"
Çalıştığım yerin yanıbaşında bir
çikolata fabrikası vardı ve bu fabrikada
sarı saçlı, mavi gözlü çok güzel bir Rum
kızı vardı. Adı Eleni 'ydi. Matbaanın
bütün gençleri bu kızın çevresinde
pervane gibi dönerlerdi. Bense üstüm
başım çok kötü olduğu için uzaklarda
durur, sokulamazdım. Benimle alay eder
korkusuyla hep kaçardım. Bir gün ters
çevrilmiş bir gaz sandığı üzerinde
otururken yanıma geldi. Zaten ufacık bir
alevle parlamaya hazır olduğum için
bütün gövdemi ateş bastı. ben kızı
Türkçe bilmez sanırdım, benimle birden
Türkçe konuştu.. "senin adın ne"; dedi,
nereli olduğumu sordu. Bir çikolata
verdi. Alev ispirtoya değmişti artık. O
günden sonra o kıza aşık oldum iyice.
İşime dört elle sarıldım. Ve her gün
saçlarımı taramaya başladım. Sonra
buluşmalar başladı, deniz kıyılarına
iniyorduk. Ve bir gün ona ayağımdaki
eski pantalondan utandığımı söyledim.
"sen ne utanıyorsun, zenginlerimiz
utansın. aldırma böyle şeylere, boş
ver"; dedi. İşte bende ilk sosyal uyanış
galiba bu Rum kızı ile başladı.. "
Hayatın insanların üzerine salındığı,
çok acılar çekilen zamanlardı..
Dudakları ısırmaktan paramparça olmuş
yazarlar çağıydı daha. Nazım
Hikmet içerideydi, Kemal
Tahiriçerideydi, Orhan
Kemal içerideydi..
Demek ki Türkiye 'nin
içeride olduğu zamanlardı o yıllar..
Orhan Kemal üzerine
salınmış köpeklerden kaçar gibi yazdı
hep. Acılar çekti ve acılar çeken
insanların öykülerini anlattı.
İşçilerdi, köylülerdi, yoksullardı,
ezilenlerdi, fuhuşa sürüklenen
kadınlardı, düzenin zorunlu
bekçileriydi, sistemin paramparça ettiği
hayatlardı O 'nun
romanlarından, öykülerinden fışkıran. Orhan
Kemalhepsiydi bir bakıma, hepsi
birer Orhan
Kemal 'di
veya..
Tıpkı onlar gibi yaşamış, hamallık
yapmış, bulaşık yıkamış, okullarda değil
fabrikalarda dirsek çürütmüş, aç kalmış,
işsiz kalmış, sürgün edilmiş, hapse
atılmış, kovulmuş, dövülmüş bir yazarı
vardı artık ezilenlerin. Hayal
etmiyordu, biliyordu bu hayatı. Tutkuyla
yazdı, çünkü tutkuyla yazarsa onları
kurtaracağına inandı..
"
Ben halkımı, köylümü, işçimi, bütün
fakir fukarayı seven bir yazarım.
Belirli birtakım şartlar yüzünden; geri,
bilgisiz, görgüsüz, pis kalmış
insanların imkana kavuştukları zaman
değişip-gelişeceğine, ileriyi
benimseyeceğine, uygarlaşacağına
inanıyorum.. " diyordu
bir söyleşisinde. O halde yazar, yazarak
katılmalıydı bu savaşa..
"
Ben sadece tanık olmayı yeterli
bulmuyorum. " diyor Orhan
Kemal belki
de sırf bu yüzden!..
İnsanı anlayacak, savaşını anlayacak ve
buna katılacak sanatçı. Kolaylıkla
aldatılan kişilerin aldanmalarına karşı
duracaktır. O halde hergün çalışmak,
hergün boğuşmak, hergün yazmak gerekir.
Varsa bir bedeli tereddütsüz
ödenecektir. Bedeller ödemiş bir yazar Orhan
Kemal. Hiçbir ayrıcalık
beklemeden girdi inandığı kavgaya.
