Ana Sayfa

 
 

wordpress.com - Özlem Soydan - 9 Aralık 2002

 

 

 

İnceleme “Murtaza” Orhan Kemal

 

Orhan Kemal tarafından 1968 yılında roman haline getirilen Murtaza, görevini her zaman herşeyden üstün tutan bir fabrika bekçisinin romanıdır. Yunanistan’ın Alasonya kasabasından, 1925’lerden sonraki mübadelede annesi ve erkek kardeşiyle Türkiye’ye göç ettiğinde 20 yaşındadır. O sıralar göçmen kandaşlar, memleketlerindeki mülklerine karşılık Türkiye’de ev-bark sahibi olabiliyorlardı. Hemşerilerinin çoğu, memleketlerindeki barakalarına karşılık Türkiye’de koca koca konaklar, üç buçuk arşın bahçelerine karşılık da binlerce dönüm tarla alıyorlardı ama Murtaza bunu kendisine yakıştıramadığından yalan söylemiyor ve bu “doğrucu” vatandaşa şehirden epeyce uzak köylerden birinde on dönüm tarla veriliyor. O on dönümlük tarlaya bir bağ evi çakıyor. Annesinin beşibirliklerini bozdurup bir saban, iki öküz alıyor. Arpa, buğday, darı ekiyor. Sonra pamuğa çeviriyor, ama hiçbir zaman iyi bir kazanç elde edemiyorlar, geçim sıkıntısı artıyor. Annesi hastalıktan ölüyor. Kardeşlerin arası açılıyor, herşeyi satıp şehre göçüyorlar. Şehirde birbirlerinden ayrılıyorlar. Kardeşi zengin bir ailenin yanına sığınıyor, seneler geçiyor ve çok zengin oluyor. Ama Murtaza,bir pamuk fabrikasına giriyor önce, sonra ise karnını doyurmak için bulduğu her işte çalışıyor fakat ‘üniforma tutkusunu’ içinden hiç atamıyor. Balkan Harbinde, mübarek kanını kutsal vatan topraklarına dökmüş dayısı Kolağası Hasan Bey gibi subay olamayacaksa da, subay urbalarına benzeyen bir üniforma giyme tutkusu ona bekçi olma fikrini verir. “Geceleri rastgele düdük öttürebilme ve düdük öttüremeyen yığınla vatandaştan ayrı, onlardan üstün olabilme” arzusuyla bekçi olur ve “tıpkı tıpkısına subaylarınkine benzeyen urbaya” kavuşur. Ne konak lazımdır ona, ne at, araba. Damarlarında dayısı Hasan Bey’in mübarek kanının dolaşıyor olması yeterlidir.

Evlenir Murtaza. İlk çocuğu kız, ikinci erkek olunca adını Hasan koyar. “Kanını kutsal vatan topraklarına dökmeye aday bir oğlan” olduğu için onu askeri liseye vermeyi ve subay çıkmasını planlamaktadır ancak oğlan sanat okuluna girer ve futbolla ilgilenmeye başlar. Arka arkaya üç çocuk daha yaparlar ama onların da kız olması Murtaza’yı çılgına çevirir çünkü Hasan’ın, umduğunu veremeyeceğini anlamıştır. Derken bir oğlu daha olur, onun da adını Hasan koyar ve üzerine titrer. Bu mutlaka dayısı Hasan Bey gibi bir subay olacaktır.

