Ana Sayfa      
         

   

Cumhuriyet Kitap Eki - Herkül Millas - 15 Mart 2012

     
          

 

Orhan Kemal ve 'öteki'

 

Yazarın dünyaya bakışından bir kesit

Orhan Kemal ve 'öteki'


Orhan Kemal 'ötekine', aynı yıllarda yaşamış Sait Faik gibi, 'insancıl' denebilecek bir açıdan yaklaşmıştır. Daha sonraları ve hele günümüzde bu bakış açısı, egemen anlayış olmasa da yaygınlık kazanmıştır. Bugün dünyayı ve çevrelerini Orhan Kemal gibi algılayanlar bunu, en azından bir dereceye kadar, bu yazara borçlu olduklarını bildiklerinden emin değilim. Ama edebiyat tarihçilerinin görevi bunu hatırlatmaktır. Bu konuda suskunluk yalnız yazara yapılmış bir haksızlık değildir; günümüzde hâlâ yeterince yerleşmemiş insancıl yaklaşıma uzak durmak anlamında bir davranıştır da. 'Öteki' konusu önemli bir konudur. Bu konuya yaklaşmak istemeyenler aynalarından kaçanlardır; bu kaçış ise derinliklerde bulunan ve karşılaşmak istemediklerimizle ilgilidir. Orhan Kemal'i bu açıdan ele alırsak, o bugün hâlâ aynı işlevi görmektedir: bize ayna tutmaktadır.



Herkül MİLLAS


Herkesin söyleyebileceğini ama söylemediğini söylemeye 'öncülük' denir. Öncülük ille de çok büyük işler becermekle olmaz. Ufak bir adım atan da, çok farklı bir yönde ise o adımı, yol açıcıdır. Herkesin sustuğu andan iki heceyi ağzından çıkarana da, örneğin 'peşimden geleceksiniz' diye meydan okuyan zorbaya 'hayır' diyebilen de bir gidişin sonunu hazırlayan lider olabilir. Orhan Kemal'i hep öyle düşünürüm: Küçük adımlarını atarak koca mesafeleri aşan yazar.

Orhan Kemal'in pek sık hatırlatılmayan öncü bir yanını ele almak istiyorum: 'öteki' konusundaki özel yerini. İnsancıl yanımızın -tabii böyle bir yanımız varsa- en kuşku götürmez belirtisi, bize benzemeyen hasım, düşman, yabancı, kısacası 'öteki' diye sunulana karşı tutumumuzdur. Bu alanda sorunluysak sözlerimiz, önerilerimiz ve davranışlarımız, ama bazen çelişkilerimiz ve suskunluklarımız da, bizi ele verir. 'Öteki' aynamızdır. Gizlemeye çalıştığımız duygularımızla ilgili iç dünyamız kalemimizin ucundan kâğıda akar, bazen bir iki kelime bizi ele verir. 'Gâvurdur ama iyi insandır' veya 'iki şeyi hiç sevmedim hayatta, ırkçılığı ve Yahudileri' gibi cümleler fıkra diye söylenir, ama bu tür cümleler acı gerçekler olarak sık duyulur.


KELİMELERİN FARKLI ANLAMLARI

Önyargılarımızı öne çıkaran bu tür laflar dikkatimizden de kaçarlar. Çünkü sıradandırlar, çok sık duyulur, söylene söylene artık alışılagelmişlerdir, ağırlıklarını ve gerçek anlamlarını tam olarak anlamamaya başlarız. Bu konuda farklı bir şeylerin hele tersinin pek söylenmesi de kendimizi tanımamamızı pekiştirir. Orhan Kemal'in Gâvurun Kızı romanı bundan dolayı önemlidir. Gâvur kelimesine farklı bir yorum ve anlam getirmektedir. Kelimelere farklı bir anlam verirken bir geleneğe ve toplumsal bir kalıpyargıya karşı çıkmaktadır. Bu romanında (1959) şoför Kâmran Rum Evdoksiya'yı sever. Sonunda aşk mutlu son bulur, iki sevgili evlenir ve Kâmran (veya isterseniz yazar) okuyucuya mesajını iletir: 'Doğrusu ağırlığına altın değer şu gâvur kızı.'

