Orhan Kemal tarafından 1968 yılında roman haline
getirilen Murtaza,
görevini her zaman herşeyden üstün tutan bir
fabrika bekçisinin romanıdır. Yunanistan’ın
Alasonya kasabasından, 1925’lerden sonraki
mübadelede annesi ve erkek kardeşiyle Türkiye’ye
göç ettiğinde 20 yaşındadır. O sıralar göçmen
kandaşlar, memleketlerindeki mülklerine karşılık
Türkiye’de ev-bark sahibi olabiliyorlardı.
Hemşerilerinin çoğu, memleketlerindeki
barakalarına karşılık Türkiye’de koca koca
konaklar, üç buçuk arşın bahçelerine karşılık da
binlerce dönüm tarla alıyorlardı ama Murtaza
bunu kendisine yakıştıramadığından yalan
söylemiyor ve bu “doğrucu” vatandaşa şehirden
epeyce uzak köylerden birinde on dönüm tarla
veriliyor. O on dönümlük tarlaya bir bağ evi
çakıyor. Annesinin beşibirliklerini bozdurup bir
saban, iki öküz alıyor. Arpa, buğday, darı
ekiyor. Sonra pamuğa çeviriyor, ama hiçbir zaman
iyi bir kazanç elde edemiyorlar, geçim sıkıntısı
artıyor. Annesi hastalıktan ölüyor. Kardeşlerin
arası açılıyor, herşeyi satıp şehre göçüyorlar.
Şehirde birbirlerinden ayrılıyorlar. Kardeşi
zengin bir ailenin yanına sığınıyor, seneler
geçiyor ve çok zengin oluyor. Ama Murtaza,bir
pamuk fabrikasına giriyor önce, sonra ise
karnını doyurmak için bulduğu her işte çalışıyor
fakat ‘üniforma tutkusunu’ içinden hiç atamıyor.
Balkan Harbinde, mübarek kanını kutsal vatan
topraklarına dökmüş dayısı Kolağası Hasan Bey
gibi subay olamayacaksa da, subay urbalarına
benzeyen bir üniforma giyme tutkusu ona bekçi
olma fikrini verir. “Geceleri rastgele düdük
öttürebilme ve düdük öttüremeyen yığınla
vatandaştan ayrı, onlardan üstün olabilme”
arzusuyla bekçi olur ve “tıpkı tıpkısına
subaylarınkine benzeyen urbaya” kavuşur. Ne
konak lazımdır ona, ne at, araba. Damarlarında
dayısı Hasan Bey’in mübarek kanının dolaşıyor
olması yeterlidir.
Evlenir Murtaza. İlk çocuğu kız, ikinci erkek
olunca adını Hasan koyar. “Kanını kutsal vatan
topraklarına dökmeye aday bir oğlan” olduğu için
onu askeri liseye vermeyi ve subay çıkmasını
planlamaktadır ancak oğlan sanat okuluna girer
ve futbolla ilgilenmeye başlar. Arka arkaya üç
çocuk daha yaparlar ama onların da kız olması
Murtaza’yı çılgına çevirir çünkü Hasan’ın,
umduğunu veremeyeceğini anlamıştır. Derken bir
oğlu daha olur, onun da adını Hasan koyar ve
üzerine titrer. Bu mutlaka dayısı Hasan Bey gibi
bir subay olacaktır.
Bu arada, bekçilik yaptığı mahallenin
sakinlerini bıktırmıştır Murtaza. Otorite ve
düzen düşkünlüğü saplantı boyutundadır çünkü.
“Yukarıda Allah, Ankara’da Devlet hem de
Hükümet, burda da Murtaza” vardır ve bekçiliğini
tüm duyu organlarıyla yapar. Bakar, dinler,
koklar. Ayrıca namus bekçisidir. “Mahalle
aralarında nağralarla dolaşan, kadınlara,
kızlara sataşan kopuklara” kendilerini bildirir.
“Murtaza’dan beri mahalleye belirli bir edep,
haya gelmiş, kadınlar, kızlar, çoluk çocuk
okula, bakkala, komşuya, manava korkusuzca gidip
gelir” olmuşlardır. Fakat bu durum, bir kısım
mahallelinin canını çok sıkmaktadır. “Gençlerin
derdi, mahallenin etekleri havalı, hoppa
kızlarına asılamamalarıydı. Ne karışıyordu Bekçi
Murtaza? Kızlar gençlerin asılmalarından
rahatsız olur, şikayet ederlerdi de bekçi
karışırdı. Ama yoktu böyle şey. Tam tersi.
