OĞLU IŞIK ÖĞÜTÇÜ ANLATIYOR
BABAMDAN NE ÖĞRENDİM?
Ben, babamı daha çocuk yaşlarda, tam 13
yaşındayken kaybettim. Dolayısıyla, yıllar
geçtikçe ve de yaşım ilerledikçe, babamın bana
neler kattığını sorgulayabildim. "Babamdan Ne
Öğrendim?"; tabii ki öncelikle, eğitimin ve
okumanın ne kadar önemli olduğunu öğrendim.
Bugün bir kimya mühendisiysem, bu tamamen
babamın bizlere bıraktığı, azıcık da olsa bize
kalan ekonomik imkân ile olmuştur. Biz, babam
1970 yılında vefat ettikten sonra, 1977 yılına
kadar babamın kitaplarının telifi ile
yaşantımızı sürdürdük.
Çalışmanın yaşının olmadığını ve hak
yememeyi öğrendim, babamdan. Yaz tatillerinde,
Basınköy'de, Pazar günleri mahalle maçları
düzenlenirdi. Hani ABD'liye sormuşlar; nasıl
zengin oldun diye, "Bir kasa limon aldım,
limonları sattım. Onun parasıyla da iki kasa
limon daha aldım." demiş. Herhalde bizim de o
hesap. Hayatım boyunca, benim ticari yönüm her
zaman daha ağır bastı. Tabii ki, babamın
kitaplarını okumuştum; neler anlattığını
biliyordum ama iş hayatına atılınca, aslında
neler demek istediğini anladım.
Orhan Kemal'in o insan sevgisi, insanın
ilerideki iş hayatında da kendini gösteriyor.
Adil olmak, hak yememek ve çalışanları mağdur
etmemek gibi temel kavramları, ben hep babamın
kitaplarından öğrendim.
2000 yılında, hayatım ve onun hakkındaki
düşüncelerim tümden değişti. Orhan Kemal
Müzesi'ni açtıktan sonra, Orhan Kemal'in
gerçekten bir hazine olduğunu daha da iyi
kavradım. Şimdi, "Yahu sen zaten oğlusun, tabii
böyle söyleyeceksin." diyenler olacaktır ama
müzeyi açtıktan sonra, özellikle yabancıların
ilgisi ve doktora çalışmaları gibi örneklerle
karşılaşınca, bunu daha iyi anladım. Yani Orhan
Kemal'in üzerine doktora çalışması yapan, yazı
yazan pek çok insan ki ben çoğunu tanımıyorum
bile. Onları okuduktan sonra, sadece benim babam
olduğu için değil, çok büyük bir fikir
hazinesinin içinde olduğumuzu anladım.
İnsanın her zaman bir umudunun olması
gerektiğini öğrendim. Orhan Kemal'in insan
sevgisi, bütün eserlerinde hissedilir. Özellikle
günümüz insanını tanıdıktan sonra, reçetenin
Orhan Kemal'in eserlerinde olduğunu; insan
sevgisini ve umut etmeyi öğrendim.
Ezilenlerin zabıt kâtibi olabilmeyi
öğrendim. Bir baba olarak, sadece bana ve diğer
üç kardeşimin değil, aynı zamanda eserleriyle
okuyucularının da yüreğine dokunabildiğini
öğrendim. Böylesine, yazdıklarıyla yüreklere
dokunabilen ve kimsenin göremediğini ortaya
çıkarabilen bir yazarın evladı olmak, beni çok
gururlandırıyor.
Işık Öğütçü, bugün babasının tüm hatıralarını
Orhan Kemal Müzesi'nde yaşatıyor.
Kitap okumanın, ne kadar güzel ve önemli
bir şey olduğunu öğrendim. Çocukken ve de
özellikle ilkokul çağındayken, kitaplara düşkün
bir çocuk değildim. Büyük ağabeyim ise, tam
tersine, okumaya son derece meraklıydı. Hiç
unutmam; 1970 yılının Mart ayında, Basınköy'deki
evde oturuyoruz. Ağabeyim ve babam divanda, ben
de hemen yanı başlarında, yerde oturuyorum.
Ağabeyim çok kitap okuduğu için, benim de
okumamı ister ve sürekli "Oku, oku, oku..." diye
ısrar edip baskı kurardı bana. Aynı ısrarı, o
anda da etti. Babam da oturmuş, bizi seyredip
bıyık altından gülüyor... Sonra, babam söze
karışarak "Ya, ağabeyin doğru söylüyor, kitap
okuman lazım..." dedi ve bana okumam için bir
kitap önerdi. Bu kadar kitap yazan adam, bana
önere önere; "İki Çocuğun Devr-i Âlemi"ni
önerdi. Neyse konu kapandı.
Aradan birkaç ay geçti ve ne yazık ki,
Haziran ayı geldiğinde babamı kaybettik.
Üzüntüler, acılar falan filan derken, aradan
birkaç ay geçti ve ben bir gün, ağabeyimden
babamın önerdiği o kitapları, daha doğrusu o
kitabı istedim. Meğer tam tamına 10 ciltmiş!
Başta her ne kadar gözüm korksa da kitapları
okumaya başladım ve hakikaten o zaman, babamın
ne anlatmak istediğini, okudukça anladım. Onun,
çocuk ruhundan ne kadar iyi anlayan biri
olduğunu anladım bir defa. Çocuğun nerede
şekilleneceğini ve ne taraftan
yakalanabileceğini çok iyi biliyordu. Bu seri
bittikten sonra, ortaokul yıllarında, babamın
eserlerini tek tek okumaya başladım. Kitaplarını
incelerken, bir şey dikkatimi çekti; "Baba Evi"
ve "Suçlu" kitaplarında, "İki Çocuğun Devr-i
Âlemi"nin ismi geçiyordu. Meğer kendi de okumuş
kitapları.
Çocuksunuz, hediye ne istersiniz ki!
Bisikletim olsun istiyordum. Ama babam ne zaman
hapishaneye girdi, tüm isteklerim bitti. Hatta
babamı ziyarete giden Fikret Otyam'a,
bisikletten vazgeçtiğimi bile söylemiştim.
Annem, evin orkestra şefi gibiydi.
Babamın kapıyı çalış şeklinden, o gün nasıl
olduğunu anlardı. Evi çekip çeviren, idare eden
hep annem oldu. Annem henüz sağken, müzeye
ziyarete gelen öğrenciler, annemin kaç yaşında
olduğunu sorardı. Ben de "80 yaşında ama siz onu
iki ile çarpın." derdim. Çünkü bir kendi yaşı
bir de Orhan Kemal'e katlanma yaşı vardı.
Şimdi, o yükün altında büyüyen bize
bakıyorum...
Bıkmamış okumuşuz. Ablam, çok iyi bir
terzidir; onun bir küçüğü olan ağabeyim, petrol
mühendisidir, onun bir küçüğü ağabeyim
eczacıdır, ben de kimya mühendisiyim. Yani o zor
koşullarda, Orhan Kemal'in o yaratıcılığına biz
okuyarak katkı sağladık. Ondan kalan mirasla da
farklı bir şey düşünmeden, dağıtmadan,
meyhanelerde teselli aramadan çalıştık.
Örneğiniz bir mücadele adamı olunca, "dağıtma"
lüksünüz olmuyor hayatta.