Herkesin söyleyebileceği bir laftır bu. Ama Türk edebiyatında 'öteki' konusunda bu tür olumlu laflar o güne kadar hemen hemen hiç söylenmemişti. Cumhuriyet dönemi öncesinde, hatta tam olarak söylemek gerekirse siyaset alanının İttihat ve Terakki'nin tam kontrolüne geçmeden önce, bu alanda, ancak Recaizade Mahmut Ekrem ve Halit Ziya gibi iki-üç 'Osmanlıcı' yazarın 'öteki' konusunda 'hoşgörülü' söylemlerinden söz edebiliriz. Ama milli anlayış egemen olduktan sonra bir yanda 'eski' yazarlar artık eser yayınlamaz olurken, öte yanda da 'yeni' yazarlar 'öteki' konusunda yalnız olumsuz yakıştırmalarla yetinmişlerdi. Orhan Kemal'in döneminde bu konuda öncü sayılabilecek iki yazarı da unutmamak gerek: Biri Reşat Nuri'dir ve özellikle Akşam Güneşi (1926) ve hele Ateş Gecesi (1942) romanları bu konuda örnektir. İkincisi de Sait Faik'tir (1).

Bu yazarlar Orhan Kemal ile birlikte, onlarca yazar arasında farklı bir anlayışın temsilcileridir. Bugün için belki şaşırtıcı ve çarpıcı gelmeyebilir ama 1950'lerde ve 1960'larda 'ötekine' sevgi ve beğeni ile yaklaşmak özgüven, cesaret, ama en önemlisi temiz ve sağlıklı bir ruh yapısı gerektirmekteydi. Herhalde bu yazarlar dünya görüşlerini oluştururken -günümüzde bu görüşler 'ideoloji' ve 'kimlik' gibi kavramlarla da betimlenmekte- çevrelerini ve sıradanlığı sorgulayan eleklerden geçirmişlerdi. Hem yaptıklarının hem de yazdıklarının bilincindeydiler. Duygu yüklü davranışlarının berisinde düşünce, araştırma ve sentezler yatıyordu. Zaten güçlü bir temel olmadan kamuoyu karşısında riskli olabilecek yazıları da yazamazlardı.

Orhan Kemal Baba Evi'nde (1949) yazarın önyargının ne olduğunu çok iyi bildiğini gösteren cümlelerini okuyoruz. Beyrut'ta çocukken tanıdığı ve sevdiği Eleni'ye 'Sen hiç Rum'a benzemiyorsun' der. Kız güler: 'Neye benziyorum ya?' diye sorar. 'Türk'e' der yazar. Sevdiğimizi bir türlü 'öteki' sayamıyoruz; veya, aynı şeyi farklı söylersek, 'öteki' saydığımızı sevemiyoruz. Yazar çok erken anlamıştı bu 'mekanizmayı' ve her fırsatta eleştirmişti. Eleni'nin ailesi örnek olur gence, yani yazara: hepsi özgüvenli, haktan yana, okumaya düşkündürler. Bu Rum-Yunan karışımı insanlar örnektir, Yunanistan'da bir iç savaşın yaşandığı yıllarda yazılmış bu romanda. Ama ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşıtlığı Rumla sınırlı değildir, bazı Türklerin Ermenilerle ilgili olarak 'gâvur malıdır, sebeplenelim, sevaptır' demelerini de eleştirir.


'HALKIN İLK İSTEĞİ EKMEK'

Gençlik yıllarını anlattığı Avare Yıllar (1950) romanı da Kürt, Arnavut, Laz, Rum, Boşnakların bir arada bulundukları mahalleleri anlatır. Eleni bu romanda 'unutulmayan kız' olarak yine karşımıza çıkar. Okulda söylenen bir marşla şakalaşarak millilikle kendi arasına bir mesafe koyar: 'Türk yılmaz/ Yunan ordusu/ Tahta kurusu/ Cihan yıkılsa/ Türk yılmaz.' Orhan Kemal'de insan sevgisi, bilinçli bir etnik ayrımcılığı karşıtlığıyla bir aradadır. Suçlu'da (1957) 'pis Çingene' diye hor görülen küçük kıza sahip çıkar. 'Her milletin pisi de var, temizi de ' Türkler de başka milletler gibi insan değil mi?' Büyük yolculukların başlangıcı sayılacak öncü küçük adım ile kastettiğim bu basit ama pek duymadığımız cümlelerdir: milletlerin üstün olanı yoktur. Günümüzde, tersini duya duya, hasret kaldığımız bir söylemdir bu.