Bu arada, bekçilik yaptığı mahallenin sakinlerini bıktırmıştır Murtaza. Otorite ve düzen düşkünlüğü saplantı boyutundadır çünkü. “Yukarıda Allah, Ankara’da Devlet hem de Hükümet, burda da Murtaza” vardır ve bekçiliğini tüm duyu organlarıyla yapar. Bakar, dinler, koklar. Ayrıca namus bekçisidir. “Mahalle aralarında nağralarla dolaşan, kadınlara, kızlara sataşan kopuklara” kendilerini bildirir. “Murtaza’dan beri mahalleye belirli bir edep, haya gelmiş, kadınlar, kızlar, çoluk çocuk okula, bakkala, komşuya, manava korkusuzca gidip gelir” olmuşlardır. Fakat bu durum, bir kısım mahallelinin canını çok sıkmaktadır. “Gençlerin derdi, mahallenin etekleri havalı, hoppa kızlarına asılamamalarıydı. Ne karışıyordu Bekçi Murtaza? Kızlar gençlerin asılmalarından rahatsız olur, şikayet ederlerdi de bekçi karışırdı. Ama yoktu böyle şey. Tam tersi. Mahallenin Zilli Sabahat’ı örneğin. Semt futbol takımının sağ açığı Erdal’ı deli gibi seviyordu. Evlerinin bahçe kapısından ne zaman Erdal’ı içeri almaya kalksa, Murtaza’nın düdüğü.” Murtaza’ya karşı duyulan tepki gittikçe artar.  “Mahallenin küçük kızlarını elma şekeri, çikolatalarla tavlayıp, mahallenin alt başındaki boş ahıra çeken mimmacık Zinnur Amca ile çaptan düşmüş dul karı tavcısı Hamdi Çavuş, Hırsız Recep, çocukların ellerinden simit, elma, düdüklü şeker ya da portakallarını kapıp kaçmayı meslek edinmiş Yandım Ali, erkeğe doyamayan Dul Zühre, etekleri havalı hoppala Melahat, evli erkeklere askıntı Lale, kızlarla, evli kadınların yüreklerini oynatan Kazanova Erdal gibileri mahallelinin Murtaza’ya karşı şahlanışını habire körüklüyorlardı.” Kediler, fareler bile rahatsızdır Murtaza’dan ve sonunda mahalleli Emniyet Müdürü ile görüşerek, ‘yatma saatlerine’ bile karışan bu bekçiyi mahallelerinden alması için yalvarırlar. Bu görüşmenin üzerine bir fabrikanın Fen Müdürü gelir Emniyet Müdürü’nü ziyarete. Emniyet Müdürü olanları anlatınca Fen Müdürü Murtaza’yı kendi fabrikasına ister ve Murtaza, bir fabrikada ‘Gece Kontrolü’ olarak yeni yaşamına başlar.

Murtaza, kısa zamanda, fabrikada da varlığını hissettirir. Fabrikayı öyle sahiplenir ki mal sahibinden de, müdürden de daha çok korur, ilgilenir. Fabrika çalışanlarının fabrikadan mal çalmasını, iş saatlerinde sohbet etmelerini, uyumalarını engellemektir başlıca görevi ve bir süre sonra fabrikadakiler de şikayetçi olmaya başlarlar. Yemekten sonra kestiremiyorlar, muhabbet edemiyorlardır. Burada da Murtaza’ya karşı bir muhalefet oluşur. Kimse sevmez ve ondan kurtulabilmek için her yola başvururlar. Fakat mahalledeki komiser gibi burada da Fen Müdürü Murtaza’yı korumaktadır. Çünkü Fen Müdürü “Bana benim işimi kendi işinden üstün tutacak fedakar insan lazım” der ve bu insan da Murtaza’dan başkası değildir. Vazife aşkı öylesine üstündür ki sürekli şöyle der: “Vazife bir sırasında görmez gözüm evladımı, demem ciğerparem.” Gerçekten de disiplin ve görev söz konusu olduğunda gözü evlatlarını bile görmez. Nitekim birgün, aynı fabrikada işçi olan kızları Firdevs ve Cemile’nin makinelerin başında uyudukları haberini alır. Bunu kendisine yetiştiren ırgatbaşının “Görürsün herkesin gözündeki çöpü, ama görmezsin kızlarının” lafı onu bir anda perişan etmiştir. Tokat yemiş gibi sarsılan Murtaza, yıldırım gibi çıkar, koşarak çırçırlara gelir, kızların gerçekten uyuduğunu görünce kan beynine sıçrar. “Firdevs hala uyumaktaydı. Murtaza kızı saçlarından destekleyip havaya kaldırdı, sonra da yere çarptı. Uykusu başına sıçrayan kızdan sadece vahşi bir çığlık, bir korku çığlığı yükseldi. Murtaza hıncını alamamıştı. Küçüğün ardına düşmek için hamle ettiyse de bırakmadılar. ……. Bırakmadılar. Hırsından deliye dönmüştü. Bırakılmayınca olduğu yere çöktü, başını avuçları arasına aldı, başladı hıçkıra hıçkıra ağlamaya: ‘Ööööl be Mürteza, gebber be Mürteza, gel kurşunlara be Mürteza.’”