Mahallenin Zilli Sabahat’ı örneğin. Semt futbol
takımının sağ açığı Erdal’ı deli gibi seviyordu.
Evlerinin bahçe kapısından ne zaman Erdal’ı
içeri almaya kalksa, Murtaza’nın düdüğü.”
Murtaza’ya karşı duyulan tepki gittikçe artar.
“Mahallenin küçük kızlarını elma şekeri,
çikolatalarla tavlayıp, mahallenin alt başındaki
boş ahıra çeken mimmacık Zinnur Amca ile çaptan
düşmüş dul karı tavcısı Hamdi Çavuş, Hırsız
Recep, çocukların ellerinden simit, elma,
düdüklü şeker ya da portakallarını kapıp kaçmayı
meslek edinmiş Yandım Ali, erkeğe doyamayan Dul
Zühre, etekleri havalı hoppala Melahat, evli
erkeklere askıntı Lale, kızlarla, evli
kadınların yüreklerini oynatan Kazanova Erdal
gibileri mahallelinin Murtaza’ya karşı
şahlanışını habire körüklüyorlardı.” Kediler,
fareler bile rahatsızdır Murtaza’dan ve sonunda
mahalleli Emniyet Müdürü ile görüşerek, ‘yatma
saatlerine’ bile karışan bu bekçiyi
mahallelerinden alması için yalvarırlar. Bu
görüşmenin üzerine bir fabrikanın Fen Müdürü
gelir Emniyet Müdürü’nü ziyarete. Emniyet Müdürü
olanları anlatınca Fen Müdürü Murtaza’yı kendi
fabrikasına ister ve Murtaza, bir fabrikada
‘Gece Kontrolü’ olarak yeni yaşamına başlar.
Murtaza, kısa zamanda, fabrikada da varlığını
hissettirir. Fabrikayı öyle sahiplenir ki mal
sahibinden de, müdürden de daha çok korur,
ilgilenir. Fabrika çalışanlarının fabrikadan mal
çalmasını, iş saatlerinde sohbet etmelerini,
uyumalarını engellemektir başlıca görevi ve bir
süre sonra fabrikadakiler de şikayetçi olmaya
başlarlar. Yemekten sonra kestiremiyorlar,
muhabbet edemiyorlardır. Burada da Murtaza’ya
karşı bir muhalefet oluşur. Kimse sevmez ve
ondan kurtulabilmek için her yola başvururlar.
Fakat mahalledeki komiser gibi burada da Fen
Müdürü Murtaza’yı korumaktadır. Çünkü Fen Müdürü
“Bana benim işimi kendi işinden üstün tutacak
fedakar insan lazım” der ve bu insan da
Murtaza’dan başkası değildir. Vazife aşkı
öylesine üstündür ki sürekli şöyle der: “Vazife
bir sırasında görmez gözüm evladımı, demem
ciğerparem.” Gerçekten de disiplin ve görev söz
konusu olduğunda gözü evlatlarını bile görmez.
Nitekim birgün, aynı fabrikada işçi olan kızları
Firdevs ve Cemile’nin makinelerin başında
uyudukları haberini alır. Bunu kendisine
yetiştiren ırgatbaşının “Görürsün herkesin
gözündeki çöpü, ama görmezsin kızlarının” lafı
onu bir anda perişan etmiştir. Tokat yemiş gibi
sarsılan Murtaza, yıldırım gibi çıkar, koşarak
çırçırlara gelir, kızların gerçekten uyuduğunu
görünce kan beynine sıçrar. “Firdevs hala
uyumaktaydı. Murtaza kızı saçlarından
destekleyip havaya kaldırdı, sonra da yere
çarptı. Uykusu başına sıçrayan kızdan sadece
vahşi bir çığlık, bir korku çığlığı yükseldi.
Murtaza hıncını alamamıştı. Küçüğün ardına
düşmek için hamle ettiyse de bırakmadılar. …….
Bırakmadılar. Hırsından deliye dönmüştü.