Cemil'de (1952) 'Cami ve kiliselerin hatırı için işlenen cinayetler' eleştirilir. 6/7 Eylül 1955 olaylarından iki yıl sonra yayımlanan Suçlu romanında paraya önem vermeyen bir Yahudi tüccar genç Cevdet'e karşılık beklemeden yardımda bulunur. (Evet, nihayet Türk edebiyatına 'paraya önem vermeyen bir Yahudi' görebiliyoruz!) El Kızı (1960) romanında 'Yahudiler, torbasına koyup beni iğneli fıçıya götürmezler mi?' diyen saf kadını anlatır. Yazar kalıpyargıları ortaya çıkarıp onları yok etmek için yazar gibidir. Toplum içinde 'öteki' (ve olumsuz bellenmiş) kim varsa -Çingenesi, Yahudisi, Ermenisi vb.- ondan yana yazar, o kötü imajı düzeltmeye çalışır. Farklı etnisiteye ve dine bağlı olan kimseler arasındaki aşklara ailelerin ve toplumların nasıl karşı çıktıklarını anlatır (örneğin Gâvurun Kızı'nda).

Yazarın çocukluk yılları herhalde dünya görüşünün oluşmasında çok önemlidir. Beyrut'ta tanımış olduğu Yunanlı sol aile üzerinde unutulmaz izler bırakmış gibidir. Bir Filiz Vardı (1965) adlı romanında, ilk romanından yirmi altı yıl sonra, yeniden Eleni hatırlanır, Beyrut'taki Rum kunduracının 'eski postallarımdan zenginler utansın' dediği de. Belki bundan dolayı Gurbet Kuşları'nda (1962), sanırım ilk kez Türk edebiyatında 6/7 Eylül 1955 olayları anlatılır: 'Polisler bir yandan arka olur, millet coşmuş, kudurmuş ' Herkesin gözü Beyoğlu'ndaydı. Ne varsa Beyoğlu'nda. Yıllar yılı bakılıp ama ulaşılamayan, ulaşılamayacağı bilinen her şey Beyoğlu'nun kocaman vitrinlerinde... Türk milleti ortaçağdan bile önceki Vandalizmin tahrip şuuruna itilmişti. İstanbul tahrip ediliyordu' Efendisini dövemeyenin uşağını tokatlaması cinsinden bir kin, radyolar dolusu kusulup, millete radyolar dolusu aktarılmış, 'tahrip' bir 'milli namus' haline getirilmişti.'

Bu anlatıdan 1960'lı yıllarda insancıl ve sosyalist anlayışın iç içe olduğunu anlıyoruz. Marksist yorumun da etkisiyle çatışmaların temelinde ekonomik nedenlerin yattığı kabul edilir. Sonuç olarak, etnik husumete dayalı bir tahrip olayı 'sınıfsal' algılanır. Oysa söz konusu olayların sınıfsal olmadığı, orta halli olsalar da kendilerini Türk algılayan insanların, çok daha yoksul olsalar da etnik olarak 'öteki' sayılanın evlerine saldırdıklarından kolayca anlaşılabilir. Ayrıca saldırılar yalnız 'Beyoğlu'nun büyük vitrinli' dükkânlarına karşı değildi. Ara pasajlardaki küçük ve yoksul dükkanlara, ekmeklerini zar zor çıkaran sıradan insanlara karşı da yönelmişti. İstanbul'un en yoksul mahallelerine de. Ama o yıllarda milliyetçiliğe karşı çıkmalar Marksizm adına yürütülürdü; ve Marksizme göre temel nedenler ille de ekonomik olmalıydı. Bu yaklaşımı en açık bir biçimde Orhan Kemal'de görebiliyoruz: 'Halkın istediği, her şeyden evvel ekmektir' (El Kızı- 1960).

(1) Bu konuda ve bu yazıdaki göndermeler için bkz: H. Millas, Türk ve Yunan Romanlarında Öteki ve Kimlik, İstanbul, İletişim, 2005.

     
   
     
   
     
   

[email protected]