Murtaza bu olaya çok içerler, adeta dünyası yıkılır, ve ortada daha ciddi bir sorun olduğunu farketmez bile: çarpmanın etkisiyle Firdevs’te hemipleji oluşmuştur. Murtaza’nın, fabrikaya giren bir hırsızın peşine düştüğü gecede Firdevs’in durumu iyice kötüleşir. İlaçları alıp eve gittiğinde ise artık çok geçtir. Ciğerparesi ölmüştür.

“1946, 47’lerde yurdun her yanı ‘demokrasi’ nağralarıyla köpük köpük çalkalandığı günlerde fabrika da kendini bu sarhoşluğa kaptırmıştır.” Fen Müdürü de dahil olmak üzere fabrika çalışanlarının çoğu Demokrat Parti’ye üye olmuştur. Murtaza ise İsmet Paşa’cıdır. Çünkü İsmet Paşa bizi çan seslerinden kurtarmış, ezan-ı Muhammedi’ye kavuşturmuştur.  İsmet Paşa’nın bu ülke için yaptıklarını unutamaz. Murtaza’yı zaten sevmeyen işçiler ve ustalar için O artık bir düşman gibidir. Birgün Murtaza, diğer kontrol olan Nuh’la kavga ederken gelen Fen Müdürü, Nuh’un kendisine küfrettiğini duyunca işine son verir. Bu olay fabrikada farklı bir şekilde dolaşır; bir CHP’li yüzünden Demokrat bir arkadaşları işten çıkarılmıştır. Bunu önemli bir parti meselesi haline getirirler. ‘Murtaza istifa!’ seslerini ‘Nuh Nuh Nuh’ tezahüratı izler. Nuh bir kahraman gibi omuzlarda taşınır. Fabrikadaki coşku ve ayaklanma dışarıya taşar. Nuh’u parti merkezine kadar omuzlarda taşırlar, onu milletvekili yapmaya karar verirler. Ve Nuh birden çok önemli bir şahıs olur.

Murtaza’ya karşı olan ayaklanma ise hala devam etmektedir. ‘Murtaza istifa’ sesleriyle azan kalabalığın arasında büyük oğlu Hasan’ı da görmesi ve Hasan’ın kendisine “Utanıyorum senden” diye bağırması, bir kere daha Murtaza’yı perişan eder. Tek avuntusu küçük oğlu Hasan’dır artık. Fakat onun da bakkaldan çeyrek ekmek çalarken yakalandığını öğrenmesi büsbütün yıkar Murtaza’yı. ‘İstenilen evsafta bir baba’ olamamıştır.

Romanın sonu beni en şaşırtan bölümü olmuştur. Bu kadar güzel kurgulanmış, bu kadar güzel işlenmiş bir romanda, duygular bu denli tırmanmışken, bir okur olarak daha vurucu, daha acı bir son beklemiştim. ‘Sanki bitmemiş gibi’ diye bir not aldım kitabın sonuna. Ancak sonra öğrendim ki, Orhan Kemal, ölmeden beş ay önce Murtaza 2’yi yazmaya başlamış, fakat ömrü yetmemiştir.

Roman aslında bütünüyle çok başarılıdır. Bu başarısı, herşeyden önce ustalıkla oluşturulmuş karakterlerinden gelmektedir. En önemli karakter, tabii ki Murtaza’dır ve Murtaza’yı özetleyecek en önemli söz de yine kendi sözüdür: Bir bahçıvan Murtaza’ya sorar; ‘Senin vazifen ne?’

‘Benim adım Mürteza!’

‘Adını sormadım. Vazifen?’

‘Mürteza demek vazife demek, vazife demek Mürteza demektir.’”

