıysam alıp alıp bir yerlere götürdüler. Çoğu hapishaneye, sorgu
suale götürdüler. Bu kez ufak bir değişiklik oldu. Hapishane yerine
hastaneye geldik.”
I.Ö. : Gönül ister
ki, ülke her alanda değişsin ve gelişsin de üstadın yazmış olduğu
konular eskide kalsın, gerekirse klasik olarak bir köşede kalsın.
Oysa günümüzde yaşadığımız toplumda, onun sözünü ettiği koşulların
henüz değişmediğini gördükçe daha çok uzun yıllar eserlerinin
geçerliliğinin olacağını, zamana karşı direneceğini göreceğiz. İki
kavramı hep en önde tutmasını bildi. Umudu ve iyimserliği. Bunlar
dünya var oldukça insanlığın ortak paydası olduğuna göre sadece
ülkemizde değil, diğer ülkelerde de kitapları okunacaktır. Tanju
Cılızoğlu dedinizde aklıma geldi. Babam hapishane hastane
çelişkisine 1961’de şunları söyler, “Bense CHP devrinde ‘Muzır’, DP
devrinde ‘Muzır’ talihe bak ki MBK devrinde de ‘Muzır’. Ben
Unkapanı’nda oturmaya razı olduktan, Nobel’e namzet gösterilmeye
heves etmedikten, yarı aç yarı tokluğa razı geldikten kelli iktidara
kim gelirse gelsin, bana ne?” Sana ne demeyip 1966 yılında tekrar
içeri buyur edilecek, böylece AP devrinde de ‘Muzir” sayılacaktı.
SORU 6: Orhan Kemal’i
Orhan Kemal yapan “dil”ine olumlu/olumsuz takılan/takan eleştirmen
sayısı da az değil. En çok neden olsa gerek?
I.Ö. : Fikret
Otyam’a yazdığı bir mektupta, Stendal’in bir söylemine atıfta
bulunur, “En iyi roman üslubu, zabıt kâtibinin yazdığı zabıtlardaki
kuru üsluptur.” Şunu da ekler, “Büyük eser demek, söyleyecek sözün
çok olmasıdır, böyle olunca bir takım cambazlıklara vakit bırakmaz.
Daha açıkçası, şekil vıdı vıdıcılığıyla uğraşanlar, sözleri
olmayanlardır.” Dilin sadeliği önceliklidir. Onun için önemli olan
ana fikrin sanatsal bir estetik içinde verilmesidir. Eserlerinde
hiçbir zaman abartılı tasvirleri, uzun mekân anlatımları yoktur.
Dili berraktır. Fakat anlattığı olayın örgüsüne göre kahramanları
yörenin şivesiyle veya eğitim düzeylerine göre kelimeleri doğru
vurgulamayarak konuşurlar. Kendisi de aynı vurguyu yapar, “Hikâye ve
romanlarda şive farkına -aşırılığa düşmeden- yer verilmesi dilde
birlik esasına asla aykırı düşmez kardeşim. Çünkü konuşturduğunuz
tipler, ideal Türkçeye misal olarak verilmiş değildir ki. Yani
şiveyi yazar yapmıyor, tipleri yapıyor.”. Eleştirmenler bunu da bir
sorun olarak görmüşlerdir. Oysa şiveden çok öz onun için değer
taşır, “Öz bence biçimden daha önemlidir. Biçim ve deyiş oyunlarıyla
okuyucuyu aldatmayı sevmem. Sanatı ya bir akrobat gibi ya da insan
olma haysiyeti ile bir görev gibi kabul etme var. Ben ikinciye
inanıyorum.”
SORU 7: İçindeki
ukdelerde de hep edebiyat adına, kitaplar adına, gezme tozma
derdinde değil… Çoluğunun çocuğunun rızkını çıkarmak ayrıca, en baba
derdi yaşam derdi, geçim derdi değil mi?
I.Ö. : O dert,
yani geçim derdi yaşadığı sürece hep peşindeydi. Daha çok kitap
satılması, daha çok para kazanması için kendi tanıtımını bizzat
yapmayı ayıp sayacak kadar da onurlu bir insandı. İşlerinin
engellenmesi içinde şu saptamayı yapar, çok dinlemişizdir ondan,
“Bilmem benim işlerimi geri bırakan, ağırlaştıran, bozan görünmez
el, eller var gibi geliyor bana.”. Eserleri için geçim sıkıntısının
faydalı olduğunu şu açıklamasından anlayabiliriz, ““Kim demiş
kuyruğa girmiyorum? Kâh ben, kâh çocuklar, başkaları gibi kuyrukta
sıra bekledikten sonra öteberimizi alabiliyoruz. Bu hiç de fena
olmuyor. Halkın, yaşantısının tam içinde bulunuyorsunuz, değişen
şartlar ve insanlarla burun buruna. Gerçekçi bir yazar için bulunmaz
bir fırsat. Ne zaman kuyruğa girsem, 'Kuyruktaki Adam' diye bir
roman yazmak geçer içimden.”
Kendisinin ekonomik
olarak kurtuluşunun önemli olmadığını, toplumsal refahı önde
tutması, halkının sıkıntısını duyduğunu şu cümleden anlarsınız,
“Yarın endişesinden bir gün bile kurtulmuş değilim. Kötümser
değilim. Çünkü benden çok daha fazla çalıştığı halde çok daha kötü
yaşama koşullarında olan milyonlarca yurttaşım var.”