Bırakılmayınca olduğu yere çöktü, başını
avuçları arasına aldı, başladı hıçkıra hıçkıra
ağlamaya: ‘Ööööl be Mürteza, gebber be Mürteza,
gel kurşunlara be Mürteza.’”
Murtaza bu olaya çok içerler, adeta dünyası
yıkılır, ve ortada daha ciddi bir sorun olduğunu
farketmez bile: çarpmanın etkisiyle Firdevs’te
hemipleji oluşmuştur. Murtaza’nın, fabrikaya
giren bir hırsızın peşine düştüğü gecede
Firdevs’in durumu iyice kötüleşir. İlaçları alıp
eve gittiğinde ise artık çok geçtir. Ciğerparesi
ölmüştür.
“1946, 47’lerde yurdun her yanı ‘demokrasi’
nağralarıyla köpük köpük çalkalandığı günlerde
fabrika da kendini bu sarhoşluğa kaptırmıştır.”
Fen Müdürü de dahil olmak üzere fabrika
çalışanlarının çoğu Demokrat Parti’ye üye
olmuştur. Murtaza ise İsmet Paşa’cıdır. Çünkü
İsmet Paşa bizi çan seslerinden kurtarmış,
ezan-ı Muhammedi’ye kavuşturmuştur. İsmet
Paşa’nın bu ülke için yaptıklarını unutamaz.
Murtaza’yı zaten sevmeyen işçiler ve ustalar
için O artık bir düşman gibidir. Birgün Murtaza,
diğer kontrol olan Nuh’la kavga ederken gelen
Fen Müdürü, Nuh’un kendisine küfrettiğini
duyunca işine son verir. Bu olay fabrikada
farklı bir şekilde dolaşır; bir CHP’li yüzünden
Demokrat bir arkadaşları işten çıkarılmıştır.
Bunu önemli bir parti meselesi haline
getirirler. ‘Murtaza istifa!’ seslerini ‘Nuh Nuh
Nuh’ tezahüratı izler. Nuh bir kahraman gibi
omuzlarda taşınır. Fabrikadaki coşku ve
ayaklanma dışarıya taşar. Nuh’u parti merkezine
kadar omuzlarda taşırlar, onu milletvekili
yapmaya karar verirler. Ve Nuh birden çok önemli
bir şahıs olur.
Murtaza’ya karşı olan ayaklanma ise hala devam
etmektedir. ‘Murtaza istifa’ sesleriyle azan
kalabalığın arasında büyük oğlu Hasan’ı da
görmesi ve Hasan’ın kendisine “Utanıyorum
senden” diye bağırması, bir kere daha Murtaza’yı
perişan eder. Tek avuntusu küçük oğlu Hasan’dır
artık. Fakat onun da bakkaldan çeyrek ekmek
çalarken yakalandığını öğrenmesi büsbütün yıkar
Murtaza’yı. ‘İstenilen evsafta bir baba’
olamamıştır.
Romanın sonu beni en şaşırtan bölümü olmuştur.
Bu kadar güzel kurgulanmış, bu kadar güzel
işlenmiş bir romanda, duygular bu denli
tırmanmışken, bir okur olarak daha vurucu, daha
acı bir son beklemiştim. ‘Sanki bitmemiş gibi’
diye bir not aldım kitabın sonuna. Ancak sonra
öğrendim ki, Orhan Kemal, ölmeden beş ay önce Murtaza
2’yi yazmaya başlamış, fakat ömrü
yetmemiştir.
Roman aslında bütünüyle çok başarılıdır. Bu
başarısı, herşeyden önce ustalıkla oluşturulmuş
karakterlerinden gelmektedir. En önemli
karakter, tabii ki Murtaza’dır ve Murtaza’yı
özetleyecek en önemli söz de yine kendi sözüdür:
Bir bahçıvan Murtaza’ya sorar; ‘Senin vazifen
ne?’
‘Benim adım Mürteza!’
‘Adını sormadım. Vazifen?’
‘Mürteza demek vazife demek, vazife demek
Mürteza demektir.’”