Murtaza, asla yalan söylemeyen, bütün ailesini yoksullluk ve hastalık içerisinde yaşatmasına sebep olacak kadar dürüst, ahlaklı, ve Hasan Bey gibi bir dayıya sahip olmanın gururuyla dopdolu, vazife ve vatan aşığı bir vatandaştır. Hep yaptığı işler sebebiyle övülmek ister. Huyunu bilenler onu çok rahatlıkla gaza getirerek istediklerini yaptırır. Örneğin komiser, onu fabrikaya vereceği zaman bunu kendisine nasıl söyleyeceğini bilemez. Sonra, fabrikanın disiplini bozulduğu için Murtaza’yı istediklerini ama kendisinin kabul etmediğini, Murtaza’yı feda edemeyeceğini, onun gibi bir elemandan ayrılamayacağını söyler ve Murtaza buna çok kızar, disiplin bozulmuşsa ve Murtaza’ya ihtiyaç varsa tabii ki gitmelidir!

Kadınlardan pek hoşlanmaz. “Murtaza, vazife bir sırasında kadınlara zerrece önem vermezdi. Yalnız vazife bir sırasında değil, sık sık. Kadın nereden bakılsa ‘bir kadın’dı işte. ‘Saçı uzun aklı kısa’. İşitmemişti şimdiye kadar hiçbir kadının kurs görüp amirlerinden sıkı terbiye aldığını.” Karısından ise ‘bok karısı’ olarak bahseder. Çünkü, “Bir kadın kocasının her dediğine hu çekmeliydi. Yoksa hayır yoktu böyle kadından ve böyle kadın, erkek evlat doğursa bile Hasan Bey Dayısına benzeyenini doğuramazdı.” Oğlu, istediği evsafta çıkmamıştır çünkü tohum tıpkı Kolağası Hasan Bey’in tohumu olmasına rağmen tarla işi bozmuştur: “Olamadın istediğim evsafta bir tarla, çürüttün tohumumi” diye de kızar karısına.

Halkla kötü konuşur Murtaza. “Şapşal” der “Koca budala” der. Kendisi de bekçi olmasına rağmen öteki bekçilere amirleriymişcesine emreder. Herhangi bir vatandaşa, “Atarsam bir yumruk, anlarsın karşındakinin kimliğini. Hayvan, hayvanoğlu hayvan hem de” diyecek kadar yetkili görür kendini. Ama insanlar da korkudan ne dese yaparlar. İnsanları ayağa kaldırır, esas duruş aldırır, künye saydırır, talim yaptırır, ve onlar da yapar. Aslında korktukları Murtaza değildir tabii, üniformasıdır ve biraz da cehalet: “Bekçiler de amirden sayılırdı herhalde. Gerçi bekçilerin ‘vazife ve selahiyetleri’ üzerine hiçbir bilgisi yoktu ama gene de herif resmi elbiseliydi.” Sivil giyince ‘tazıya dönen’ Murtaza, üniformaları içinde her zaman göğsü dışarıda, karnı içeride ‘kaz adımlarıyla’ yürür, o gururu hep yaşar. Bir vatandaşın sözleriyle “Adam kendini dev aynasında görüyor, büyüleniyor.” Ancak bir üzüntü, bir utanç halinde üzerindekilerin bollaştığını hisseder. Giysisi içinde ufalıp hiçleşir.

Murtaza’nın kişiliğinde, ast-üst fikri çok derin ele alınır. Bir gün, Murtaza’yı dinleyen komiser elinde olmayarak gülüverir. “Komiserin gülmesi, alabildiğine ciddi Murtaza’nın betine gittiyse de hemen aklını başına topladı. Herhangi bir amir, en uygunsuz, hatta en münasebetsiz yer ve zamanda her istediğini yapabilirdi. Ağlanacak yerde güler, gülünecek yerde ağlarsa bu üstün bileceği şeydi. ……. astın ödevi, üstün en yakışıksız davranışları karşısında bile bunu aykırı bulmamak, üste hak vermekti.” Ve Murtaza, kendisine kızıp “Saygın da batsın, tazimatın da!” diyen Fen Müdürüne “Sağol amirim!” diyerek iyi bir ast olduğunu bizlere ispatlıyor.

Murtaza’yı ‘Don Kişot’a’ benzeten Fen Müdürü’nün sözlerinde Orhan Kemal’in düşüncelerini buluruz: “Donkişot yeryüzünde tek değildi malümu aliniz… ve Donkişot’ların kökleri hiçbir devirde kurumadı ki devrimizde kurusun. Her memleketin kendine göre Donkişotları var, olacak.”