Herkes gibi yaşadı, herkesten çok
düşündü yurdunun insanını. İyimserdi
buna karşın. Çünkü uğruna kavga ettiği
insanları çok iyi tanıyordu. Evet, onlar
yoksul, cahil ve çocuktular. Ama onları
ağır ellerini toprağa basıp
doğrulduklarında görmeliydi bir de. Bir
arkeolog sabrıyla kazmalı, bulunanı
yazmalı ve ayağa kalkmalarına yardım
etmeliydi yazar..
Yazarlıktan önce Adana 'da Milli
Mensucat Fabrikası 'nda
uzun yıllar küçük memurluk, katiplik
yaptı. Gurbete çıkan, Adana 'ya
inen köylülerle tanıştı. Çırçır
işçilerinin, pamuk işçilerinin yani
emekçilerin mektuplarını ve kimi zaman
dilekçelerini yazdı. Dertlerine ortak
oldu, sıcak somunlarını, bir dilim
peynirlerini, üç dal yeşilliklerini
paylaştı. Bu halk çocuklarının, şehir
madrabazlarının elinde nasıl
sömürüldüklerini gördü..
Hikaye ve romanlarında yığınla çizdiği;
işçi, köylü, emekçi tipleri düzensiz bir
toplumun yarattığı kaçınılmaz resimlerdi
sadece. Çünkü o fildişi kulelerden
değil, halkın içinden yazıyordu herdaim. Yurtsever bir
yazar olarak yurdunun kalkınmasının
gerekliğine inandı ve bunun üzerine kafa
yordu. Ve ezilmişleri yazarak yaptı bu
kirli düzene karşı en büyük eylemini!..
Arkadaşlık, dostluk mirengi taşıydı
hayatının. Hayata karşı duruşundan
etkilendiğini her fırsatta söylediğiNazım
Hikmet 'in
bulunduğu yere gelişini haber aldığı ilk
anda hissettiklerini şöyle ifade
etmişti;
"
Kurşuni bir gündüzdü ve hapishane
bahçesindeki zambakların yeşil
yaprakları üzerinde kar vardı. Evimden
uzak kalışımın ve kurşuni günlerin
çileden çıkaran sıkıntısını, cezamın
dolmasına daha yıllar oluşunun
ümitsizliğini birdenbire buluttan
kurtulan parlak bir güneş sanki silip
süpürüvermişti. Oysa, henüz onunla ne
merhabam vardı, ne de günün birinde
'arkadaş' olabilme ihtimalim.."
Yarım asırdan fazla geçti yazdıklarının
üzerinden ama, romanlarında buram-buram
kokan Anadolu 'yu tüm çıplaklığıyla
görebilirsiniz halen. Sıcaktır
yazdıkları, Çukurova gibi.
Bazıları içinizi ısıtır, bazıları
canınızı yakar. Bursa Cezaevi 'nde
tanıştığı toplumcu dostu Nazım Hikmet
mektubunda doğacak oğluna ismini
koymasını rica edince bir an bile
düşünmez ve Nazım Hikmet diye çağırır
doğan ilk oğlunu. Öyle bir adamdır Orhan
Kemal..
Şöyle demişti giderayak, şimdilerde
adını sıklıkla TV dizileri ve sinema
filmleri ile duyduğumuz, çocukluğumuzun
uzun öğleden sonralarında bize hayatı
öğreten adam;
"
Eşe-dosta selam..
İnandığım doğruların adamı oldum.
Böyle yaşadım..
Karınca-kararınca bu doğruların savaşını
daha çok sanatımda yapmaya çalıştım,
kavgamdan vazgeçmedim hiç.
Kursağıma hakkım olmayan tek lokma dahi
girmemiştir.
Bizim ailenin delisi benim!.."
Helal olsun!.. Ama aşk olsun..
15.Mart.2011
Kerem Porazan