Murtaza, asla yalan söylemeyen, bütün ailesini
yoksullluk ve hastalık içerisinde yaşatmasına
sebep olacak kadar dürüst, ahlaklı, ve Hasan Bey
gibi bir dayıya sahip olmanın gururuyla dopdolu,
vazife ve vatan aşığı bir vatandaştır. Hep
yaptığı işler sebebiyle övülmek ister. Huyunu
bilenler onu çok rahatlıkla gaza getirerek
istediklerini yaptırır. Örneğin komiser, onu
fabrikaya vereceği zaman bunu kendisine nasıl
söyleyeceğini bilemez. Sonra, fabrikanın
disiplini bozulduğu için Murtaza’yı
istediklerini ama kendisinin kabul etmediğini,
Murtaza’yı feda edemeyeceğini, onun gibi bir
elemandan ayrılamayacağını söyler ve Murtaza
buna çok kızar, disiplin bozulmuşsa ve
Murtaza’ya ihtiyaç varsa tabii ki gitmelidir!
Kadınlardan pek hoşlanmaz. “Murtaza, vazife bir
sırasında kadınlara zerrece önem vermezdi.
Yalnız vazife bir sırasında değil, sık sık.
Kadın nereden bakılsa ‘bir kadın’dı işte. ‘Saçı
uzun aklı kısa’. İşitmemişti şimdiye kadar
hiçbir kadının kurs görüp amirlerinden sıkı
terbiye aldığını.” Karısından ise ‘bok karısı’
olarak bahseder. Çünkü, “Bir kadın kocasının her
dediğine hu çekmeliydi. Yoksa hayır yoktu böyle
kadından ve böyle kadın, erkek evlat doğursa
bile Hasan Bey Dayısına benzeyenini
doğuramazdı.” Oğlu, istediği evsafta çıkmamıştır
çünkü tohum tıpkı Kolağası Hasan Bey’in tohumu
olmasına rağmen tarla işi bozmuştur: “Olamadın
istediğim evsafta bir tarla, çürüttün tohumumi”
diye de kızar karısına.
Halkla kötü konuşur Murtaza. “Şapşal” der “Koca
budala” der. Kendisi de bekçi olmasına rağmen
öteki bekçilere amirleriymişcesine emreder.
Herhangi bir vatandaşa, “Atarsam bir yumruk,
anlarsın karşındakinin kimliğini. Hayvan,
hayvanoğlu hayvan hem de” diyecek kadar yetkili
görür kendini. Ama insanlar da korkudan ne dese
yaparlar. İnsanları ayağa kaldırır, esas duruş
aldırır, künye saydırır, talim yaptırır, ve
onlar da yapar. Aslında korktukları Murtaza
değildir tabii, üniformasıdır ve biraz da
cehalet: “Bekçiler de amirden sayılırdı
herhalde. Gerçi bekçilerin ‘vazife ve
selahiyetleri’ üzerine hiçbir bilgisi yoktu ama
gene de herif resmi elbiseliydi.” Sivil giyince
‘tazıya dönen’ Murtaza, üniformaları içinde her
zaman göğsü dışarıda, karnı içeride ‘kaz
adımlarıyla’ yürür, o gururu hep yaşar. Bir
vatandaşın sözleriyle “Adam kendini dev
aynasında görüyor, büyüleniyor.” Ancak bir
üzüntü, bir utanç halinde üzerindekilerin
bollaştığını hisseder. Giysisi içinde ufalıp
hiçleşir.
Murtaza’nın kişiliğinde, ast-üst fikri çok derin
ele alınır. Bir gün, Murtaza’yı dinleyen komiser
elinde olmayarak gülüverir. “Komiserin gülmesi,
alabildiğine ciddi Murtaza’nın betine gittiyse
de hemen aklını başına topladı. Herhangi bir
amir, en uygunsuz, hatta en münasebetsiz yer ve
zamanda her istediğini yapabilirdi. Ağlanacak
yerde güler, gülünecek yerde ağlarsa bu üstün
bileceği şeydi. ……. astın ödevi, üstün en
yakışıksız davranışları karşısında bile bunu
aykırı bulmamak, üste hak vermekti.” Ve Murtaza,
kendisine kızıp “Saygın da batsın, tazimatın
da!” diyen Fen Müdürüne “Sağol amirim!” diyerek
iyi bir ast olduğunu bizlere ispatlıyor.
Murtaza’yı ‘Don Kişot’a’ benzeten Fen Müdürü’nün
sözlerinde Orhan Kemal’in düşüncelerini buluruz:
“Donkişot yeryüzünde tek değildi malümu aliniz…
ve Donkişot’ların kökleri hiçbir devirde
kurumadı ki devrimizde kurusun. Her memleketin
kendine göre Donkişotları var, olacak.”