08.05.2002 tarihli Zaman gazetesinde yayınlanan yazısında Hilmi Yavuz, “Murtaza tipinin, klasik Fransız romanında, mesela ancak Balzac’da rastlayabileceğimiz bir edebi maharetle kurgulandığını nasıl görmezlikten gelebiliriz? Tip’i, trajik ve komik olanın diyalektiği üzerine inşa etmek! Orhan Kemal’in büyük başarısı buradadır.” Der ve devam eder: “Bundan aşağı yukarı 30 yıl kadar önce yazdığım bir yazıda, Murtaza’nın, Kant’ın Ahlak Kuramı bağlamında drama düşmüş somut bir insan tipi sayılabileceğini belirtmiştim. Bilindiği gibi, Kant, ahlakını, ‘Kategorik Buyruk’ ilkesine dayandırır. Bu, bir ödevi, herhangi bir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın, sadece ödev olduğu için yerine getirme yükümlülüğüdür. Murtaza da, ‘ödevimi yapmam gerek!’ derken, bunun sonuçlarını hesaplamaz. Kant; bu kesin ahlaki buyruğun, özü üzerinde bir tartışmaya girilmesini doğru bulmaz. Ona göre, ‘bu işi niçin yapmam gerek?’ sorusuna verilecek cevap, ‘sebebi yok yapmam gerek!’tir. Murtaza da, kahvede işçilere ödev ahlakı üzerine söylev verirken, tastamam bu soruyu soracak ve şöyle diyecektir: ‘Neden? Çünkü lazım böyle!’ Murtaza trajikomiktir. Ödevi, sadece bir formdan ibaret görmenin getirdiği katılıkla davrandığı durumlarda zorbadır Murtaza; bu katılığı saçmalık kertesine vardırdığı durumlardaysa gülünç! Orhan Kemal, Adana’daki bir fabrikadan, Murtaza tipinde bir Donkişot çıkartmıştır.”*

Aslında sadece Murtaza’yı çıkarmamıştır Orhan Kemal. Romandaki diğer karakterler de çok başarıyla çizilmiştir şüphesiz. Örneğin bir “Hela bekçisi ak pak Azgın Ağa” vardır. Balkan Harbinde savaşmış, çok başarıları olmuş, ama savaştan sonra hela bekçisi olmuştur. Kendisi gibi bir savaş kahramanının hiçbirşeyi yokken, ülkeye yerleşen muhacirlere ev, bağ, bahçe verilmesini sindirememektedir. Türklük, Anadoluluk, halis kan onun için çok önemli kavramlardır ve ona göre Murtaza, “gavur çanları içinde yetişmiş Muhacir oğlu”dur.

İşini bilen, nabza göre şerbet vermekte usta, ‘patron’ Fen Müdürü Kamuran Bey ise, Nuh’un deyimiyle “tavşana kaç, tazıya tut” der. Kamuran Bey karakteriyle de genel olarak müdürlere göndermeler yapılır.

Yarattığı karakterler aracılığıyla Orhan Kemal, Türk toplumunun gerçeklerini, insanlarımızın dedikoduculuğu, fitne-fesatçılığını, kışkırtıcılığını, gammazlığını, fırsatçılığını, bireyselleşmeyi, korkup kendini kurtarma isteğini, sevimsiz şakalaşmalarını, ‘erkek adam’ olmaya verilen önemi, ve daha bir çok olumsuz yanını gözler önüne sermiş, gözümüze sokmadan, ince ince eleştirmiştir.