SORU 8: Sait Faik'le
kavgaları, çekişmeleri ayyuka halde ama saygısını hiç yitirmiyor
ona. Hele ki aralarındaki o küfür komedisi! Burada bundan
bahsetmeden olmaz...
I.Ö. : Kitapta,
Muzaffer Buyrukçu’nun yazısından bu iki güzel insanın çekişmesini
okuyoruz. Edebiyatçılar arasında bu tür atışmalar olmasa, yıllar
sonraya konuşulacak ne kalacak ki? “Önemli Not!” kitabına aldığım
bir başka anıyı üstadın dilinden size anlatayım: ‘Güzel bir ilkbahar
sabahıydı. Sait elinde ince bir defter, Meserret’e geldi.
Şakalaştık. Çok memnundu. Gözlerinin içleri canlı canlı gülüyordu.
“Hayrola?” dedim. “Yeni bir hikâye yazdım,” dedi. “Okuyayım mı?”.
“Ne duruyorsun?”. Yüzüme şakadan baktı: “Hikâyeden anlamazsın ya sen
de, neyse,” gibi bir şeyler söyledi, başladı. “Hişt, hişt”
hikâyesiydi bu. Severek, heyecanla okudu. Bitirdi. “Nasıl?” diye
sormadan, defteri cebine soktu. Şakadan da olsa vereceğim karşılığı
biliyordu. Hikâyesini öylesine sevdiğini anlamıştım ki, beğenilmemiş
ya da toz kondurulmuş olmasına dayanamayacaktı. Gene de, “Bu ne
ulan,” dedim. “Hikâye mi güya?” Öyle bir baktı ki, nasıl kızdığını
anladım. Hırsla çıktı gitti kahveden. Onun başta “Hikâyeden
anlamazsın ya sen de, neyse”sinin karşılığını vermiş, öcümü
almıştım. O “Hişt hişt” hikâyesini beğenmemiş miydim gerçekten? Ne
münasebet. Adayı, onun adasını, onun adasının baharını son derece
usta veriveren nefis bir atmosfer hikâyesiydi şüphesiz. Şıp şıp,
birkaç kalem darbesi, al sana Burgaz baharının o renk cümbüşü.’ İşte
böyle. İki büyük edebiyatçıyı da burada anmış olalım.
SORU 9: Ölmeyi
düşünmüş Orhan Kemal… Hem de ciddi ciddi… Rıfat Ilgaz’a anlatıyor
bunu 1968’deki röportajda: : “Otuz beş, otuz altı yaşıma
girerken, bir karamsarlığa kapıldım. Bir karar verdim, çılgınca.
Kararım şuydu: Ölmek! Ama... günahına girip dünyaya getirdiğim çoluk
çocuğa ölüm ne bırakacaktı? Bırakacağı şey, cenaze masrafı, bir sürü
de borç... Şöyle bir karara vardım: Önce kendimi sigorta ettirip,
bir arabanın altına yatmak... Kendimi sigorta ettirdim ama... Can
tatlı... İkinci bölümü uygulayamadım. Eğer benim gibi düşünenler
varsa bugün, onlara kardeşçe öğüdüm şu: 'Önce iyice düşünsünler,
dünyaya baksınlar, masmavi gökyüzü, yaprak yüklü ağaçlar, çocukların
gözlerinde umut, güneşin sıcaklığı... Her şey insanı mutlu kılmak
için ellerinden geldiği kadar çaba gösteriyor. Bütün suç düzensiz
toplumda... Düzensiz toplumu, düzenli toplum haline getirmek için
çaba harcamak, herhalde ölmekten çok daha insanca.”
I.Ö. : Dayanma
gücünün kalmadığı dönemlerde böyle çılgınca fikirler gelmemiş değil.
Ama can tatlı diyerek, sizinde sözünü ettiğiniz nasihatte bulunmuş.
Bakın kırk beş yaşında da Fikret Otyam’a yazdığı mektupta ne diyor,
“Adımız çıkmış ‘Roman’cıya. Bilmem Habeşistan’da kaldı mı isim
yapmış, eserler vermiş, tutulmuş bir romancının şu hâli. Yakında
dede olacağız, hâlâ bu. Bayram seyran gelince, çocuklara, torunlara
maskara olmak da var galiba. Ben harçlık bulamıyorum ki başkalarına
hayrım dokunsun! Zaman zaman aklıma memleketi terk etmek geliyor.
Pasaport verdiler verdiler, vermemekte ısrar ettiler mi, yat açlık
grevine dayan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları’na. Hooş, hangi
insan hakları desene?” Daha sonra ölümle alay eden başka bir mektup
daha yazar, “Bereket versin sinirlerim çok dayanıklı. Yoksa, bu
şartlar altında ‘illaki yaşamaya’ değmezdi. Bir de çoluk çocuk. Ulan
ne tuhaf be! Canının istediği anda ağız tadıyla ölemiyorsun bile.
Ölmeye kalksan, sinemacılar bir yandan, öte yandan çoluk çocuk
yakama yapışacak: ‘Nasıl ölürsün yahu, ölmeye hakkın yok!’
diyecekler gibi geliyor. Yani ‘Yaşamaya mahkumsun!’. İşte böyle hoş
bir adamdır benim babam…
|