08.05.2002 tarihli Zaman gazetesinde yayınlanan
yazısında Hilmi Yavuz, “Murtaza tipinin, klasik
Fransız romanında, mesela ancak Balzac’da
rastlayabileceğimiz bir edebi maharetle
kurgulandığını nasıl görmezlikten gelebiliriz?
Tip’i, trajik ve komik olanın diyalektiği
üzerine inşa etmek! Orhan Kemal’in büyük
başarısı buradadır.” Der ve devam eder: “Bundan
aşağı yukarı 30 yıl kadar önce yazdığım bir
yazıda, Murtaza’nın, Kant’ın Ahlak Kuramı
bağlamında drama düşmüş somut bir insan tipi
sayılabileceğini belirtmiştim. Bilindiği gibi,
Kant, ahlakını, ‘Kategorik Buyruk’ ilkesine
dayandırır. Bu, bir ödevi, herhangi bir kayıt ve
şarta bağlı olmaksızın, sadece ödev olduğu için
yerine getirme yükümlülüğüdür. Murtaza da,
‘ödevimi yapmam gerek!’ derken, bunun
sonuçlarını hesaplamaz. Kant; bu kesin ahlaki
buyruğun, özü üzerinde bir tartışmaya
girilmesini doğru bulmaz. Ona göre, ‘bu işi
niçin yapmam gerek?’ sorusuna verilecek cevap,
‘sebebi yok yapmam gerek!’tir. Murtaza da,
kahvede işçilere ödev ahlakı üzerine söylev
verirken, tastamam bu soruyu soracak ve şöyle
diyecektir: ‘Neden? Çünkü lazım böyle!’ Murtaza
trajikomiktir. Ödevi, sadece bir formdan ibaret
görmenin getirdiği katılıkla davrandığı
durumlarda zorbadır Murtaza; bu katılığı
saçmalık kertesine vardırdığı durumlardaysa
gülünç! Orhan Kemal, Adana’daki bir fabrikadan,
Murtaza tipinde bir Donkişot çıkartmıştır.”*
Aslında sadece Murtaza’yı çıkarmamıştır Orhan
Kemal. Romandaki diğer karakterler de çok
başarıyla çizilmiştir şüphesiz. Örneğin bir
“Hela bekçisi ak pak Azgın Ağa” vardır. Balkan
Harbinde savaşmış, çok başarıları olmuş, ama
savaştan sonra hela bekçisi olmuştur. Kendisi
gibi bir savaş kahramanının hiçbirşeyi yokken,
ülkeye yerleşen muhacirlere ev, bağ, bahçe
verilmesini sindirememektedir. Türklük,
Anadoluluk, halis kan onun için çok önemli
kavramlardır ve ona göre Murtaza, “gavur çanları
içinde yetişmiş Muhacir oğlu”dur.
İşini bilen, nabza göre şerbet vermekte usta,
‘patron’ Fen Müdürü Kamuran Bey ise, Nuh’un
deyimiyle “tavşana kaç, tazıya tut” der. Kamuran
Bey karakteriyle de genel olarak müdürlere
göndermeler yapılır.
Yarattığı karakterler aracılığıyla Orhan Kemal,
Türk toplumunun gerçeklerini, insanlarımızın
dedikoduculuğu, fitne-fesatçılığını,
kışkırtıcılığını, gammazlığını, fırsatçılığını,
bireyselleşmeyi, korkup kendini kurtarma
isteğini, sevimsiz şakalaşmalarını, ‘erkek adam’
olmaya verilen önemi, ve daha bir çok olumsuz
yanını gözler önüne sermiş, gözümüze sokmadan,
ince ince eleştirmiştir.