Karakterlerin gerçekliğinde, kullandıkları dilin de çok etkisi olduğu tartışma götürmez. Göçmen Murtaza, kendi adını bile söyleyemez örneğin, ‘Mürteza’ der. ‘Otomopil’, ‘fasul’, ‘aççarım’, ‘koppar’, ‘favrika’, ‘addam’, ‘meymur’, ‘ottuz’ şeklinde telafuz edilen sözcükler, Murtaza’nın muhacirliğinin bir kanıtıdır. Kayseri’li Nuh’un konuşmaları, geldiği yörenin izlerini taşır: ‘nörim?’, ‘yörü’, ‘abooo’, ‘dimem mi’, ‘diyesiymiş ki’, ‘olur a kulağ asma’. ‘Camız’, ‘şifan (yulaf)’ gibi yöresel sözcüklerin yanında, halk ağzından çok güzel örnekler verir: ‘N’apacaz kız?’, ‘şerefsizim’, ‘anam avradım olsun’, ‘ananın dini’, ‘abarruuuuuh’, ‘ooof orospu anam of!’, ‘apartuman’. Çocuklar kavga ederken ‘şişe kafalı’, ‘sidikli’ gibi laflar kullanır, mahallenin delikanlıları, ‘şark ekspresi…Yavruuu!’ diye laf atarlar.

Orhan Kemal’in üslubunda göze çarpan bir diğer nokta da, bolca deyim ve atasözüne yer vermiş olmasıdır: ‘deveden büyük fil var’, ‘sen bir garip çingene, ne lazım sana gümüş zurna?’, ‘ite vurmaktansa ürkütmesi hayırlıdır’, ‘it iti ısırır mı?’, ‘ot diye yiyip bok diye dışarı çıkarmak’, ‘arının deliğine çöp dürtmek’, ‘ayranı kabarıvermek’, ‘bir yerlerden kalk gidelim yapmak’, ‘zilliği kırmak’, ‘fort atmak’, ‘zort atmak’, ‘kirişi kırmak’, ‘alesta beklemek’, ‘madik atmak’ ve daha birçokları. ’Kodoş’, ‘deyyus’, ‘kancık’ gibi sözcükleri kullanmasıyla da okuyucuyu halka iyice yakınlaştırır.

Öte yandan Orhan Kemal, tekrarlamalara sıkca yer verir. Örneğin Murtaza sürekli ‘Görmüşüm kurs, almışım çok sıkı terbiye amirlerimden’, ‘Gülersiniz inekler gibi’, ‘Şaşşarım yıkamasına çamaşır kedinin!’, ‘Yerim dişlerimi, tükürürüm kan, derim içtim kızılcık şerbeti’ diyor. Hoşuna gitmeyen birşey duyunca, ‘tüyleri bekçi elbisesinden dışarı çıkıyor’. Yine dil seçimi ile ilgili olarak, kullanılan terimleri unutmamalıyız. Örneğin bir kabzımalın arkadaşıyla yaptığı telefon konuşmasını veriyor. Çok ilginç olan bu konuşma bize, yazarın kendi hayatında edindiği deneyimleri de gösteriyor. Bu sözcükleri, ‘karakucak’, ‘çapraz’, ‘kılçık’ gibi güreş terimlerini, ya da pamukla ilgili kelimeleri herkes bilemez. Olayları izlerken, bir yandan da fabrikadaki makineler, işlemler ve pamuk hakkında bilgiler ediniyoruz. Yine kullandığı isimlerin döneme uygun olduğunu görüyoruz; Boşnak Fatma, Giritli Meryem, ya da ‘makara’, ‘matrak’, ‘yassı’, ‘dubara’, ‘ensiz’, ‘yarasa’, ‘dörtköşe’ gibi lakaplar kullanıyor.

Orhan Kemal’in, bilgi verme konusunda çok usta olduğunu görüyoruz. Örneğin ‘Tam bu sırada annesiyle iki ablasının köşeden çıktıklarını görerek sevindi. Fabrikadan, pamuk tozları içinde geliyorlardı’ diyerek Murtaza’nın kızlarının pamuk fabrikasında çalıştığı bilgisini veriyor. Daha Murtaza’nın fabrikaya geçeceğinden bahsetmemişken, fabrika çalışanları ile Murtaza’nın kızını karşılaştırıyor bakkalda ve onlar hakkında biraz ipucu veriyor. Olacaklara dair ipuçları vermesi çok güzel. Bunu, kızının ölümüyle ilgili olarak da yapıyor. Mesela, ‘nefs-i evladına acımaz o’ deniyor Murtaza için, ya da kızlar kendi aralarında konuşurken ‘ölmek istemiyorum’ diyorlar.

Bütün roman çok yalın bir dille yazılmış. Betimlemelere çok az yer verilmiş: ‘Daracık kahvede şamata, koşuşan, tepinenlerin döşemelerden kaldırdıkları toz, kahvenin marsık kokulu cigara dumanı yüklü havası’. Çok güzel benzetmeler var: ‘genç adam yeni yetme bir yavru horoz çalımı içindeydi’, ‘galeyan, alev dokunmuş ispirto gibi bütün fabrikayı sarıverdi’, ‘esans kokulu kahkaha’, ‘kışkırtılmış mahalleli, mayası gelmiş hamur gibi kabarıyor’.

Kitap genelinde abartılar var. Örneğin Murtaza, bir kediye kızıyor, kovalıyor, onunla konuşuyor ve ‘yaparım hakkında işlem!’ diyor ‘kurs görmemiş pis bir hayvan’ olan kediye. Bu kedi olayından sayfalarca bahsediyor. Sonra kediler toplantı yapıyor ve hatta konuşuyorlar. Onların sohbetlerini dinliyoruz. Ve bu kediler kongresi ile mahalle erkeklerinin toplantısı arasında paralellik kuruyor.

Bir araya toplanmış insanların gürültüsü, uğultusu, laf kalabalığı, diyaloglarla çok güzel bir şekilde veriliyor. Olaylar da diyaloglarla veriliyor. Bol diyalog var ve cevap veremeyen insanlar için ‘……..’ kullanılıyor. Anlatımı diyaloglara dayanıyor. Yansıttığı kişi ve toplum gerçekliklerini bu diyaloglar aracılığıyla etkili biçimde sergiliyor.

Romanın en beğendiğim kısımları, son bölümünde yer almaktadır. Bireysel dramları verirken arka planda da yoksulluk ve zenginlik kavramlarını, ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümleri ele alır ve sığ bir fakirlik edebiyatı yapmaz. Sosyal dengesizliğin yarattığı acıları karakterlerde gözlemleriz. Örneğin Murtaza, başını dertli dertli sallayarak şunları söyler: ‘Çeker benim de içim tereyağı, kaymak, bal… Lakin görürüm camekanlarında bakkalların, geçerim, yetmez almaya gücüm, ederim kahır kendi kendime, küserim. Ne sanarsın kardaşıni?’ Kızlarının, makine dairesinin bitişiğindeki boş mağazaya girip ısınmaları, canlarının tatlı istemesi, hep iç buran bölümler. Yine bir gün büyük oğlu Hasan, ‘Utanıyorum senden. Senin gibi bir babam var diye yerlere geçiyorum. Maskara oldun dünyaya. Bizi de kendin gibi rezil ediyorsun’ diyince yıkılır Murtaza: “Geri döndü, ikiye ayrılmış kalabalığın arasında çayhane kapısına doğru ağır ağır yürüdü. Birden durdu, kollarını havaya kaldırdı: ‘Öl be Mürteza’ diye bağırdı, ‘öl be yahu, öl be!’”

Kitabın en belirgin teması, aşırı ve rahatsız edici bir görev aşkı, dürüstlük, doğruculuk ve bunun karşıtı olarak sahtekarlıktır. Ayrıca fakir-zengin ayrımı çok güzel verilmiştir: ‘Anacaddeye çıkan ara sokağın başında durdu: Yan yatmış, çömelmiş ya da tam yuvarlanacakken tutunuvermişe benzeyen alt alta, üst üste evlerle, bu evlerin aralarında, birbirini kesen, daracık, çamurlu sokaklar gerilerde kalmıştı. Şimdi artık bol ışıkların altında, istasyondan uzanıp gelen tertemiz asfalt cadde olanca teslimliğiyle yatıyordu önünde. Caddenin iki yanı kırmızı kiremitli evler, ağaçlarla çiçeklere gömülü köşkler, ya da toprağa bir eski derebeyi heybetiyle bağdaş kurmuş apartmanlar.’

Murtaza kesinlikle bir başyapıttır. Mizahın, insani ve sosyal boyutu belirgindir, sadece güldürme amaçlı değildir.

KEMAL, Orhan, Murtaza, Tekin Yayınları İstanbul 2000

 

        

[email protected]