Karakterlerin gerçekliğinde, kullandıkları dilin
de çok etkisi olduğu tartışma götürmez. Göçmen
Murtaza, kendi adını bile söyleyemez örneğin,
‘Mürteza’ der. ‘Otomopil’, ‘fasul’, ‘aççarım’,
‘koppar’, ‘favrika’, ‘addam’, ‘meymur’, ‘ottuz’
şeklinde telafuz edilen sözcükler, Murtaza’nın
muhacirliğinin bir kanıtıdır. Kayseri’li Nuh’un
konuşmaları, geldiği yörenin izlerini taşır:
‘nörim?’, ‘yörü’, ‘abooo’, ‘dimem mi’,
‘diyesiymiş ki’, ‘olur a kulağ asma’. ‘Camız’,
‘şifan (yulaf)’ gibi yöresel sözcüklerin
yanında, halk ağzından çok güzel örnekler verir:
‘N’apacaz kız?’, ‘şerefsizim’, ‘anam avradım
olsun’, ‘ananın dini’, ‘abarruuuuuh’, ‘ooof
orospu anam of!’, ‘apartuman’. Çocuklar kavga
ederken ‘şişe kafalı’, ‘sidikli’ gibi laflar
kullanır, mahallenin delikanlıları, ‘şark
ekspresi…Yavruuu!’ diye laf atarlar.
Orhan Kemal’in üslubunda göze çarpan bir diğer
nokta da, bolca deyim ve atasözüne yer vermiş
olmasıdır: ‘deveden büyük fil var’, ‘sen bir
garip çingene, ne lazım sana gümüş zurna?’, ‘ite
vurmaktansa ürkütmesi hayırlıdır’, ‘it iti
ısırır mı?’, ‘ot diye yiyip bok diye dışarı
çıkarmak’, ‘arının deliğine çöp dürtmek’,
‘ayranı kabarıvermek’, ‘bir yerlerden kalk
gidelim yapmak’, ‘zilliği kırmak’, ‘fort atmak’,
‘zort atmak’, ‘kirişi kırmak’, ‘alesta
beklemek’, ‘madik atmak’ ve daha
birçokları. ’Kodoş’, ‘deyyus’, ‘kancık’ gibi
sözcükleri kullanmasıyla da okuyucuyu halka
iyice yakınlaştırır.
Öte yandan Orhan Kemal, tekrarlamalara sıkca yer
verir. Örneğin Murtaza sürekli ‘Görmüşüm kurs,
almışım çok sıkı terbiye amirlerimden’,
‘Gülersiniz inekler gibi’, ‘Şaşşarım yıkamasına
çamaşır kedinin!’, ‘Yerim dişlerimi, tükürürüm
kan, derim içtim kızılcık şerbeti’ diyor. Hoşuna
gitmeyen birşey duyunca, ‘tüyleri bekçi
elbisesinden dışarı çıkıyor’. Yine dil seçimi
ile ilgili olarak, kullanılan terimleri
unutmamalıyız. Örneğin bir kabzımalın
arkadaşıyla yaptığı telefon konuşmasını veriyor.
Çok ilginç olan bu konuşma bize, yazarın kendi
hayatında edindiği deneyimleri de gösteriyor. Bu
sözcükleri, ‘karakucak’, ‘çapraz’, ‘kılçık’ gibi
güreş terimlerini, ya da pamukla ilgili
kelimeleri herkes bilemez. Olayları izlerken,
bir yandan da fabrikadaki makineler, işlemler ve
pamuk hakkında bilgiler ediniyoruz. Yine
kullandığı isimlerin döneme uygun olduğunu
görüyoruz; Boşnak Fatma, Giritli Meryem, ya da
‘makara’, ‘matrak’, ‘yassı’, ‘dubara’, ‘ensiz’,
‘yarasa’, ‘dörtköşe’ gibi lakaplar kullanıyor.
Orhan Kemal’in, bilgi verme konusunda çok usta
olduğunu görüyoruz. Örneğin ‘Tam bu sırada
annesiyle iki ablasının köşeden çıktıklarını
görerek sevindi. Fabrikadan, pamuk tozları
içinde geliyorlardı’ diyerek Murtaza’nın
kızlarının pamuk fabrikasında çalıştığı
bilgisini veriyor. Daha Murtaza’nın fabrikaya
geçeceğinden bahsetmemişken, fabrika çalışanları
ile Murtaza’nın kızını karşılaştırıyor bakkalda
ve onlar hakkında biraz ipucu veriyor.
Olacaklara dair ipuçları vermesi çok güzel.
Bunu, kızının ölümüyle ilgili olarak da yapıyor.
Mesela, ‘nefs-i evladına acımaz o’ deniyor
Murtaza için, ya da kızlar kendi aralarında
konuşurken ‘ölmek istemiyorum’ diyorlar.
Bütün roman çok yalın bir dille yazılmış.
Betimlemelere çok az yer verilmiş: ‘Daracık
kahvede şamata, koşuşan, tepinenlerin
döşemelerden kaldırdıkları toz, kahvenin marsık
kokulu cigara dumanı yüklü havası’. Çok güzel
benzetmeler var: ‘genç adam yeni yetme bir yavru
horoz çalımı içindeydi’, ‘galeyan, alev dokunmuş
ispirto gibi bütün fabrikayı sarıverdi’, ‘esans
kokulu kahkaha’, ‘kışkırtılmış mahalleli, mayası
gelmiş hamur gibi kabarıyor’.
Kitap genelinde abartılar var. Örneğin Murtaza,
bir kediye kızıyor, kovalıyor, onunla konuşuyor
ve ‘yaparım hakkında işlem!’ diyor ‘kurs
görmemiş pis bir hayvan’ olan kediye. Bu kedi
olayından sayfalarca bahsediyor. Sonra kediler
toplantı yapıyor ve hatta konuşuyorlar. Onların
sohbetlerini dinliyoruz. Ve bu kediler kongresi
ile mahalle erkeklerinin toplantısı arasında
paralellik kuruyor.
Bir araya toplanmış insanların gürültüsü,
uğultusu, laf kalabalığı, diyaloglarla çok güzel
bir şekilde veriliyor. Olaylar da diyaloglarla
veriliyor. Bol diyalog var ve cevap veremeyen
insanlar için ‘……..’ kullanılıyor. Anlatımı
diyaloglara dayanıyor. Yansıttığı kişi ve toplum
gerçekliklerini bu diyaloglar aracılığıyla
etkili biçimde sergiliyor.
Romanın en beğendiğim kısımları, son bölümünde
yer almaktadır. Bireysel dramları verirken arka
planda da yoksulluk ve zenginlik kavramlarını,
ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümleri ele
alır ve sığ bir fakirlik edebiyatı yapmaz.
Sosyal dengesizliğin yarattığı acıları
karakterlerde gözlemleriz. Örneğin Murtaza,
başını dertli dertli sallayarak şunları söyler:
‘Çeker benim de içim tereyağı, kaymak, bal…
Lakin görürüm camekanlarında bakkalların,
geçerim, yetmez almaya gücüm, ederim kahır kendi
kendime, küserim. Ne sanarsın kardaşıni?’
Kızlarının, makine dairesinin bitişiğindeki boş
mağazaya girip ısınmaları, canlarının tatlı
istemesi, hep iç buran bölümler. Yine bir gün
büyük oğlu Hasan, ‘Utanıyorum senden. Senin gibi
bir babam var diye yerlere geçiyorum. Maskara
oldun dünyaya. Bizi de kendin gibi rezil
ediyorsun’ diyince yıkılır Murtaza: “Geri döndü,
ikiye ayrılmış kalabalığın arasında çayhane
kapısına doğru ağır ağır yürüdü. Birden durdu,
kollarını havaya kaldırdı: ‘Öl be Mürteza’ diye
bağırdı, ‘öl be yahu, öl be!’”
Kitabın en belirgin teması, aşırı ve rahatsız
edici bir görev aşkı, dürüstlük, doğruculuk ve
bunun karşıtı olarak sahtekarlıktır. Ayrıca
fakir-zengin ayrımı çok güzel verilmiştir:
‘Anacaddeye çıkan ara sokağın başında durdu: Yan
yatmış, çömelmiş ya da tam yuvarlanacakken
tutunuvermişe benzeyen alt alta, üst üste
evlerle, bu evlerin aralarında, birbirini kesen,
daracık, çamurlu sokaklar gerilerde kalmıştı.
Şimdi artık bol ışıkların altında, istasyondan
uzanıp gelen tertemiz asfalt cadde olanca
teslimliğiyle yatıyordu önünde. Caddenin iki
yanı kırmızı kiremitli evler, ağaçlarla
çiçeklere gömülü köşkler, ya da toprağa bir eski
derebeyi heybetiyle bağdaş kurmuş apartmanlar.’
Murtaza kesinlikle bir başyapıttır. Mizahın,
insani ve sosyal boyutu belirgindir, sadece
güldürme amaçlı değildir.
KEMAL, Orhan, Murtaza, Tekin Yayınları İstanbul
2000